05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Hasan Âli Yücel’e haksızlık! Sayın Şengör, 640 sayılı dergide de (1999), YÖK Başkanı olan Gürüz’ün başına gelenleri Yücel’in başına gelenlere benzetmişti. Son yazıda da, Gürüz yine Yücel ile aynı kefeye konuyor. Yücel ve Gürüz farklı dünyaların insanları; hedefleri de ayrı. Rıfat Okçabol, okcabolr@gmail.com da ilahiyat mezunu okul müdürleri kol geziyor. Gürüz’ün de katkısıyla, bir profesöre, eğitim fakültelerinde 397 öğrenciye düşerken, ilahiyat fakültelerinde 17 öğrenci düşüyor (Yükseköğretim Sistemimiz, Ütopya Yayınevi, 2007: 278). YÖK başkanlığı zamanında yaşanan hukuksuzluklar, Mustafa Altıntaş’a “YÖK ve hukuk” kitabını (2002, Eğitim Sen yayını) yazdıracak kadar yoğun. Bir hukuk adamı (Sezer) cumhurbaşkanı olunca, en çok onunla takışmıştı. Yücel, yükseköğretim yasası mecliste görüşülürken (1946), “Ana prensip, üniversitelerin özerk olmasıdır, üniversitelerin otonomisidir. Bu özerklik yönetimde, öğretimde ve mali alanlardadır” diyordu (Milli eğitimle ilgili söylev ve demeçler: Hasan Ali Yücel, Kültür Bakanlığı, 1993: 320). Gürüz ise hazırladığı yasa taslaklarında, başkanlık yetkilerini daha da genişletmek istiyordu. Yücel, çoğu günümüze kadar devam eden uygulamalara imza atmıştı. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra kapatılan Köy Enstitüleri bile 60 yıl sonra özlemle anılıyor. Gürüz’ün olumlu katkılarından söz etmek ise kolay değil (bkz. Öğretmen Yetiştirme Sistemimiz2005 ve Yükseköğretim Sistemimiz2007, Ütopya Yayınevi). Ondan önceki başkanlardan gelen ve onun zamanında da pekişen “ben merkezli tek adam yönetimi” geleneğinin sonraki başkanlara aktarılması gibi olumsuzluklarla dolu. Tabii burada şu notu düşmek gerekiyor. Yukarıda S ayın Şengör, 1112 sayılı Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisinde, Kemal Gürüz’ün, HasanAli Yücel’den sonra Türk yükseköğretim tarihinin en büyük yöneticisi olduğu kanısını dile getirmiş. Sayın yazar, 640 sayılı dergide de (1999), YÖK Başkanı olan Gürüz’ün başına gelenleri Yücel’in başına gelenlere benzetmişti. Son yazıda da, Gürüz yine Yücel ile aynı kefeye konuyor. Yücel ve Gürüz farklı dünyaların insanları; hedefleri de ayrı. Yücel, çoğu günümüze kadar devam eden uygulamalara imza atmıştı. Bakanlıktan ayrıldıktan sonra kapatılan Köy Enstitüleri bile 60 yıl sonra özlemle anılıyor. Yücel, halkçı ve parasız eğitimden yana, devletçi, Türkçeye hayran, emperyalizme karşı, laik ve hukuka saygılı bir kişi. Gürüz ise bambaşka bir kimlik sergiliyor. Paralı eğitimden yana. Gürüz, laiklik konusunda tutarlı bir başkan olamadı: 28 Şubat 1997 tarihli MGK toplantısına kadar ne türbanı umursuyor ne de laikliği (o sıralarda rektör/dekan olanların bir bölümüne bakmak yetiyor). 1998 yılında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenlerinin ilahiyat fakültelerinde yetiştirilmelerini başlattı ve de onlara ilköğretimde Türkçe/Sosyal Bilgiler dersine girme hakkı verdi. O sayede, bugün pek çok okul değinilen eleştiriler, Sayın yazarın ya da başkalarının takdir ettiği uygulamalar olabilir. Bu durumda da, herhalde Gürüz’ü Yücel’den sonra değil de Doğramacı’dan sonra ikinci sıraya koymak gerekir. Sayın yazarın 640 sayılı dergideki yazısına karşı 649 sayılı dergide yazdığım yazıda, YÖK’ün başkanıyla özdeşleşen bir kurum olduğuna değindikten sonra, “Pek çok kimse, DoğramacıSağlamGürüz çizgisinin nereye varacağını ve gelecek kişiyle nereye gidileceğini kestirememenin kuşkusunu yaşamaktadır. Böylesine kuşkular, kişiler yerine sisteme güven duyulmasıyla aşılabilecek duygulardır” demişim. Bu yazıdan sonra dört yıl daha başkanlık yapan, 26 yıllık YÖK tarihinde, az buz değil, 8 yıl başkan olan ve bu sürenin çoğunda arkasında siyasal destek bulunan Gürüz, sisteme güvenilmesi için ne yaptı Allah aşkına? Mustafa Balbay, “Gitti Gürüz geldi Teziç, ne değişti, hiç” (Cumhuriyet Gazetesi, 21 Mart 2004: 8) derken haksız mıydı? Arkasında siyasal destek olmayan Teziç hoşgörüyle karşılansa bile Gürüz’ün bir mazereti var mı? YÖK 25 yılda anlamlı bir biçimde olumlu yönde değişmemişse, YÖK’ün 25. yılında Özcan başkan olabiliyorsa, şimdi de yıllarca Özcan dönemi yaşanacaksa, Özcan’dan önce gelen başkanlardan herhangi birine büyük yönetici denebilir mi? Yazar, 1112 sayılı dergide, Gürüz’ün, “Unamuna olayını köşende herkese anlat: Hatırlat ki adam olan nasıl rektör olur, belli olsun” dediğini aktarıp Unamuna’nın ne yaptığını anlatıyor. Unamuna’nın yaptığını okuyunca, insan birden, Gürüz’ün YÖK başkanıyken, güney illerinden birinin adını taşıyan üniversitesinin onurunu korumaya kalkışan bir rektöre ne yaptığını anımsıyor, içi cız ediyor. Ölürken erkeklik organı dikleşir mi? Prof. Dr. Ahmet Yılmaz, Trakya Ü. Tıp F. Adli Tıp Bölüm Başkanı “Diyalog” basılıyor Bülent Bayrı, bulent.bayri@yahoo.com Sayın Bursalı, 18 Temmuz tarihli CBT'de (1113) yayınlanan Sayın Atıl Bulu'nun yazısında, Galileo Galilei’nin ünlü eseri “Diyaloglar” olarak yazılmış. Bu başyapıt, Türkçe’de bu ad’la değil “İki büyük dünya sistemi üzerine konuşmalar”, ya da kısaca “Diyalog” olarak anılıyor. Özgün adı ise; “Dialogo sopra i due massimi sistemi del mondo” İngilizce’de de; “Dialogue Concerning the Two Chief World Systems”. Wikipedia: ‘Diyalog iki ya da daha çok kişinin karşılıklı konuşmalarıdır. Sözcüğün kökeni eski Yunanca’dır. Türkçe'ye, "düşünceyi takip etmek" olarak çevrilebilecek bir anlama da gelmektedir,’ diyor. Okurlarımıza bir de müjde verelim. İtalya’da 1632 yılında basılan bu çok önemli eser –ne yazık ki bugüne kadar Türkçe’de yoktu. Sayın Reşit Aşçıoğlu tarafından 5 yıllık bir çalışma sonucu Türkçe’ye çevrildi ve önümüzdeki günlerde de, Türkiye İş Bankası Yayınları tarafından yayınlanacak. Düzeltme Geçen haftaki 1116 nolu sayımızda bazı hatalanı düzeltiriz: Orta Sayfadaki fotoğraf altı yazıda, sayın Müfit Akyos’un adı Aydost olarak çıktı, özür dileriz. S CBT 1117/ 20 15 Ağustos 2008 ayın Ceylan; CBT'deki yazılarınızın müdavimlerindenim. İlgiyle okuyor, bilgileniyor, düşünüyorum. Fakat tüm CUMOK'lar gibi (bu jargonu Cumhuriyet yarattı, kusura bakmayın) eleştirilerimi de iletmeyi bir görev sayıyorum. 20 Haziran 2008 tarihli CBT'deki yazınızda, parantez içinde "Erkekler ölürken erkeklik organlarında dikilme ve boşalma olur" demiştiniz. Bu bilgiyi nasıl ve nereden edindiniz bilemem. Ama, gerek mesleğim, gerek uzmanlık alanımla ilgili yönüne açıklık getirmek isterim: Yapısında kas (adele) bulunan tüm dokularımız ölümden bir süre sonra katılaşmaya başlar. Buna "ölü sertliği", "ölüm katılığı" denir. Ölümünün üzerinden 12 saat kadar geçmiş bir insanı, ensesinden tutup bir tahta gibi ayakları üzerine dikebilirsiniz. Bu olayın moleküler biyolojisi ayrıntısıyla bilinmektedir. Halk arasında yaygın olan "ölümden sonra erkeklerin sakalları bir miktar uzar.." şeklinde söylenegelen inanışın mekanizması aslında buna dayanmaktadır. Kıl köklerinde bulunan küçük kaslar (muskulus erektör pili) da kasılarak sertleştiği için kıllar uzamış gibi görünür. Erkeklerde prostat yakınında bulunan ve semen (meni) depolayan kesecikleri çevreleyen kaslar da bu katılaşmadan etkilendiğinden, bazı erkeklerde ölümden bir süre sonra (birkaç saat) meni görülebilir. Bu durum bazı olgularda, ölümden önce cinsel bir eylem içinde bulunulduğu şeklinde yanlış yorumlanabilmektedir. Bir de yoğun hava açlığı (asfiksi) çekerek cinsel haz alma arayışları vardır ki onları ayrı ele almak gerekir. Fakat, bu durumların hiçbirinde, ölüm sonrası bir cinsel ilişkiyi gerçekleştirebilecek bir ereksiyon (sertleşme) olanaklı değildir. Çünkü, ereksiyonun temel itici gücü kan basıncıdır. Çalışmayan bir kalbin ereksiyon oluşturabilecek bir basınç yaratması olanaksızdır. Tüm bunlara rağmen, teorik düzeyde de olsa eskilerin "hamamda hamile kalmış" dedikleri türden bir hamilelik sözkonusu olabilir. Yukarıda sıralanan bilgilere, bir de, vajina ağzı çevresine bulaşan semen'de bulunan spermlerin büyük bir gayretkeşlikle rahime ve yumurtalık tüplerine ulaşma ve oradaki yumurtayı dölleme potansiyellerini de eklersek tablo tamamlanmış olur.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear