25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 20 KASIM 2014 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Dünya Felsefe Günü IOANNA KUÇURADİ Türkiye Felsefe Kurumu Başkanı 2 014 Dünya Felsefe Günü bugün kutlanacak. Bu “Gün”ü kutlamak için, son günlerde ülkemizin gündeminde olan bir konuyla ilgili bir kavram üzerinde durmak istiyorum: “makul şüphe” üzerinde. “Makul şüphe” bağlamında “makul” teriminin, iki şey arasında olması muhtemel, ama olup olmadığı henüz belli olmayan bir bağlantı dile getirmek için; ama aynı zamanda, iki şey arasında bir bağlantı olduğunu iddia etmek için kullanıldığını görüyoruz. “Makul” teriminden “akla yatar” olma, en geniş anlamıyla “akıl”dan da insansal bir yetenek olan bağlantı kurma yeteneği anlaşılırsa; “makul şüphe”, bir olay ile olayın geçtiği yerdeki bir ya da birkaç bulgu arasında bir bağlantı olabileceğini düşünmektir. Bu durumda, düşünülen muhtemel bağlantı sınanır, yani bulgu veri (“delil”) haline getirilerek, kurulan bağlantı doğrulanır veya böyle bir bağlantının olmadığı, başka bir deyişle bulgunun o olayla ilgisi olmadığı görülür. Burada bilgisel bakımdan yapılan, dolaylı bir saptama/bir tespittir. Bir bulgu veri haline getirilir. Böylece bu bağlantının saptanması sonucu bulgu delil olarak kullanılabilir ve “delilden sanığa” gidilebilir. Eğer bu bilgisel yol izlenmeden, bir olay ile bir bulgunun rastlantısal birlikteliğinden hareket edilerek, o olay ile bulgu arasında bir bağlantı olduğu iddia edilirse; rastlantısal bir bulgu veri ya da delil olarak kabul edilmiş olur, onunla da bu bağlantı iddiası kanıtlanmaya çalışılır. Bu, duruma “dışarıdan” bakanlara “makul” görülebilen, ama mevcut olmayan/uydurulan bir bağlantıdır. Ve bu uydurulan bağlantı birçok insana pahalıya mal olur. Birinci durumda, mevcut olan iki şey arasında mevcut bir bağlantının saptanmasıyla; ikinci durumda ise mevcut iki şey, ama aralarında mevcut olmayan bir bağlantı iddiasıyla karşı karşıyayız. Ne var ki, her iki şekilde kurulan bağlantılar, “dışarıdan” bakan birçok insana “makul” görülebilir. İlgili oldukları tek duruma bakılmadan ele alındıklarında, uydurulan bağlantılar da kendi başlarına “makul” sayılabilir. Bu da, farklı insanların “makul” olandan farklı şeyler anlamalarıyla birlikte, “makul şüphe”yi kaypak bir terim haline getiren ana nedenlerden biri oluyor. Bu düşüncelerle, felsefe bilgisinin yaşamımız için öneminin farkında olan herkesin Felsefe Günü’nü kutlar, bu bilgiyi etkili kılmaya çalışanlara başarılar dilerim. O Zeynep’ler, Bu Davutoğlu, Şu Suriye O Doç. Dr. KORAY ÇALIŞKAN Boğaziçi Üniversitesi İsmi Ali. En küçük kardeşi Cemil yerde oturuyor. Yüzü bir dünya gülüyor. Elleri buz gibi. Gözler kor. Adını soruyorum, hemen annesi Zeynep’e yaslanıp yüzünü kapatıyor. Yanakları nar. Zeynep Hanım Arapça konuşuyor; ama utanarak. Yabacı dilde insan daha kolay dileniyor, kendine yabancılaşıyor. Okuldaki arkadaşımın adaşı. Eşimin boylarında ve onun da adaşı. Eşi Ali yanlarında değil. “Nerede” diyorum Bu sefer Türkçe cevap veriyor. Çok ama çok kötü hissediyor. Uzatmıyorum, ben de Türkçe devam ediyorum. “O işte çalışıyor” diyor. Küfredip kaçan helva, Türkçe “İş mi buldu” diye soruyor. Duymamış gibi yapıyoruz. Zeynep Hanım oğlanı yanına çekip susturuyor. O sırada otoparkçı yanımızda bitiyor. Onun arkasından da sarı saçlı, kahverengi kaşlı iki kadın. “Koray Bey yazın bunları, televizyonda anlatın, getirdiler bunları, sokakta bıraktılar. Şimdi baksınlar” diyor. Yerde beraber oturduğum aileyi şeyleştirerek. “Öyle konuşmayın” diyorum. Daha da celalleniyor. “Ayıp” diyorum, kafamı çeviriyorum. Söylene söylene gidiyorlar. toparkçıya sordum. “Migros’u geçince solda” dedi. Elimde dört zarf vardı. İkisi okuldan arkadaşım Zeynep’in. Akkuyu Nükleer Santralı’na karşı Çevre Bakanlığı ve Mersin Valiliği’ne yazılan mektuplar. Postaneye girdim. İnsanı sıraya sokan kutunun önünde durdum. Posta gönderme düğmesine bastım. Bana bir numara verdi. Oturdum bekliyorum. Güvenlik “Abi bekleme” dedi. “Niye?” Burada kimse beklemezmiş... Beni “saf” buldular, mektupları elimden aldılar. Pul parasını verdim çıktım. Cadde üzerinde önüme iki çocuk düştü. Biri oğlum, diğeri kızım yaşında. Oğluma giydirdiğim özel okul ceketinin aynısından var çocuğun üstünde. Arapça konuşuyorlar. Üstleri başları kir pas içinde. Parlayan tek şey gözleri. İnsanız, çocuk gördük mü dayanamayız. Elim gayri ihtiyari saçını okşadı. Sert bir küfür salladı Arapça. Abisi “Ayıb ya Mohammed!” dedi, yine Arapça. Yanlarında durdum, “Inta mineyn ya helwa” dedim. Küfrü basan “helva” deyip koşarak annesinin yanına kaçtı. Ödü patlamıştı. Abiyle lafladık. Halepliymişler. Çok büyük bir imtihandan geçiyoruz. İnsanlık dersinden tahtaya kalkmış bir milletiz artık. Eskiden güzel atıp tutardık. Avrupa’da insan gibi muamele gören, çalışma izni olan Türklere, Kürtlere yapılan ayrımcılığı anlatırdık. Buyurun şimdi buradan yakın. 500 bine yakın Suriyeli aile, çıkmasını engellemeyi bırak, kaşımak için elimizden geleni yaptığımız Suriye iç savaşı nedeniyle ülkemizde. Aksaray, Afyon, Edirne, Tekirdağ, Ordu, Karaman, Tokat, Siirt, Düzce, Bolu, Zonguldak ve Anadolu’nun bağrı Kırşehir’in, bütün bu illerin toplam nüfuslarından fazla Suriyeli komşumuz memlekette. Büyük kısmı açta açıkta. Trafik ışıklarında egzozların kenarında dileniyor, bu onurlu ve güzel halk elini açmış bekliyor. Bu acının esas sorumlusu Esad’dan başkası değil. Ancak Esad’ın kim olduğu, nasıl biri olduğu, Rusya tarafından desteklendiği, dahası ordusunun tamamen ona bağlı olduğu biliniyordu. Hadi bizim gibi akademisyenlerin yazdıklarını bir yana bırakın, Esad’ın eli dizinde poz veren Erdoğan, kareye girmeye çalışan Davutoğlu biliyordu... Ne yapıldı? Dev aynasında, komşusunun rejimini değiştirmeye yemin etmiş, bırak iki adım ötesini, burnunun dibini göremeyen Türk dış politikası, bu iç savaş başlamasın diye çalışacağına, sınırın dibine menemen testisi gibi kamplar dikerek, muhalefeti silahlandırarak, hatta IŞİD’e dolaylı destek vererek güzel Suriye’nin yıkılmasını seyretti. Esad gitsin, gerisi tufan... İyi de Esad gitmedi. Gitmeyecekti. Giden bir halkın geleceği oldu. Nüfusun yüzde 10’u öldü. yüzde 35’i ülkeden kaçtı. Ticaret, aşk, siyaset... Her şey bitti. Eskiden bir diktatör vardı. Ama yanında hastaneler, okullar, düzen, ümitler, hayatlar, karnı tok uyuyan çocuklar vardı. Şimdi bir diktatör var ve savaştan başka hiçbir şey yok. Ne yapmalı? 1) Sorumlusu AKP hükümetidir. Önce onlara sormalı. 2) Ama AKP hepimizin hükümeti, bizim adımıza da yaptı. Bu yüzden bizim de sorumluluğumuz var. Suriyeli kardeşlerimize yardım eli uzatmalı. Bu güzel ve onurlu halka kollarımızı açmalı. 3) AKP’ye kızıp insanlığımızı unutmamalı. Bir Suriyeli gördüğümüzde mutlaka selamlamalı, saymalı. 4) Devlet eliyle yatacak yer, içecek çorbaları olsun diye hakiki adımlar atmalı. 5) AKP siyaseti kimseye iyi gelmiyor. Bunu her yerde anlatmalı. Ve daha da önemlisi, insanlıktan sözlüye kalktığımız bu günlerde her aile bir Suriyeli aileyi kardeş belleyip elinden tutmalı. Açta açıkta bırakmamalı. İsimlerimiz aynı. Yemeklerimiz aynı. Çocuklarımıza ayıp, birbirimize ayıp diyoruz. Yavrularımıza aynı heyecanla sarılıyoruz. Aynı boğazdan geçen aynı ekmekle doyuyoruz. Komşumuz açken tok uyumuyoruz. Uyumayalım. Ayıp olur. Hukuka Bir Darbe Daha mı? Türkiye’de adalet mekanizmasının geldiği yer belli: Ya Cemaat’in eline düşeceksin ya da AKP’nin... Yani “Kırk katır mı istersin, kırk satır mı?” hesabı! HHH Adaletin bu duruma düştüğünü bizzat AKP iktidarı, çıkardığı sözde “yargı reformu” yasalarıyla ve değişiklikler için kamuoyuna açıkladığı gerekçelerle ifade etti. Adaletin olmadığı yerde demokrasi nasıl işleyecek... Temel hak ve özgürlükler nasıl korunacak... Vatandaş kime güvenecek? HHH Kimse başına gelmeyince, bu durumun ne denli vahim olduğunu anlamayabilir... Ama şimdi önümüzde çok ciddi bir örnek var: Ünlü astrofizikçi Profesör Rennan Pekünlü olayı. Ege Üniversitesi öğretim üyesi Pekünlü, türbanın yasak olduğu dönemde, türbanlı bir öğrencinin öğretim özgürlüğünü engellediği gerekçesiyle 2 yıl 1 ay hapse mahkum edildi; cezası kesinleşti, hapse girecek. HHH Salı günü, öğretim üyeleri, meslek odaları, birçok STK ve bazı CHP milletvekilleri Pekünlü’nün hapse girmesini protesto etmek için Ankara’da bir yürüyüş düzenledi. Hukukçular bu konuda üç önemli yanlışa işaret ediyor: Birincisi, Pekünlü’nün durum tespiti için tutanak tutmak ve fotoğraf çekmek dışında bir engelleme yapmamış olması. İkincisi, Pekünlü’nün eyleminin, türbanı dinsel bir simge kabul eden Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına uygun olması. Üçüncüsü ise öğrencinin kayıtlarında devamsızlık bulunmaması. Ali Sirmen, Cumhuriyet’te, 7 Kasım’da, Yargıtay Onursal Başsavcısı ve Türk Hukuk Kurumu Başkanı Sabih Kanadoğlu’nun bu konudaki hukuki değerlendirmesine yer verdi. HHH Kanadoğlu, yukarda belirttiğim ilk iki noktayı bütün açıklığıyla vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Eğer bir suç varsa, AYM kararlarını bir genelgeyle uygulamadan kaldıran YÖK Başkanı ve bu genelgeye uyan üniversite rektörleri, değişik kararlarla buna yardımcı olan Ege Üniversitesi Rektörlüğü ve olup bitene sessiz kalan siyaset adamlarına aittir. Türkiye’de zor yetişen onurlu, ilkeli, gerçek bir bilim adamı ve adalet duygusu, dini her zaman olduğu gibi siyasete alet edenlere kurban edilmektedir. Adalet umudu, artık ne yazık ki Türk yargısında değil, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ndedir.” HHH Yazıklar olsun Türk yargısını bu hale düşürenlere! 500 bin Suriyeli
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear