25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
HABER EDİTÖR: ELİF TOKBAY 3 13 NİSAN 2020 PAZARTESİ 190/6 0 230/1 1 0 140/20 200/60 200/0 0 160/30 100/50 200/20 240/120 180/30 180/50 200/110 220/40 230/1 3 0 200/1 1 0 70/ 2 0 270/130 190/1 0 0 200/5 0 230/100 150/5 0 160/80 TARİHTE BUGÜN 1970: Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni basan 12 silahlı faşist, asteğmen doktor Necdet Güçlü’yü öldürdü. 4 Sokak yasağı kararı her ilin özelliklerine göre verilmeli 4 Halk sağlığı uzmanları karar alınırken devrede olmalı 4 Yaşanan kargaşadan yöneticiler ve yurttaş ders çıkarmalı Salgın dersleri BILIM KURULU ÜYESI PROF. ALPAY AZAP CUMHURIYET’E KONUŞTU Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. Alpay Azap, pandemiyle mücadelede son koz olarak kullanılan sokağa çıkma yasaklarının nasıl alınması gerektiğini değerlendirdi, bu konuda İl Pandemi Kurullarına önemli görev düştüğünü kaydetti. Azap, “Her şehirde aynı önlem gerekmeyebilir. Salgını kontrol etmek için alı nan izolasyon, karantina önlemlerini en iyi bilen kişiler halk sağlığı uzmanlarıdır. İl pandemi kurullarına ve halk sağlıkçılara bırakılması geSIBEL reken bir karar” görüşünü BAHÇETEPE dile getirdi. Azap, 2 günlük sokağa çıkma yasağı kararı öncesi insanların sosyal mesafe kurallarına uymadan marketlere ve fırınlara akın etmesine ilişkin görüntülerinden hem yöneticilerin hem yurttaşın ders çıkarması gerektiğini de kaydetti. Her yöntemin bedeli var TAM SOKAĞA ÇIKMA YASAĞI; Çin Wuhan’da 3 ay yaptı. Salgının toplumda dolaşmasını çok ciddi engelliyorsunuz. Size çok şey kazandırır ama bir bedeli var. Karantinayı kaldırdığınız zaman, toplumda kitle bağışıklığının oluşmasına izin vermediğiniz için, halen toplumunuzda pek çok insan duyarlı olduğu için ortadan kalkmadığı veya aşısı bulunmadığı için ikinci dalga yaşarsınız. KONTROLLÜ KISITLAMA; O zaman da evet belki biraz daha fazla hastalanan kişi olur, toplum bağışıklığının oluşmasına izin vermiş olursunuz. Onun avantajı şu olur, vaka sayısı birden artmayacağı için hastalananlar elbet olur ama sizin sağlık sisteminiz bu hastalanan kişilere yeterli bakımı ve tedaviyi vermek konusuda yetersiz kalmamış olur. HIÇBIR ÖNLEM ALMAZSANIZ; Salgın hızlı bir şekilde toplumda çok kısa sürede yayılır, çok fazla insan hastalanır. Kitle bağışıklığına kısa sürede ulaşırsınız. Ama bunun da ciddi bedeli olur, İngiltere o yüzden hemen vazgeçti. Bu kadar kısa sürede olunca çok sayıda hasta sağlık sistemini iflas ettirir, korkunç tablolar ortaya çıkar, bir sürü insan hastaneye bile yatamadan ölebilir. İstanbul için gerekirdi Prof. Azap, “2 günlük yasak virüsün yayılımını engeller mi” sorusuna yanıt verirken sokağa çıkma yasağı uygulamasının bölgelere ve sosyoekonomik koşullara göre farklı sonuçları olabileceğine işaret etti. Azap, şöyle konuştu: “Farklı uygulama şekilleri olabilir, saatlik yasaklar ilan edebilirsiniz. Dersiniz ki akşam 20.00 sonrası her gün dışarı çıkmak yasak ya da 5 gün çalışılacak 2 gün yasak ya da cuma cumartesi, pazar yasak gibi. Her şehirde aynı önlem gerekmeyebilir. Her önlemin bir dezavantajı, sosyal ve ekonomik sonuçları da var. Bu sonuçlar da o kadar kötü olabilir ki tıbbi faydanız onun yanında az kalabilir. Sosyal ve ekonomik sorunlar salgının kontrolünü de zorlaştırabilir. İnsanlar yan yollara başvurabilir, kontrolsüz davranışlara başvurabilir. Bana sorarsanız İstanbul için gerekirdi ama Ankara için gerekmeyebilirdi. Çünkü Ankara’da epeyce sosyal mesafeyi korumaya uyuyorlar. Bu nedenle bütün Türkiye’yi ilgilendiren bir karar aldığınızda bazı yerler için çok uygun olur ama bazı yerler için çok uygunsuz olur.” Ayrıntılı tartışma olmadı Salgını kontrol etmek için alınacak izolasyon, karantina, sokağa çıkma yasağı gibi önlemleri en iyi bilen kişilerin halk sağlığı uzmanları olduğunu kaydeden Azap, “İllerdeki pandemi kurullarında halk sağlığı uzmanları var. Bu nedenle il pandemi kurullarına ve halk sağlığı uzmanlarına bırakılması gereken karar. İl pandemi kurulları salgındaki en önemli yapılardır” dedi. “Bilim kurulunda sokağa çıkma yasağı ya da aralıklı sokağa çıkma yasakları gibi durumlar konuşuldu mu” sorumuza Azap “Aslında salgının en başından beri konuşulan şeyler bunlar. Öyle bir oturup ciddi şekilde İstanbul’da vaka sayısı şöyle, şu ilçede bu kadar vaka var, İzmir’de, Ankara’da böyle gibi oturup ayrıntılı bir tartışmalı oturumlarda olmadı. Halk sağlığı hocalarının olduğu bilim kurulunun alt gruplarında tartışılmış olabilir diye düşünüyorum” yanıtını verdi. Kötümser değilim Sokağa çıkma yasağı kararı sonrası insanların marketlere ve fırınlara akın etmesini eleştiren Azap “Görüntüler çok kötüydü. Bundan ileriye dönük ders çıkarmalıyız. Sokağa çıkma yasağının insanlara nasıl duyurulması gerektiği ve endişelerinin nasıl giderileceğine dair dersler. Günlerdir sosyal mesafenin ne kadar önemli olduğunu vurguluyoruz. Sokağa çıkma yasağı, salgının kontrolü için bu hafta sonu avantaj sağlayacak diye düşünüyordum. Yasak ilanından sonraki görüntüler hem endişe verici hem üzücü. Çünkü ister istemez o sosyal mesafenin kaybolduğu ortamda virüsle karşılaşan kişiler olmuştur. Ama bu şu anlama da gelmiyor: ‘Bu zamana kadar tüm emekler boşa gitti.’ Ben çok kötümser değilim” dedi. BALKONDAKI NEŞE Hakan Kaya ve Alper Kalaycıklıoğlu. Onlar Kadıköy Acıbadem Mahallesi’nde yaşayan iki müzisyen. Kaya ve Kalaycıklıoğlu sokağa çıkma yasağı nedeniyle evlerinden çıkamayan komşuları için balkonda konser veriyor. Her yaştan komşuları da onlara alkışlarla eşlik ediyor. Konserin başlamasıyla birlikte sokakta birbirinden güzel eserlerin sesi yankılanırken komşuları müzisyenlerin kendileri için moral kaynağı olduğunu ifade ediyor. l DHA Gazeteniz ‘sokakta’ YAZIYOOOR! İçişleri Bakanlığı genelgesiyle koronavirüs salgını önlemleri kapsamında alınan sokağa çıkma yasağının ikinci gününde, Şişli’de bir gazete bayiinin çalışanları sokak sokak dolaşarak gazete sattı. Kurtuluş’ta araçlarıyla sokakları dolaşarak gazete satan çalışanlardan Mesut Bozyörük, belirli aralıklarla “yazıyor yazıyor gazeteler koronavirüsü yazıyor, gazeteci geldi” diye bağırarak evlerindeki yurttaşlara seslendi. Gazete almak isteyen yurttaşlar ise evlerinin pencerelerinden sepet veya poşet sarkıttı. Kimi yurttaşlar ise evlerinin önüne çıkarak gazete satın aldı. l DHA TULUMLU HİZMET Koronavirüse karşı alınan önlemler kapsamında İstanbul’da metrobüs şoförleri koruyucu tulum giyerek hizmet vermeye başladı. Metrobüslerin birinci kapıları da kullanım dışı bırakıldı. Yolculardan diğer kapılardan inip binmeleri istendi. l İSTANBUL / Cumhuriyet İZMIR’DE TOPLAM 1.3 MILYONLUK CEZA Sokağa çıkma yasağı ilan edilen şehirler arasında yer alan İzmir’de, yapılan denetimlerde ceza yağdı. İzmir Emniyet Müdürlüğü ekipleri de 2 günlük sokağa çıkma yasağı süresinde, 24 saatte yaptıkları denetimlerde, yasağa uymadığı belirlenen 10 kişi hakkında idari işlem, 738 kişi hakkında da adli işlem yaptı. Bu işlemlerde toplam 1 milyon 300 bin TL’lik idari para cezası kesildi. l DHA YASAK YOK AMA KIMSE ÇIKMADI Bayburt sakinleri koronavirüs salgınıyla mücadele kapsamında yapılan ‘evde kal’ çağrılarına uydu. Bayburtlular, cadde, sokak ve meydanları boş bıraktı. l DHA Gülmüyorsak bir nedeni var Ekonominin, siyasetin, virüslerin bile tarihi var. Ya eğlenmenin? Örnek olsun, yıllardır Maksim’i biliriz. Pek azımız bir köle ailenin çocuğu Frederick Bruce Thomas’ın ABD’den kaçıp Çarlık Rusyası’nda bin bir mücadeleyle kurduğu Maxim isimli gece kulübünden haberdar. Rus sosyetesini eğlendiren Thomas, Bolşevik Devrimi’nin ardından Maxim’i, Türkiye’ye Maksim olarak taşıdı. Şarkı söyleyenler, alkış tutanlar, bilet satanlar farkında olmasa dahi birlikte gülmenin, birlikte içlenmenin de bir öyküsü var. Evlere kapanmış insanların sıkıntısı geçmişi düşündürdü. Bunu yeni kuşaklara anlatmak zor ama Türkiye bir zamanlar çok daha “neşeli” bir ülkeydi. Sponsorlar yasaklandı, ahlak zabıtalığı arttı, muhafazakârlık sopaya döndü… Şimdi iktidarının ilk günlerinde Kibariye ile yanak yanağa şarkı söyleyen Erdoğan fotoğrafına bile inanamıyoruz. ‘Star’lar nasıl Saraylı oluyor? “Türkiye’yi eğlendiren adam” Mustafa Oğuz’un gazeteci Selin Ongun’a anlattığı hikâyesine dışarıda başlamıştım. (Yorma Birader, Doğan Kitap) Tam da MFÖ’nün Mazhar’ının Cumhurbaşkanlığı Sarayı’ndan ödül alırken, eski ödüllerini çöpe attığını söyleyerek Erdoğan’ın gönlünü aldığı günlerdi. Mazhar bunu hep yapıyordu. Eşi Biricik Suden ile Saray’ı mutlu etmeyi seviyordu. Mustafa Oğuz, Sezen Aksu’dan MFÖ’ye birçok “star”ın menajerliğini, İkinci Bahar’dan Sıla’ya birçok kült dizinin yapımcılığını, Rumelihisarı’ndan Harbiye’ye tarihi konserlerin organizasyonunu yapan isim olunca, “eğlenmenin” öyküsünü içeriden anlatabiliyor. Oğuz, her referandumda, her kampanyada önümüze dizilen “sanatçıları” yakından tanıyor. Bunlar sahiden Erdoğancı mı ya da evetçi mi diye merak ediyoruz ya, Oğuz, buna anlaşılır bir yanıt veriyor. Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya ya da tersinden Ozan Arif gibi sanatını her zaman politik görüşü ile birlikte büyüten isimler dışında, popüler dünyanın politik seçimini ya çıkara ya modaya göre belirlediğini anlıyoruz. Haliyle iktidar medyasında her kampanyaya koşan şarkıcılar, oyuncular Kenan Evren döneminde de Özal devrinde de Erdoğan zamanında da değişmiyor. Buna karşın Hisseli Harikalar Kumpanyası’nı Evren ve darbeci komutanlar izlemeye geldiğinde İlyas Salman’ın “Ben bu diktatör cuntacılara oyun oynamam” dediğini, oyunun ardından ise protokolle görüşmeye çıkmadığını Oğuz anlatıyor. Ya da kendini dinlemeye gelen sıkıyönetim başsavcılarının gözlerine bakarak en politik şarkılarını söyleyen Timur Selçuk, “Sorarlarsa kim söyledi soranın da avradını” diye Kazak Abdal gibi bitiriyor. Devlet ödeneğinden kokain ikramı Gelelim Mazhar hikâyesine… Bir tür “Saray müzisyeni” olarak konuşuyor ya. Hz. Muhammed için yazdığını söylediği “Yandım” şarkısının hikâyesini her dönem başka anlattığını okuyoruz ya. Aslında “apolitik sanat”ın “dönem adamı” olma hali onun için de geçerli. Eurovision tarihine bakan, Türkiye’nin bir “milli mesele” gördüğü bu yarışmaya, çok az sanatçıya nasip olacak şekilde MFÖ’yü iki kez gönderdiğini görebiliyor. Bizde hep TRT organizasyonu olması bir yana, devletin eli de katılanın sırtında oluyor. Mustafa Oğuz, 1985 yılında MFÖ’nün “Diday diday day”ının Eurovision öyküsünü şöyle anlatıyor: “Eurovision Türkiye elemelerini kazandıktan sonra şarkının yeniden aranje edilip iddialı bir hale gelmesi için Hollanda’da prodüksiyon yapmaya karar verdik. Ama bunun için para kaynağımız yoktu. O günlerde bir gün Semra Hanım (Özal) Şan Tiyatrosu’na gelmişti. Ondan ricada bulunduk. Mesut Yılmaz Dışişleri Bakanı’ydı o zaman. Paris’teki büyükelçiliğin ödeneğinden stüdyo çalışmaları için para yollamışlardı. Zaten tüm harcamaları ucu ucuna yetiştirmiştik. Kayıt bitti. Para da bitti. Durum böyleyken, ‘300 gulden vereceksiniz” dediler. İtiraz ettim. ‘Olmaz, bu ne için’ diye sordum. ‘Burası Amsterdam. Burada âdettendir. Tonmeistere iş bittiğinde kokain ikram edilir’ (…) dediler. Mecburen verdik parayı.” (Gulden, dönemin Hollanda para birimi.) Kokainin tesiri, hikâyenin devamında TRT’nin “emeğinize sağlık” dediği ruh haline varıyor. Devlet, MFÖ’nün başarısı için dün de bugün de “elinden geleni” yapıyor. İstanbul’un unutulmaz Rumelihisarı Konserleri’nin bitişinin bile politik bir öyküsü var. 90’ların unutulmaz konserlerinin kaderi Refah Partisi’nin İsmail Kahraman’ı Kültür Bakanı yapmasıyla değişiyor. “Hisar’daki surların içi, zamanında yerleşim yeriymiş. Surların içinde bir mahalle varmış. Mahallenin de camisi varmış. Yıllar içinde o mahalle yok olmuş. Cemaat olmayınca cami de işlevini yitirmiş” diye hikâyeyi anlatan Mustafa Oğuz, Mukadder Başeğmez gibi Erbakan’a yakın isimlerin çabalarına rağmen, “Müteahhit Kültür Bakanı Kahraman”ın “Hisar’da cami var, izin vermeyiz” diyerek konserleri engellediğini anlatıyor. Yakın zamanda başından geçeni ise Oğuz şöyle aktarıyor: “Bebek’ten Rumelihisarı’na doğru yürüyordum. Aşiyan’a yaklaşırken bir motor dikkatimi çekti. (…) Aşiyan’ı geçtikten sonra içindeki rehber aynı zamanda çığırtkanlıkla Hisar’ı anlatmaya başladı. ‘Burada eskiden cami vardı. Bir dönem kâfirler burada eğlenirdi. Çok şükür ki artık o günler geride kaldı’ dedi. Ve benim gözüm döndü. (…) Ama ne bağırdım, ne bağırdım. Kendimi kaybettim resmen.” Türkiye, yukarıdan aşağıya doğru kamplaştırılarak, gülen değil dişlerini sıkan bir toplum oluyor. Mustafa Oğuz anlatıyor: “Çünkü yediden yetmişe her yaştan insanı içeren bir kamplaşma yaşıyoruz. Benim annem 80’li yaşların ortasında. Her sabah gazeteyi eline aldığında Tayyip Erdoğan’ın fotoğrafı olan yerleri önce makasla ayıklıyor, sonra gazeteyi okuyor. Bu normal ve anlaşılabilir bir psikolojik durum değil.” Dizilerin tadı kaçtı Halkı televizyona kilitleyen dizilerin politik bir kaderi var. Bizimkiler ya da Süper Baba’nın yerini bugünkülerin alması Türkiye’nin hikâyesi. Yakın dönemde bile ihraç markası olan diziler iki büyük darbe aldı. “Herkesle kavgalı dış politika” nedeniyle Mısır’la başlayarak ülkeler birer birer Türk dizilerini bıraktı. İkincisi daha kritik. Muhteşem Yüzyıl gibi Osmanlı dizilerinin hatta yandaş Atv’nin aldatmalı dizilerinin bile İslamcılar tarafından saldırıya uğradığı hatırlanırsa, Oğuz’un tespitleri şöyle: “İyi senaryo çok fazla çıkmıyor. Toplumda bu kadar bölünmüşlük, kaygı ve umutsuzluk olunca insanlar hayal kurarken otosansür uyguluyor. Toplum hayal kuramaz hale geldi. Senarist de bu ülkede yaşıyor. Pek çoğu hür bir üretim yapamaz oluyor.(…) Son zamanlardaki en büyük sıkıntı RTÜK’ün Türkiye’deki televizyonlara uyguladığı katı kurallardan kaynaklanıyor. Öpüşme, alkol, sigara olmayacak gibi maddeleri geçtik, aldatma olmayacak gibi ahlaki değerler üzerinden bakılıp anormal cezalar verilince senaristler de tıkandı.” Gülerken ağlayan muhafazakârlar Bir dönem tüm Türkiye gibi muhafazakârların da eğlendiğini biliyoruz. Mustafa Oğuz’un 1991’de Yedikule Konseri’ne davet ettiği Cumhurbaşkanı Özal anısı sanki hiç yaşanmamış gibi: “Bizi karşıladığında üzerinde eşofman vardı. Meseleyi konuşuyoruz. Organizasyonu anlatıyoruz. Bizi dinliyor, arada eliyle şeyini kaşıyor. Bizi bir gülme tuttu ama gülemiyoruz tabii.” Yıllardır hatırlanan o konserin sonunda sahnedeki sanatçıların arasında Turgut Özal’ı şöyle hatırlıyor: “Samanyolu’nun söylenmesi için bütün sanatçılar sahneye çıktı. Bütün o sanatçılar dahildir buna, şarkıyı baştan sona kâğıda bakmadan, tek bir sözü şaşırmadan okuyan sadece Turgut Özal’dı. Çünkü çalışmış!” İslamcılığın fethettiği muhafazakârlar gülmeyi bıraktılar. Sonra ellerindeki iktidar sopasıyla Türkiye’ye gülmeyi unutturdular. Eğlenmek, “yeni Türkiye” için bardakların masa altına saklandığı, “Aman fotoğrafını çekmeyelim”li bir ayıp haline geldi. Devrin mizahçılarının taşlandığı, susuz ve sabunsuz popun yüceltildiği Türkiye’nin resmi; Fethullahçıların Sızıntı’ya kapak yaptığı, muhafazakâr esnafın duvarına astığı o “ağlayan çocuk” tablosu oldu. Şimdi hepimiz evlerde Kemal Sunal’larla, Adile Naşit’lerle neşemizi ararken sahi Maksim’e ne oldu? Türkiye tarihi gibi, Thomas’ın 1928’de ölümünün ardından kâh siyasetle kâh mafyayla derken acı son… Caddebostan Maksim, süpermarket; Taksim’deki otopark; Taşlık’taki otel oldu. Kısacası şu beton gibi yüzümüzle gülemiyorsak bir nedeni var!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear