26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Cuma 12 Ağustos 2016 TASARIM: İLKNUR FİLİZ haber 7 İki İslami güç odağının ‘kardeşçe’ başlayan Hısımlıktanittifakının ‘kana kan’ bir ihtilafa dönüşmesinin seyri hasımlığa AKP, selefi olan “Erbakan hareketi”nin yaptığı gibi dünya ka 2000’ler dönümünde geldi. 2000’de yaşanan büyük öl çekli ekonomik kriz, halkı ve pitalist sistemine gerçek ya hükümeti vursa da bu ‘yeni da hayalî, doğru ya da yanlış burjuvazi’ye çok dokunmadı. meydan okuyan bir söylemin 2002 seçim sürecine dün asla üreticisi ve destekçisi ol ya sisteminin Türkiye için madı. O, Türkiye’de gelenekçi “krizkırıcı” olarak gönderdi muhafazakâr kitlenin kapi ği Kemal Derviş’in rehabili talizmle barışık hale geldi tasyonuyla girildiğinde umu ği noktada siyaset sahnesine mi manzarada göze çarpan merhaba demiştir. “Türkİslâm sentezi” ideolojisi lar şunlardı: Palazlanmış bir Tayyip Erdoğan şüphesiz ideolojik ve politik varoluşunda Erbakan’a maddimanevi çok şey borçludur. Ama o, bir siyasetçi olarak yetişme sürecinde aslî be eşliğinde telkin etmiştir. “28 Şubat”ın kendisi başlı başı na hata olmanın ötesinde bir diğer hatası da Gülen’i ülkeden kaçırmak oldu. Bu, pratikte onun ek dindarmuhafazakâr yeniburjuvazi... 28 Şubat’tan müşteki geniş bir muhafazakâr halk kesimi... Bunların ikisi arasında kültürel irtibatı kuran Gülen hareketi... Ve ‘Mavi Marmara’ Çatlağı lirleyen olmuş Erbakan Hoca’yı “değilleyerek” yükseldi. Bu, bir başka “Hoca” ile irtibat ve it tifaka yönel me ile olmuş tur. Hepimizin bildiği üzere o hoca, “Fethul lah Hoca”dır. TAatyafyun Hâlbuki Erbakan’ın Gülen’le yıldızı ta en baş meğine yağ sürdü. Öncülük ettiği hareketin ulusal sınırlardan taşıp küresel hacme ulaşması da bir bakıma 28 Şubat darbecilerine borçlu olunan bir gelişmedir. Müslümanburjuvazi Türkiye 28 Şubat’ı izleyen süreçte esasen iktidarsız koalisyon hükümetleriyle askeri bürokrasi güdümünde otoriteryan bir rejime maruz kalırken ülkenin iktisadî dinamiğinde bir yeni güç olarak “Müslümanburjuvazi”nin yükse “liberalizm”de buluşmuş eskisosyalist, postİslâmcı, geçmilliyetçi aydınlar topluluğu... Tohumları 28 Şubat darbesinde tespit edilebilecek bu paydaşlar buluşmasının sonucu, en kısa ve özlü şekilde ifade etmek gerekirse AKP’nin kitleselleşmesi, “Gülenizm”in de küreselleşmesi olmuştur. Türkiye’nin ufkunda beliren ve küresel kapitalizmi “nimet” sayan iki İslâmi güç odağının ilişkisi, o andan itibaren ülkenin geleceğini AKP, askeryargı ittifakından oluşan “Kemalist vesayet”i kırma yolunda onun üzerine Cemaat’le birlikte bir karşıittifak oluşturarak gitti. 27 Nisan eMuhtırası’nın (2007) fos çıkması, bu karşıittifakın gemi azıya almasında temel belirleyen olarak kaydedilebilir. Kırılma noktası da hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in 27 Nisan’ın ertesi günü yaptığı muhtırayı kınama konuşmasıdır. Ardından hem Cumhurbaş timi altındaki Özel Yetkili Mahkemeler devreye sokularak ve 12 Eylül 2010 Anayasa Referandumu sonucunda oluşan kitlesel moralmotivasyon eşliğinde bir tasfiye masıyla ilerleyen bu operasyon sürecinin iki net sonucu oldu. Bir, Kemalist askeri vesayet rejiminin Yargı’daki hâkimiyetiyle birlikte çöküşü. İki, Gülen Cemaati’nin ordu, yargı ve Emniyet bazında başlı başına bir “iktidar”, Hanefi Avcı’nın 2010’da yazdığı kitabında açıkseçik kullanıma soktuğu üzere “devlet içinde devlet” olarak yükselişi. (Daha AKP’nin “paralel devlet” tabirini kullanıma sokmasına zaman vardı ve o yüzden Avcı, bu “öncü” ifadeyi kullanmanın bedelini ağır tan itibaren lişi kristalleşmekteydi. biçimlendirmeye başladı. kanlığı seçimi sürecinde Ab ödedi!) hiç barışmamıştı. Erbakan’ın 1923’te Cumhuriyet’i kuran bü Bu “kardeşçe” ittifak ilişkisi dullah Gül’ün önüne engel ola Sonuçta AKP, kendince bir sisteme muhalif politik çizgi rokrasinin var ettiği laikmoder nin “kanakan” bir ihtilaf ilişkisi rak çıkarılan “367 (milletveki “hasım”ı yok ederken bu süreçte sine ve bunu fırsat bilip onun nist (Batılı) burjuvazi karşısın haline gelmesi, oradan da şu an li) krizi” erken genel seçimle aşıl kendisiyle birlikte hareket etmiş “terki”sinde yol alan radikal İslâmcılığa karşın Gülen, hem dünya ekonomik sistemiyle hem de Türkiye’de yürürlükteki resmi ideolojiyle barışık, sistemiçi bir dindarmuhafazakârlığı da Turgut Özal’ın 1980’lerden itibaren önünü açtığı bu dindarmuhafazakâr burjuvazi, büyük ölçüde Gülen hareketi ile de irtibat içinde güçlenip ülkenin gidişatına damgasını vuracak kapasiteye içinde bulunduğumuz çılgın, korkunç ve gözü dönmüş bir kanlı darbe girişimine evrilmesi, eğer 7 Şubat 2012 MİT Krizi baz alınacak olursa hemen hemen bir 10 yıl aldı denilebilir. dı; hem de AKP’ye karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nca açılan kapatma davası, sonuç itibarıyla “Yargı” erkinde bir sayfanın kapatılıp yeni bir sayfanın açılmasına doğru evrildi. Artık Cemaat’in etki ve dene operasyonu devredeydi. Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, Askeri Casusluk, Oda TV gibi davalar ve HSYK’nin yeniden yapılandırıl ve kendisi tarafından önü açılmış bir müttefik (hatta “hısım”) olarak Cemaat de artık ona “yeni hasım” olma yolunda büyük mesafe kat etmişti. “17/25 Aralık”a giden yolun önü böyle açıldı. 17/25 Aralık ‘PatlaGı’ Ancak şunu da kaydetmeden geçmemek gerekir: Aslında 2002’den itibaren işlerlikteki “PartiCemaat” iktidar sürecinde görünürde her şey güllükgülistanlık hissi uyandıracak şekilde olsa da derinden akan sularda “koalisyon”un ortakları arasında ihtiyat hep vardı. Karşılıklı birbirini tartmalar, yer yer de nezaketle kamufle edilmiş gerginlikler akan zaman içerisinde giderek daha belirgin şekilde kendisini göstermiştir. Bu bakımdan kamuoyuna yansıyan en berrak veri, “Mavi Marmara” olayı sonrası Gülen’in “İsrail’e danışılsaydı keşke” şeklinde gündeme gelen sözleridir. Henüz 2010 Referandumu bile yapılmamışken sarf edilmiş bu sözler, “Parti” ile “Cemaat”in bir yol ayrımına gelişinin ilk ipuçlarını sundu. Sonrasında hâlâ birlikte hareket etme durumu devam etmişse de hiçbir şey artık eskisi gibi olmamıştır. Fethullah Gülen’in Gazze açıklarında Türk yardım gemisine İsrail saldırısına ilişkin yaptığı bu aykırı değerlendirme, hem AKP, hem de Cemaat cephesinde telaşla ama ilginç şekilde de “Telaşa mahal yok” tarzı göstermelik bir yaklaşımla savuşturulmaya çalışıldı. AKP içinden gelen yorumlar gayet edilgendi. Mesela Bülent Arınç (tecrübesini konuşturarak!) “Hocaefendi”nin tavrına ilişkin çok şey söyleyip aslında hiçbir şey söylememeyi şöyle becerdi:  “Şimdi bu olay karşısında muhterem Hoca Efendi’nin konuşmasının bana ne anlama geldiğini soruyorlar. Hoca Efendi her zaman olduğu gibi doğruyu söylüyor. Her şart altında, her durum altında ve her şeye rağmen müspet hareket etmeliyiz ve bunun imkânlarını araştırmalıyız. Zulme uğrayabiliriz ama zalim olmayacağız. Müspet hareket budur ve bu hareketdiütGnaüeüykaalaiepüidaneaei’eiddnaeasnköhzalezerarknieymsleıTşhütıürrkk.”üiyme’ede de 1725 Aralık’ın baş aktörü Rıza Sarraf bugün ABD’de tutuklu. tin olaya yaklaşımı arasındaki mesafeyi kapatma yolunda çabalar Cemaat cephesinden de geldi. “Hocaefendi”nin her zaman politik konulara uzak durmayı tercih ettiği, “‘ulul emr’e itaat” anlayışını benimsediği söylendi.  Hâlbuki “İsrail’e danışılmalıydı” diyen Gülen, apolitik değil, hayli politik bir tutum içindeydi. Onun duruşu, AKP kurmay heyetinin o dönemde söz konusu duruşunun tam tersiydi ve o, hiç ama hiç onlar gibi düşünmemekteydi. Sözgelimi İsrail’e ilişkin AKP retoriğinin merkezinde yer alan “haydut devlet” nitelemesinden Gülen’in söyleminde eser yoktu. İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) İsrail’in izni olmadan Gazze’ye yardım götürmesine eleştirel bakıyor, önceden “İsrail’le uzlaşma” yolunun seçilmemiş olmasını “otorite”ye başkaldırmak şeklinde tanımlıyordu. Kendi hareketiyle ilişkili bir dernek Gazze’ye yardım götürmek istediğinde de onlara “İsrail’den izin alma”ları gerektiğini söylemişti. Erdoğan başta olmak üzere herkesin İsrail’in “kan gölünde yüzdüğü”nü söylediği bir ortamda o, “Gördüğüm şeyler çok çirkindi” demekle yetiniyordu. Bunlar, kendisinin politikaya uzaklığını ısrarla vurgulayan Cemaat mensuplarının aksine Gülen’in son derece “politik” konuştuğunu işaret eden sözlerdir. O, küresel dünyanın hâkim güçlerini rahatsız etmemeye titizlik gösteren bir politika izliyordu. Dolayısıyla “Mavi Marmara” olayı, özünde 2002’den itibaren karşımızdaki “koalisyon”un temel motifini oluşturan, kapitalizme ve Batı’ya dost “liberal İslâm” düsturuna ilişkin olarak “ortaklar” arasında yorum ve konum farkının belirdiğini işaret eder. Bu kritik “çatlama”dan sonra hem iç, hem de dış politik gelişmeler, özellikle küresel sistem içinde daha rekabetçi pozisyon alma, bölgesel bir ağırlık merkezi oluşturma arzusuyla şekillenen dış politika stratejisi AKP’yi “Milli Görüş”ün, tabii Erbakan’la kıyaslandığında belki “özde değil sözde” denilebilecek şekilde savunucusu olma noktasına daha sık getirir oldu. Cemaat de artık Parti’ye yabancılaştı ve iktidarda ona “paralel” seyreder hale geldi. “Koalisyon” zımnen bozulmuştu. 2012 mit krizi “Mavi Marmara” temelinde beliren fikir ayrışması sonrasında işler sessiz ve derinden karşılıklı birbirini kollama stratejileriyle ama görünürde yine de güllükgülistanlık bir tablo çizmeye devam edilerek yürütüldü. Sözgelimi 2010 Referandumu’na desteğinden dolayı Tayyip Erdoğan’ı Pensilvanya’ya teşekkür ederken de gördük, Türkçe Olimpiyatları’nda “Hocaefendi”ye gıyabi iltifatlar yağdırırken de izledik. Sonra yavaş yavaş “müttefikler” arasında iktidar çatışmaları bariz şekilde kendini göstermeye başladı. Bunlar arasında, kamuoyu gündemine gelecek ölçüde bastırılamaz oluşuyla bir ilki teşkil ettiği söylenebilecek olan, 2012 MİT Krizi’ydi. Özünde MİT ve PKK arasında yapılan görüşmelerin suç addedilmesiyle Müsteşar Hakan Fidan başta olmak üzere teşkilat görevlilerinin savcılığa çağrılması, Cemaat’in Erdoğan AKP’sine yönelik sarsıcı olmayı arzulayan hamlelerinden biriydi. Denilebilir ki Cemaat, ilk defa doğrudan Parti’ye karşı devlet bünyesinde bir “içiktidar” mücadelesine girişiyordu. Elbette sonuç alabildiği söylenemez. Sonrasında karşılıklı gerilim, rahatsızlık ve hoşnutsuzluklar, bu defa Parti’nin, Cemaat’in temel faaliyet alanı ve “can damarı” demek olan dershanelerin üzerine onları kapatma önerisi eşliğinde gitmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu gelişme, Cemaat nazarında öfkeyi artırdı. Artık besbelli ki “ittifak” hükümsüzdü. Ama “ihtilaf” da henüz ayyuka çıkmamıştı. Bu, “17 Aralık Operasyonu”yla oldu. İstanbul Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ile Mali Şube Müdürlüğü tarafından 17 Aralık 2013 sabahı başlatılan operasyon, İçişleri Bakanı Muammer Güler’in, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın, Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın oğulları ile Ali Ağaoğlu, Rıza Sarraf ve Emlak Bankası Genel Müdürü Süleyman Aslan’ın gözaltına alınmalarıyla başladı. Kara para aklama dan ayakkabı kutularına istiflenmiş banknotlara kadar açılan yasal ve yasadışı dinlemelerle bezeli/destekli bir yolsuzluk ve rüşvet skandalı gözler önünde ifşa oldu. Yukarıda adı geçen üç bakana AB Başmüzakerecisi Egemen Bağış’ın da soruşturma kapsamında eklendiği operasyon, 25 Aralık’ta ikinci dalgası ile AKP iktidarının en tepesindeki isme kadar uzandı. Suudi işadamı Yasin El Kadı ile birlikte Erdoğan’a yakın işadamlarını rüşvet, sahtecilik, ihaleye fesat karıştırma, çıkar amaçlı suç örgütü kurma gibi suçlardan göz altına almayı hedefleyen girişim, AKP tarafından durduruldu. Buna yeltenenler görevden uzaklaştırıldı. Ve hepimiz, meşhur “Paralel Devlet” tabiriyle nihayet tanıştırıldık. Artık “ittifak” bitmiş, ihtilaf ve çatışma en amansız şekilde karşılıklı kartlar ortaya açılarak, kılıçlar çekilerek sürdürülür olmuştu. Şimdi bir tarafta “Allah evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın” diye Pensilvanya semalarına “beddua” ile açılan eller, diğer tarafta da meydanlarda kendilerine yönelik bir “dışkomplo”nun iç uzantıları eliyle darbe yapılmaya çalışıldığı iddiasıyla “İnlerine gireceğiz, inlerine” diye ateş püskürmeler vardı!.. Ardından da “FETÖ” tabiriyle tanıştık. Artık böyle tanımlanan yapıyla irtibatlı yazılı basından görsel medyaya, adliyeden Emniyet’e, finans kuruluşları ve diğer şirket yapılarına kadar pek çok kurum, kuruluş ve onlarla bağlantılı ismin soruşturmacezalandırma sürecine sokulduğu bir dönem karşımıza çıktı. Toplumca maruz kaldığımız lanetli darbe girişimiyle de bu tabir, hâlihazırda cehenneme dönmüş hayatımızın baş müsebbibi olarak önümüze konmuş, duruyor. hikmet Çetinkaya’nın yasaklanan dizisi C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear