23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
Pazar 19 Nisan 2015 EDİTÖR: MİNE ESEN TASARIM: BETÜL BERİŞE pazar yazıları 21 Kanada’nın dibindeki Fransası... ST. PIERRE/MIQUELON MAHMUT ŞENOL Nevruz, Su Bayramı’nın buluştuğu şiir festivali lk yolculuğumun ardından birçok kez gittim Azerbaycan’a. Bunlardan biri Baku Üniversitesi’ndeki bilimsel bir toplantı için, ötekilerin hemen hepsi edebiyat konusundaydı. Bu buluşmalar sırasında tanışıp yakın dost olduğumuz arkadaşlarımın sadece adlarını sıralamak uzun bir liste oluşturur. Başta Anar’ı saymalıyım. Onunla sadece Baku’da değil Moskova’da, İstanbul’da, Ankara’da, Paris’te birçok kez karşılaşıp görüştük. Moskova’da bir gün, o sırada bir hastanede yatmakta olan babası büyük Azeri şairi Resul Rıza’nın ziyaretine birlikte gittik... B İ baku ATAOL BEHRAMOĞLU ir devletin komşusu Fransa olunca, talihi şaraptan yana açık oluyor. “Üzümünü ye, bağını sorma!” misali, Kanada’nın Atlantik Okyanusu kıyısındaki, manzarası takvim kapağı gibi olan Newfoundland & Labrador eyaletini ziyaret edenler ve yerli ahali, Fransız şaraplarının tadına varmaktadır. Kanada’ya 21 km. uzaktaki Fransız toprağı diye tapu sicili olan adaların mahzenleri şarap doludur; SaintPierre/Miquelon adaları Fransa’ya aittir. Fransa, adalardaki halkını Kanada’ya emanet etmiş gibidir, zira St.Pierre/ Miquelon’ın tek temas noktası Kanada’dır. Buraya, Kuzey Amerika kıtası dibindeki AB’ye Schengen vizesi olmadan girip çıkılamaz. Çarşısında Avro ile alışveriş yapılır ama ABD Doları’na hayır denmez, ancak Kanada Doları şu sıralarda düşüştedir, azıcık nazlanır mösyöler, madamlar... Külek eserken Hamlet... St.Pierre/Miquelon anavatan Fransa’dan binlerce kilometre uzakta olunca, ticaret Kanada’ya yöneliktir. Ada halkı balıkçılıkla, bir kısmı kümesahır hayvancılığıyla, bazısı laf olsun diye tarımla uğraşır; turizm ve şarap asıl gelir kaynağıdır. İklim serttir, adalı Fransızlar bağcılık yapamaz, fakat şilepler ne güne duruyor, Fransa’dan yüklenen fıçı fıçı şarap buraya gelir, buradan Kanada’ya geçer. 1536’da, Kristof Kolombus’un ölümünden 30 yıl sonra, biraz da soğuk yerlere gidelim diye Kuzey’e dümen kıran Fransız denizcisi Jacques Cartier bu adalara yerleşmiştir. Önüne çıkan her adaya o vakitler bir ülkenin bayrağı dikilince, doğrudan toprak ilhakı sayıldığı için bugünkü Kanada’ya ait olması beklenen bu üç adadan oluşmuş toprak parçası Fransız kalmıştır; tarihi hikâyesi bu kadar. Şarapsever olarak bizi ilgilendiren kısmı, Kanada’da 1020 Dolar arasında satın alınamayan Fransız, hatta bu arada İspanyol, Portekiz şaraplarının burada, taş çatlasa, 2 Avro’ya satılmasıdır. O nedenle, Kanada’dan şarap hacılığı yapmaya bu adalara gidilir, zil zurna vaziyette geri gelinirken valizlerin içi tıka basa şişe doldurulur. Türkçeye tirbuşon diye girmiş bulunan şişe mantarı açacağı, Kanada’nın ucundaki Fransa’nın meşhur mahzendükkânının adıdır. Le Tire Bouchon isimli şarap dükkânında ayaküstü şarap tatması da mümkündür; peynir tabakları da ortalıktadır. St.Pierre/Miquelon Adaları hem ABD’deki 1920’lerde uygulanmış, hem de Kanada’da iki yıl evvelden başlatılmış meşhur alkol yasağında önemli rol oynamıştır; ada girişindeki turizm tanıtma bürosu bunu iftiharla anlatacaktır. Kaçakçılar geceleri sandal sandal şarap, daha önemlisi Fransız konyağı doldurup karşı kıyılara kürek çekmiştir. İşte bu dönemde adaya ciddi miktarda para girdiği sanılıyor, zira sokaklarındaki malikâne gibi evlerin kapı nişlerinde asılı levhalarda yapım tarihleri hep 192030 arasıdır. Kanada’nın küçük, denizci eyaleti Prens Edward Adası bu yasağı inatla 1948’e kadar sürdürünce, buraya şarap, konyak yasadışı yollardan girmiştir. Artık şarap götürmesi yasaldır, sadece şişe haddi bulunur; adam başına 10 şişeye eyvallah deniyor, ayrıca beyana bağlı. Kanada, vatandaşının beyanına itimat eder! Miquelon adasıyla, ondan daha büyük St.Pierre adasının sadece şarap satıp, çorbayı kaynattığı sanılmasın; Fransa, halen, yılda 60 milyon Avro tutarında yardımı adalara gönderir. Zira 30 saate düşürülmüş haftalık çalışma saatleri bir yana, adalı Fransız epeyi keyif ehlidir, ortalıkta pek hacimli işyeri, fabrika, büyük tarım alanı da görülmez. Adanın şöhretini şarapçı göstermekle haksızlık etmemeli. St.Pierre/Miquelon’da yaşayan 6 bin kişinin Fransız ruhu sokaklara yansımaktadır. Francala ekmeğinden çikolatacısına kadar sıra sıra dükkânlar, antikacıları, sahafları, şarküterisi ve kafeleriyle dolup taşan sokaklar bırakılıp da gidilecek gibi değil. Otel ve pansiyonlar da ehvendir ve hasılı, bütün bunlar, az evvel Kanada’dan buraya gelindiğini unutturuyor; yani, 25 dakikada Avrupa’dasınız. Fakat mevzu balıkçılığa gelince, Kanada’yla Fransa’nın arası şekerrenk! 1992’de Fransa’nın bu adaların çevresindeki kıtasahanlığını 200 mile tek taraflı çıkartmasına karşılık, Kanada mütevazı kalıp 12 milde balık avlamıştır. Bugün sorun giderilmiş gibi görünse de, Kanada sahil güvenlik botları Fransız sandallarını uzaktan gözlüyor, ötekiler de bu duruma Fransız kalıyor. Asayiş haberleri de L’Echo des Caps başlıklı gazetede yer alır. 6 bin nüfuslu adada 3500 adet satılır; her iki kişiden biri gazete okur. Gazete elbette Fransızcadır; İngilizceniz burada sökmez. LeChateau Kafe’deki garson kız arada fısıldıyor: “Buradaki herkes iyi kötü İngilizce bilir de konuşmaz, bilmezden gelir!” Neden diye sormayınız! Mesele, ta 1700 başlarında İngilizlerin burayı işgal etmesine, sonra Paris Anlaşması’yla Fransa’ya geri verilmesine, o günden beri İngilize karşı Fransızlığa kadar uzanıyor ki, bu epeyi uzun bir hikâyedir... msenol34@yahoo.com Şileplerle fıçı fıçı şarap Anar, Azerbaycan’ın uluslararası önemde ve değerde büyük bir yazarı, gerçek bir hümanist ve yurtseverdir. Hangi Baku yolculuğum sırasındaydı şimdi anımsamıyorum, fakat kentin ortasındaki bir meydanda, bir akşam üstü, Hazer’den esen sert bir rüzgâr (külek) saçlarımızı uçurup pardösülerimizi havalandırırken, Boris Pasternak’tan Azericeye çevirdiği Hamlet’i okuyuşunu hep anımsarım. Pasternak bu şiiri Azerice yazsa, herhalde tam böyle yazardı. Anar’ın bu çevirisi bana hep, bir ülkenin şiir dilinin gelişmesinde doğru ve güzel çevirilerinin ne kadar olumlu etkileri olabileceğini düşündürmüştür (Tabii, tersi de doğrudur aynı ölçüde, yani kötü çevirilerin olumsuz, bozucu etkisi...) Roman yazarı Maksut ve kardeşi oyun yazarısenarist Rüstem İbrahimov kardeşler. Öykü yazarları Ekrem Aylesli, Elçin Efendiyev. Şairler, Fikret Koca, (çok kısa süre önce ne yazık ki yitirdiğimiz) Va gif Samedoğlu, Ramiz Rövşen, şimdilerde bu şairler buluşması sırasında daha yakından tanıştığımız genç şair Salim Babullaoğlu, genç ve yetenekli öykü yazarları Günel Anarkızı ve Parvin, senarist ve yönetmen Oktay Mirkasımov ve elbette kardeş yakınlığındaki kadim dostum Türkologprofesör Tevfik Melikli. Geçen ay, dünya şiir günüyle Nevruz ve su bayramlarının buluştuğu 1822 Mart tarihlerine rastlatılan Baku Uluslararası Şiir Festivali sırasında Azerbaycan’ın sanat, şiir sever gençlerini de yakından tanıdım, Türkçeyi, şiirlerimizi, şarkıları içercesine dinleyip özümsediklerine tanık oldum. Bu festivale Finlandiya, Makedonya, Rusya, Ukrayna ve Özbekistan’dan davet edilmiş şair ve edebiyatçıların da Türkiye ve Azerbaycan Türkleri arasındaki bu yakınlığı imrenerek izlediklerini gördüm. Birkaç yıl önce bana Baku Yazarlar Birliği’nin “Resul Rıza Armağanı”nı (ödülünü) vermişlerdi. Bu son yolculuğum da Azerbaycan Cumhuriyeti “Medeniyet ve Turizm” Bakanlığı’nca “Türk halkları edebiyatlarına katkım ve AzerbaycanTürkiye edebiyat ilişkilerine hizmetlerim için” verilen “taltif/ övgü” diplomasıyla taçlanmış oldu. Sanat kenti Rönesansın kültür başkenti Floransa uzeyin uzun kışlarına alışamadım. Ne kadar dayanmaya çalışsam da şubat, mart deyince direncim azalıyor. Gene öyle oldu ve bu kez İtalya’ya kaçtım. Biraz Roma, biraz Floransa. Ama her iki kenti bir yazıya sığdırmak olanaksız. Öncelik editörümüz Mine Hanım’ın isteği üzerine rönesansın kültür başkenti Floransa. Toscana’nın da başkenti sayılan, Arno nehrinin ikiye ayırdığı Floransa, mimari yapısıyla, müzelerdeki tablolarla, heykellerle “müzekent” görünümünde. Dar sokakları, pastel renkli binaları, heykellerin süslediği meydanlarıyla tablo gibi. Floransa’nın neden rönesansın başkenti olduğunu, Floransalı şu isimler açıklamaya yetiyor: Michelangelo, Leonardo da Vinci, Dante, Rafaello, Alberti, Vasari, Dante, Petrarca, Botticelli, Machiavelli, Savonarola, Amerigo Vespucci. Ve her biri hayranlıkla seyredilen eserleri yaratan mimarlar. İtalya kiliseler ülkesi. Katolik kiliselerin özelliği çok süslemeli, şatafatlı oluşları. Kiliseleri gezerken “Acaba yoksulların dostu İsa Peygamber inse bu şatafatı görse ne der” diye düşünmekten kendimi alıkoyamadım. Floransa ile özdeşleşmiş olan Santa Maria del Fiore Katedrali ise diğerlerine göre daha sade kalıyor. Yapımı yüzlerce yıl süren katedralin kubbesi ve çan kulesi kent siluetinin üzerinde yükseliyor. Katedralin yapımına 1296’da başlanmış ama dış cephesinin Carrare mermeri ile kaplanarak tamam İçinde yaşayanlara nasıl gelir bilemem, fakat Baku her yolculuğumda bana durmaksızın yenilenen, fakat çirkinleşmeyip daha güzelleşen bir kent olarak göründü. Bir kent düşünün ki tam ortasındaki eğlence, dinlenme, alışveriş alanı motorlu trafiğe kapalıdır. Caddelerde tek bir çöp, kâğıt kırıntısı göremezsiniz. Baku halkı da tertemiz kentleriyle uyumlu bir dinginlikte. Orada bulunduğumuz birkaç gün süresince birkaç tane dışında klakson sesi duymadık, bağıra çağıra konuşan insan görmedik. Ben, eşim ve başka ülkelerden konuklar, sevgi dolu, sıcak duygularla ayrıldık Azerbaycan’dan ve Türkiyemiz için duyduğum derin üzüntü ve kaygıyla karışsa da Azeri kökenli bir ailenin çocuğu olmakla övünç duydum. Birleştirici dil olarak Türkçemiz K Kaçakçılıkla gelen para floransa OSMAN İKİZ Haftada 30 saat çalışma landığı tarih 1887. Katedrale bitişik olmayan 400 basamaklı, 84 metrelik çan kulesi ise 1359’da tamamlanmış. Katedralin dış cephesindeki kabartmalardaki ince işçiliği görünce inşaatın neden yüzlerce yıl sürdüğü anlaşılıyor. Katedralin fresk ve vitrayları çok estetik, duvarda asılı Domenico di Michelino’nun “Dante İlahi Komedya’yı Açıklarken” tablosu da çok etkileyici. Meydanlar, müzeler birbirine yakın olduğundan Floransa’yı dar sokaklarında ortaçağın havasını koklayarak gezmek gerekiyor. Katedral gibi kentin bir diğer simgesi de Piazza della Signoria (Beyler Meydanı). Bu arada Medici ailesini de unutmamak gerekiyor. Floransa’yı diktatörce yöneten tüccar aile. Müze haline gelen saraylardaki sanat eserlerini toplayanlar da onlar. Meydan’da en ünlü Medici Cosimo’nun at üstünde devasa bir heykeli var. Sarayın girişinde Michelangelo’nun 30 yaşındayken yaptığı Davud heykelinin kopyası. Heykelin aslı Galeria Dell’Accademia’da. Meydan açık hava müzesi. Sarayın köşesinde Ammannati’nin ünlü Neptune Çeşmesi. Sarayın içinde aslında birkaç müze oluşturacak kadar tablo var. Biraz ileride Galleria degli Uffizi de öyle. 45 odalı müze belki de dünyanın en önemli resim müzelerinden biri. Ressamları saymama gerek yok. Hepsinin eserlerini burada görmek mümkün. Bir simge daha. Arno nehrinin üzerindeki Ponte Vecchio, üzerinde kuyumcuların, mücevheratçıların bulunduğu köprü. Dükkânların üzerinde de iki yakayı birleştiren bir koridor var. Köprüden çıkınca ilerde gene Mediciler’e ait Pitti Sarayı’nı görmek gerekiyor. Zengin bir sanat koleksiyonu ve barok müzik dinleme arzusu uyandıran nefis bir bahçe. İtalya’da kahve lezzetinde hayal kırıklığına uğramıyorsunuz. Ama böyle bir turu atmosferi de keyifli olan bir kafe de tamamlamak istiyor insan. Piazza della Repubblica’da köşedeki 1733’den beri faaliyette olan Cafe Gilla beni hayal kırıklığına uğratmadı. Tersine o kadar keyif aldım ki, Floransa’da bulunduğum sürece sadece oraya gittim. Sadece kahveyi değil, dry martiniyi hazırlayan da işini biliyordu. Son durağım da orası oldu. “Arrivederci Floransa”, eskimeyen güzellik. osman.ikiz@gmail.com Ponte Vecchio... Beyler Meydanı Baku’ya bu son yolculuğumdaki söyleşilerimde dile getirdiğim bir düşüncemi burada da okurlarımla paylaşmak isterim. Bu düşünce Türkiye Türkçesinin ya da kısaca Türkçenin Türk soyundan halklar arasında ortak bir iletişim dili olması. Aynı Türkçe lehçeden (Oğuz lehçesinden) türemiş Türkiye ve Azerbaycan Türkçeleri hemen hemen aynı dil olmakla birlikte Türkiye ve Azerbaycan Türkleri arasında da anlaşma zorlukları olabiliyor. Türk dilinin çeşitli dallarından Kırgızlar, Türkmenler, Kazaklar arasında ve onlarla bizim aramızda kendi dillerimizle konuşarak anlaşmak, arada Türkçe sözlükler akıyor olsa da anlaşmak olanaksız. Nitekim Baku’daki buluşmanın davetlilerinden Özbekistanlı öğretim üyesiyle Rusça konuşuyorduk. Rusçanın, İngilizcenin, herhangi bir başka dilin dünya halkları arasında birleştirici bir iletişim dili olmasına elbette itirazımız olamaz. Bir zorunluluk, bir gereksinimdir bu. Fakat aynı soydan, aynı dil grubundan insanların birleştirici iletişim dili olarak Türkçe dışında bir dili kullanmak zorunda oluşlarını (birkaç başka dili rahatlıkla konuşan biri de olsam) beni yadırgatıyor. Şimdilik de olsa birçok bakımdan bir ağabey ulus konumundaki Türkiye’nin dili Türkiye Türkçesi, ya da kısaca Türkçe, neden bu iletişim dili olmasın? Bunun için yapılması gereken, söz konusu ülkelerin eğitim programlarında Türkçenin hiç değilse seçmeli dil olarak yer alması, bu yönde çalışma yapılması, girişimlerde bulunulmasıdır. Akıllarınca Türkçeyi küçümseyen, mezar taşı okusunlar diye çocuklarımıza Osmanlıcayı ve Arap elifbasını dayatan kafalarda böyle bir çalışma isteğine ve girişim arzusuna yer bulunabilir mi dersiniz?.. Samed Vurgun’un biraz Türkiye Türkçesine uyarlanan şiiriyle bitirelim: Dinle meni, gözel veten! Bir söz gelir üreyimden Azadlığın eşqiyle sen Güleceksen her bir zaman, Azerbaycan, Azerbaycan! Türk dönerinin Alman usulü Amerikanlaşması eçenlerde posta kutusuna gelen tanıtım, reklam broşürleri arasında bir tanesi dikkatimi çekti. Üzerinde küçük pide içinde bizim döner kebap, domates ve salata fotoğrafı vardı. “Verstkebap” yazıyordu. Broşürde ücretsiz tadım için adres olarak oturduğum Dallas’ın hemen kuzeyindeki Addison’daki şube gösteriliyordu. Kalkıp gittik, burası hem et, hem de tavuk döner makineleri dönen, klasik bir Amerikan fast foodaya 6 bin nüfusun yarısı gazete alıyor G TEVFİK DALGIÇ DALLAS tin olduğunu anlattı. Üniversiteli iki gencin girişimi küsü yemek yenilen mekânıydı. Öğle saati olduğu için içerisi neredeyse doluydu. Lezzetli, iyi pişmiş, bolca salatası olan, doyurucu bir döner yedik. İsteyene de Meksika usulü acılı sos... Fiyat Amerikan koşullarına göre pek pahalı değildi. Çalışanlar işyerinin bir franchise (zincir) ve merkezinin Teksas eyaletinin başkenti Aus Şirketin kuruluş hikâyesi de ilginç: Michael Heyne ve Dominik Stein isimli iki Alman öğrenci Teksas Üniversitesi’nin Austin’deki ana kampusunda işletmecilik yüksek lisansı yapmış. Ama ABD’de satılan yemekler onlara bir türlü Berlin’deki Türk lokantalarında, büfelerinde yedikleri döner kebapları unutturamamış. Bunun üzerine Türk dönerinin tadını pek de bilmeyen Ameri kalılara özledikleri döneri tattırmaya karar vererek bu yola çıkmışlar. Yurtdışındaki Türk işadamlarının bir türlü başarılı bir şekilde uygulamaya koyamadığı, büfe, lokanta ile sınırlı kalan dönercilik uğraşısı, Alman genci tarafından Amerikan usulü, fast food türünde bir iş modeli olarak yaşama sokulmuş. Alman gençlerin girişimi, bugünlerde Teksas’ın üç büyük kenti, Austin, Houston ve Dallas’ta Amerikalılara döner zevkini tattırıyor. tdalgic@gmail.com C M Y B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear