23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
2 23 EKİM 2019 ÇARŞAMBA gorus@cumhuriyet.com.tr Tarihçinin tarafsızlığı Prof. Dr. Üstün Dökmen Bilimsellik iddiasındaki tarihçiler, kasten veya sehven siyasi tercihlerini geçmiş olaylara taşımamalıdırlar. Şimdi, yazarlarının yeterince tarafsız olmadıkları düşüncesiyle iki kitabı okuyucularımın takdirine sunmak istiyorum. Tarihe Yön Veren 100 Komutan: Bu kitabın kapağında tarihine damgasını vurmuş, 30 komutanın irili ufaklı fotoğrafı/resmi var. İlk bakışta göze çarpan şey, boşluklar hariç tutulup yüz dikkate alındığında bu kişiler içinde Mareşal Fevzi Çakmak’a ait fotoğrafın en büyük fotoğraf olduğudur. Gerçi Atatürk’ün fotoğrafı daha yukarıdadır ancak iki yanında boşluk vardır. Kapakta Çakmak 48.4, Montgomery, 33.00, Atatürk 27.0, Fatih 7.5, Napolyon 7.0 cm2 yer kaplamaktadır. Tarihi az bilen birisi kapağa şöyle bir göz attığında büyük bir ihtimalle, dünya tarihinin en büyük komutanının Fevzi Çakmak olduğunu düşünecek, kitabın içinde bu görüşün savunulduğunu zannedecektir. Ancak kitap okunduğunda, kapaktaki fotoğraf hiyerarşisinin, Çakmak’ın büyüklüğünü vurgulamak için değil, İsmet İnönü’yü yok saymak için tercih edildiği akla gelmektedir. Şöyle ki: Kitapta, Kurtuluş Savaşı, Sakarya Savaşı anlatılırken İnönü’den hiç söz edilmemiş, yeni ordunun kurulmasında Çakmak’ın büyük rolü olduğu dile getirilmiş, üstelik “İnönü’deki zafere rağmen Kurtuluş Mücadelesi, Eskişehir ve Kütahya’daki istenmeyen sonuçla Atatürk’ün de dediği gibi, tarihi yazan yapana sadık kalmazsa bir hakikat insanlığı şaşırtacak bir hal alır. rın ardından moral bakımından sekteye uğramıştır. Ancak Çakmak ordunun ve halkın moralini yükseltmeyi bildi” şeklinde, ne anlama geldiği açık olmayan, adeta dedikoducu bir üslup sergilenmiştir. Bu ifade muhtemelen sehvendir, ancak ifade ile kapaktaki kompozisyon bir araya geldiğinde, yazarların Çakmak’ı öne çıkararak İnönü’yü yok saymaya çalıştıkları ihtimali ortaya çıkmaktadır. Oysa İnönü’nün tarihimizdeki önemi pek çok bilimsel kaynakta, son olarak da Alev Coşkun’un İnönü’yü anlatan iki ciltlik eserinde dile getirilmiştir. Tiranlar: Bu kitapta tarihteki tiranlar üç gruba ayrılmıştır. Yazara göre birinci grup, Neron, Somozo gibi, kendileri ve aileleri için toplumu sömüren baskıcı tiranlardan oluşur. İkinci grupta Sezar, Napolyon, Büyük Friedrich, Atatürk bulu nur; bunlar, halktan ve demokrasiden yanaymış gibi gözüken, ancak kişisel güç ve servet için çalışan reformculardır. Üçüncü grup ise Hitler, Stalin, Mao gibi ütopyacı soykırımlar gerçekleştiren ve halklarına bin yıllık barış vaat eden tiranlardır. Yanlış sınıflandırma Kanımca yazarın bu sınıflaması yanlıştır. Savaşlarda edindiği ganimeti halka dağıtarak yandaş toplayan Sezar ve emrindeki krallıklara akrabalarını atayan maceracı Napolyon ile Atatürk nasıl aynı gruba giriyor? Öldüğünde Atatürk’ün ne kadarlık kişisel serveti vardı? Ayrıca, Friedrich Postdam’da bir değirmencinin değirmenini zorla elinden alabileceğini söylediğinde değirmenci, “Berlin’de hâkimler var” demiş, imparator ise ısrarından vazgeçmişti. Almanlar Friedrich’i severler, Almanya’ya patatesi ilk getiren bu sözde tiranın me zarına hâlâ çiçek yerine patates bırakırlar. Atatürk’ün de bir tiran olduğunu savunan yazar, “Türkler onu severler ama siz bir de onu Ermenilere ve Yunanlara sorun” diyor. Bir liderin nasıl bir insan olduğu, savaşta nefsi müdafaa amacıyla yendiği komşu ülkenin halkına sorulmaz. Ermeniler muhtemelen Talat Paşa’yı sevmezlerdi, ancak Osmanlı’nın son dönemiyle ilgili olarak Atatürk’ü suçlamamışlardı. Atatürk’ün ülke içinde Ermeni dostları vardı, terzisi Ermeniydi. Halide Edip Adıvar, hükümetlerin düşmanımız, milletlerin ise dostumuz olduğunu söylemişti. Mustafa Kemal, savaşlarda yendiği ordulara, bu sözü doğrulayacak şekilde davranmıştır. Trikopis de, Kurtuluş Savaşı sırasında düşürdükleri bir uçaktaki Türk subaylarının cenazesine katılmış, bu davranışını eleştirenlere, “Biz buraya ölülerden intikam almaya değil savaşmaya geldik” demişti. Savaş sonrasında siyaseti bırakan Venizelos, Türkiye’ye gelip Atatürk’le el sıkışmıştı. Tiranlar kitabının yazarı galiba bütün bu bilgileri gözden kaçırmıştır. Sonuç: Atatürk’ün de dediği gibi, tarihi yazan yapana sadık kalmazsa bir hakikat insanlığı şaşırtacak bir hal alır. * Büyükakıncı, E., Şarman, K., Akad, T. (2018). Tarihe yön Veren 100 Komutan. İstanbul: Hürriyet Kitap. ** Newell, W., R. (2016). Tiranlar: Gücün, Adaletsizliğin ve Terörün Tarihi. Çev. Şendil, D. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. PTT’nin T’sini satmak ve Telekom’un başına gelenler Orhan Özkaya Yazar PTT, geçmiş hükümetler tarafından özelleştirilmek amacıyla sürekli gündeme getirilmiş, insafsızca yıpratılmış bir milli varlığımız. Uzun yıllar toplumun tepkisinden çekinilerek, özelleştirme pususuna yatıldı. Atatürk Cumhuriyetinin KİT’leri, ekonomik yönden desteksiz bırakılmış, partizan hesapların saldırısı altında militanlar doldurularak, zarar ediyorlar çığlıklarıyla, halkın gözünde itibarsız bir kurum haline dönüştürülmeye çalışıldı. 12 Eylül darbesinde bile başaramadıkları, Özal’ın küresel teslimiyetçiliğine dahi direnen PTT, Çiller’in 20 milyar dolarlık rakamlar dillendirmesine, özelleştirmelerin erdemlerini sıraladığı övgüleri bile halkımızın çelik iradesine çarparak dağılmıştı. Ancak 2002 AKP dayatması, PTT’nin bu direnci kırmasını sağlayamadı. Parçalayarak böldükleri PTT’nin T’si Telekom, kasası dolu ve en fazla vergi veren kurumlardan biri olduğu halde satılmaktan kurtulamadı. Yani zarar değil, kâr etmesine rağmen... Uzmanlaşmış eleman istihdamının merkezlerinden biri olmasına karşın, kıyılmaktan kurtulamadı. PTT’nin geri kalan parçasının ne iş yaptığı anlaşılamazken kargoculuk ve bankacılık işleriyle özelleşmiş bir yapının içinde ayakta kalma mücadelesi vermeye çalışıyor. İşte tam bu sırada, özelleştirmelerin de artık geri tepmeye başlaması, iflaslar yaşanmasına doğru hızla kayılması sonucunda, Hazine tarafından el koymalar yoğunlaşmaya başladı. Varlık Fonu icadı da bu çöküşün yeni bulgusu olarak doğuverdi... Artık ülke borç almak için bu Varlık Özal’ın küresel teslimiyetçiliğine dahi direnen PTT, Çiller’in 20 milyar dolarlık rakamlar dillendirmesine, özelleştirmelerin erdemlerini sıraladığı övgüleri bile halkımızın çelik iradesine çarparak dağılmıştı. Ancak 2002 AKP dayatması, PTT’nin bu direnci kırmasını sağlayamadı. Parçalayarak böldükleri PTT’nin T’si Telekom, kasası dolu ve en fazla vergi veren kurumlardan biri olduğu halde satılmaktan kurtulamadı. Fonu’nu haciz ve ipotek altına koyarak alabilecek; ancak hukuk sisteminin ve sistemin güvenirliği olmadığı için sonuç da alınamıyor. Altyapı Ofer’e Türk Telekom’un binlerce tesisi, 15 binden fazla üst düzey eğitimli uzman personeli, yeraltı kablolarının yanında tüm tesislerde harcanan milyarlarca dolar halkın vergileriyle karşılanan varlığı. Üstelik bu tesisler irtifak hakları tesis edilerek tapuya çevrilmiş. Ülkenin kılcal damarları sayılan bu yeraltı kabloları da Ofer’in eline geçmişti. Ülke varlıkları, küresel güçlerin eline teslim edilerek tüketilirken ülke kalkınıp gelişecek ve halkın refahının yükseleceği masalları anlatıldı durdu. Bütün bu hayallerle halk, yıllarca uyutuldu, gerçekdışı bir düzenin kıskacında çaresiz bırakıldı. Telekom’un dışında özelleştirilen bütün işlemler çökmekte, küresel güçlerin kurduğu finans sermayenin iflas aşamasına gelmesi; korumacı, kamucu, hatta devletçi seçenekler kullanmak zorunda kalmasıyla işler sarpa sarmaya başladı. İşte bu nedenle ele geçirdikleri ülke varlıkları kriz içerisine giriyor, hepsini satıyor. Bunun üzerine bankalardan kredi almaya başladı ve onları da batırarak, ülkeden çekti gitti. Bu durum, bankaların da iflasına neden oldu. O nedenle çok sayıda banka ülkeyi terk ediyor ya da Arap ortak arıyor... Batık durumda Hiçbir denetim olanağı, sağlanmadan yapılan bu satışlar, “Teftiş Kurulları” ortadan kaldırılarak gerçekleştirildi. Daha sonra ülkede denetim kurumu kalmadı, Sayıştay bile işlevsizleştirildi. Büyük tartışmalara neden olan bu özelleştirme, Telekom’un kasasındaki parası dahi satılan kişinin ilk taksit ödemesini gerçekleştirmesine yaradı. Satış bedeli son derece komik rakam olarak aylarca tartışmalara sebep oldu. İşte bugün gelinen nokta, o zamanki hukuksuz işlemlerden belli oluyordu. Ödemesi gereken 2 kredi taksitini ödeyemediği için yüzde 55 hisseye sahip olan Oger, kurum hisselerini elden çıkarabilmek için arayış içerisine girdi. 290 milyon dolar olan mart ve eylül taksitlerini ödemedi. Borç aldığı bankalar Akbank, İş Bankası ve Garanti Bankası gibi birçok banka fay kırılmaları yaşadı. Oger, sonunda hiçbir ödeme yapmadan Telekom’u ortada bırakarak sorumluluktan sıyrıldı. Özelleştirmelerle elde edilen gelirin 59 milyar dolarlık bir kaynak yarattığını ilgili bakanlar zaman zaman açıklıyorlar. Bu paraların bölünmüş yollar dahil bazı tüketim alanlarına harcandığı belirtilmekte. Telekom’a Hazine’nin el koyması işe yaramadı İflas eden THY’ye 12 milyar dolarlık Trump’la Boeing marka uçak anlaşması yapmak, 250’den fazla süper lüks zırhlı makam aracı almak, onlarca makam uçağı almak... Çöken ekonominin altında kalan Telekom’a Hazine tarafından el konulduğunu halkımızın Reuter haber ajansından öğrenmesi çok acı verici. Lübnan Başbakanı Saad Hariri, STC ile ortak olduğu Oger Telecom şirketi, 2005 yılında Türk Telekom’un yüzde 55’lik payını alarak, ülkemizin ekonomisine katkıda bulunacağı beklentilerine neden olmuştu. Ancak beklentiler iflasla neticelendi. Oger Telekomünikasyon AŞ (OTAŞ) adındaki şirket aracılığıyla sağlanan bu satış işlemini, devletin sırtına, dolayısıyla halkımızın emeğine yüklemiş oldu. İki bankadan alınan 75 milyar dolarlık yeni kredi, 3 kez alınan ek sürelere rağmen ödenmemiş ve yeni yapılandırma taleplerine neden oldu. Diğer ortak Saudi Telecom’ un da, bu konuda katkı koyacak durumda olmadığı, Suudi Arabistan’da işlerinin hiç iyi gitmediği, iflas noktasında bulunduğu ortaya çıkınca, Hazine olaya el koymak zorunda kaldı. Oger, 2013 yılında 4.75 milyar dolarlık krediyi ödeme sıkıntıVsı içerisine düşünce; Akbank, İş Bankası ve Garanti Bankası deprem yaşamaya başlamış, ayrıca bu krediye destek veren 30 civarındaki banka da etkilenmiş bulunduğu haberleri yerli ve yabancı ajanslara düştü ve Telekom, halkımızın sırtına yüklenen yeni bir yük olarak kaldı. olaylar ve görüşler Yükseköğretimin temel sorunları Bilim, doğası gereği evrenseldir, toplumun içinde yapılır, halka üstten bakmaz. Bilim insanı mütevazı ve alçak gönüllüdür. Prof. Dr. Ahmet Özer Toros Üniversitesi ahmet.ozer@toros.edu.tr Üniversitelerimizin hem akademik yeterlilik ve yaratıcılık hem eğitim öğretim faaliyetleri hem de üniversitetoplum diyoloğu ve etkinliği bakımından çağdaş üniversite düzeyinin altında bulunduğu genel bir kabul görmektedir. Bunun böyle olmasında hiç kuşkusuz tarihsel ve toplumsal koşullar yanında, genel olarak sosyoekonomik gelişmişlik düzeyinin ve bir bütün olarak sistemin payı büyüktür. Ancak asıl sorun üniversitenin kendi iç işleyişindeki yapısal, akademik ve demokratik yapılanmadan ve bu yapılanmanın yarattığı koşullardan kaynaklanıyor. Bilim ve özgürlük Bilim üretmenin en önemli koşulu, özgür düşünce ortamıdır. Böyle bir ortam yoksa bilimi üretenler riskleri göğüsleyip bu ortamı yaratmak durumundadır. Çünkü nerden gelirse gelsin direktiflerle, emirlerle, yasaklamalarla bilimsel çalışma sürdürmek mümkün değildir. Bunlarla ancak resmi ideoloji üretilir, bilim üretilemez. Burada işin temel felsefesini özetleyen iki önemli anahtar kavram devreye giriyor: Özerk yönetim, özgür bilim. Temel amaç, üniversitede araştırma ve bilimsel çalışma yaparken ya da öğrenci yetiştirirken kullanılan yöntem ne olursa olsun, özgür düşüncenin ve özerk yönetimin önemini ortaya koymak, özgürlük ve yaratıcılık arasındaki fonksiyonel ilişkiyi kaybetmemektir. Çünkü özgür insan yaratıcı insandır; yaratıcılık üretimi, üretim zenginliği, zenginlik ise refahı yaratır. Bilimsel gelişmeye ket vuran bariyerler Buna rağmen bilim insanı yaratıcılığı engelleyen üç temel bariyer (otorite, gelenek ve kişinin kendisi) ile karşı karşıya gelebilir. Kişi herhangi bir otorite endişesiyle hareket ederse korkar, siner ve bir süre sonra otosansüre başvurur, bu da onu yaratıcılığktan uzaklaştırır. Türkiye’de durum hâlâ bu düzeydedir ne yazık ki... Bunun olmaması için öncelikle bilimsel çalışma yapan kurumların kurumsallaşarak kişilik kazanması gerekir. Bu da çağdaş bir üniversitenin zorunlu olarak sahip olması gereken iki özelliğini öne çıkarıyor. Bunlar bilimin özgür, yönetimin ise özerk olmasıdır. Türkiyedeki yüksek öğretim paradigması içinde ne bilim tam özgürdür ne de yönetim tam özerk.. Nasıl bir üniversite? Kalkınmanın kaynağı insandır. İnsanı dönüştürmenin en etkili yolu eğitimdir, eğitimin de en üst düzeydeki yapılanması üniversite kurumudur. Peki, bu denli önemli olan üniversite nasıl olmalıdır? Çağdaş anlamda bir üniversitenin üç önemli fonksiyonu vardır. Bunlar, bilimsel araştırma yapmak; eğitimöğretim yapmak ve halk üniversite diyaloğunu sağlamak. Bilimsel araştırma yapan üniversite Bilimsel araştırma yapmak, bilimsel bir nosyona, bilimsel bir ortama sahip olmayı gerektirir. OysaTürkiye’de genellikle, bir ömrün sonunda, üniversitelerin tozlu odalarında, sesini soluğunu çıkarmadan oturabilenler sonunda doçentlik ya da profesörlük payesine ulaşıyorlar. Nâzım’ın dediği gibi “üzüm üzümken güzeldir, ezildikten sonra ha şıra olmuş ha pekmez, hiç farketmez.” Bir diğer husus da araştırmanın mali boyutudur. Üniversitelerde bilimsel araştırmaları desteklemek için kurulmuş olan “Araştırma Fonları” son bir kararla kaldırılmış ya da başka birimlerle birleştirilmiştir. Hal böyle olunca öğretim elemanları bilimi ilerletmek, çoğaltmak, yenilemek, yenilikler ortaya koymak adına değil, akademik yükseltme için aranan asgari koşulları yerine getirmek için (çoğu göstermelik olan) yayınlar yapmak zorunda bırakılıyorlar. Böylece üniversite, evrensel bilim için önemli olan bir olanak iken, adeta güncelin geçici kazançlarına feda edilmektedir. Nitelikli öğrenci yetiştiren üniversite Üniversitelerin ikinci önemli fonksiyonu eğitim öğretim yapmalarıdır. Her sene 2 milyona yakın kişi üniversite sınavına girdiği halde, bunların ancak beşte birinin yükseköğretim kurumlarına yerleştirilmesi büyük bir sorundur. Üniversiteye girenlerin de bir kısmı tercihleri ve istekleri doğrultusunda değil de sistemin öngördüğü dayatmalar sonucu ve çoğu zaman istemedikleri dallara ve bölümlere savrulmaktadır. Böylece harcanan yılların sonunda mezun olabilen öğrenciler bu kez üniversite mezunu olarak işsizlik ordusuna katılmaktadırlar. Bu kısırdöngü hâlâ birbirini besleyerek ve büyüyerek devam etmektedir. Halkla diyalog kuran üniversite Yaklaşık 700 yıl önce El Ceziri, “Uygulamaya geçmeyen bilim doğru ile yanlış arasında bir yerdedir” demişti. Bu güzel sözün de belirtmiş olduğu gibi bilimsel bilginin bir fonksiyonu da insanoğlunun yaşamını giderek artan oranda kolaylaştırmasıdır. Bunun için de elde edilen bilgilerin uygulamaya geçirilmesi gerekir. Bu da ister istemez üniversite ile çevre ilişkilerini gündeme getiriyor. Daha önceleri adeta fildişi kulelerine çekilmiş olan üniversiteler ve onun bilim insanları artık bu kulelerden çıkmalı, halkın içine inmelidir. Bilim doğası gereği evrenseldir, toplumun içinde yapılır, halka üstten bakmaz. Bilim insanı mütevazı ve alçak gönüllüdür. Fakat üniversite ile halkın diyaloğunu sadece sermayeüniversite diyaloğuna indirgemek yanlış olur. Günümüz üniversitelerinde üniversite halk ilişkisinden daha çok bu anlaşılmakta, üniversiteler böylece giderek sermayenin eline ve emrine girmektedirler.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear