23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
26 EKİM 2014 PAZAR CUMHURİYET SAYFA HABERLER 5 pansiyonlar, Paris, Londra, Berlin, Hamburg günleri, Münih gecelerinde Rum meyhaneleri... Bir Münih akşamında hem sarhoş hem de tek başınaydı... Kış erken başlamıştı... Eski dostlar, arkadaşlar, terk ettiği karısı ve çocukları... Aradan geçen bir 30 yıl... Maviler laciverte yenik düşmüş, sokak lambaları sönmüştü, sıla özlemi içine çökmüştü... Loise Bogan’la o akşam tanışmış, uzun uzun sohbet etmişti... Loise “dönsem bulutlar ülkesine” demişti elini omzuna koyup kulağına bir şeyler fısıldarken: “Şimşekler seni getirse Tutsak kentlerin içinden Seni yıldızlar bir bilse Böyle yakamazdı yürekten.” İçinde tufanlar kopmuş, bir aşk fırtınasına tutulmuştu... Loise yüzüne bakmış, şöyle seslenmişti ona: “Dumanlar içinde sen belirsen Sen belirsen de yaksan tekmil ışıkları Sen bir gece yarısı beklediğim Getirsen el değmemiş sevdaları.” O gece yıldızlar sevişirken tutsak kentlerin içinde dolaştığını fark etti... Aşkı yeniden duyumsadı yüreğinde... Yüreğinin derinliğinde bir okyanus kabardı köpük köpük! Sonra beyazlaşmış ağaçların üzerine konan kuşları görür gibi oldu... HHH Mevsim sonbahardı... Dolunayın büyüttüğü güz çiçekleri, o kıyı kasabasının denize bakan dağların yamaçlarında açmıştı. Taze bir sabahtan hüzünlü bir akşama yolculuk yaparken, Paris metrosunda Cemal Kıran’la yaptığı o doyumsuz sohbetleri anımsadı. Şükran Kurdakul’la Sofya’da geçirdiği günleri, acıları paylaştı, yalnızlığın resmini çizdi... Üç firari eski TKP’li, Fahri Erdinç, Ziya Yamaç ve Tuğrul Deliorman’ı... Onların ideolojilerini, romantizmini, yurt özlemini, geride bıraktığı çocuklarını... Uçuşan bulutlar, gizli gizli ağladığı sabahlar... Moskova Garı, Sofya’da geçirdiği yeni yıl, kaçak sevişmeler... İhtiyar yüzyıla meydan okuyordu; şakaklarında kelepçeler, içinde esen fırtınalarla... Sabah uyandığında Âşık Veysel’in 120 yıl önce bugün doğduğunu öğrenince, şöyle haykırdı: “Seversin kavuşamazsın, aşk olur!” Bu Tırmık’a bir “pazar yazısı” niyetine başladım. Hani pazar günleri bütün bir hafta boyunca üstümüze yağmur gibi inen haberlerin iç karartıcı baskısını hafifleten, biraz matrak, biraz uçucu, gülümseten yazılar âdet oldu ya, ben de ona benzer bir Tırmık döktürmek amacıyla bilgisayarın karşısına çöktüm. Bir okur mektubunu sunacaktım. Pazar sabahı gülümseyeceğinizi düşünmüştüm. Ama daha yazının ilk cümlelerini tasarlarken fark ettim… Hayır, bu matrak bir yazı olamaz. Tersine Türkiye toplumunu kılcal damarlarına kadar zehirleyen, insanları birbirini anlamamakta yeminli kılan düşmanlaşmanın, kamplaşmanın varacağı uç noktayı somutlayan bir okur emektubu bu. Yazan zat tek mektupla yetinmedi. Art arda üç emektup yolladı. Sonunda filtreledim; ondan gelen emektuplar doğrudan çöp kutusuna gidiyor. O yüzden yeni emektuplar da yolladı mı bilmiyorum. Ama ilk yolladıkları zaten yeter (hatta artar). HHH Şimdi sözünü ettiğim okurun yolladığı emektuplarını noktasına virgülüne dokunmadan aktarayım. İlki, Cumhuriyet’te yeniden yazmaya başladığım ağustos ayının ilk haftasında yollanmış. Aslında bana değil gazete yönetimine sesleniyor; herhalde bilgim olsun diye bana da göndermiş: “Aydın Engin denen adamı Cumhuriyet gazetesine kim aldı? Bu adam hangi başarısı, hangi yeteneği ile Cumhuriyet’te yazmayı hak etti? Cumhuriyet gazetesi Aydın Engin gibi yeteneksiz gazetecilere mi kaldı? Bu adam mahalle gazetesinde yazacak yeteneğe sahip değil, Cumhuriyette ne işi var?” HHH Gazete yönetimi cevap mı vermemiş, yoksa ilk yolladığı, adamı tatmin mi etmemiş, bilemiyorum. 25 Ağustos’ta bir emektup daha: “Engin denen adamı Cumhuriyet gazetesine hırsız Recep mi aldırdı? Cumhuriyetin, “Hallo Fatih’i” Aydın Engin mi? Bu adam Cumhuriyet gazetesine yakışmıyor. Bu adam zaten başka yerde’de Pazarınızı Berbat Etme Yazısı… yazıyor, birde Cumhuriyet’te yazmasına hiç gerek yoktu. Cumhuriyet okuru, Aydın Engin gibi sokak yazarlarını, cehaleti aklının önünde olan yazarları okumaz. Bu adamın işgal ettiği köşe, yetenekli birine verilebilirdi. Cumhuriyet gazetesi bu adama para veriyor mu? Bana kalırsa birileri bu adam için, bu köşeyi kiralamış... O zaman,Cumhuriyete gazetesi bu köşeyi kaça sattı?” HHH Benim okuduğum sonuncusu 10 Ekim’de geldi. Onlarca yurttaşımızın yaşamını yitirdiği, vandalizmin, provokasyonların kol gezdiği Kobani protestoları sırasında yazılan ve 1990’lı yıllarda Türk ve Kürt yurttaşları çatıştıramayan, iç savaş benzeri bir ortam yaratamayan güçlerin bu kez bir deneme daha yaptıklarına dikkat çeken ve kendince uyarmaya çabalayan Tırmık üstüne yazılmış. Şöyle diyor: “Türkiye’de bir iç savaş çıkmasını bekliyorsunuz, ben beklemeyin derim..şimdiden kıçına KINA yak... Allah sana akıl vermemiş, Ermeni piçi... Kendi kapasitende kendine bir iş bul, gazeteciliği beceremiyorsun, alt yapın yok, mantığın yok, bilgi  denen şeyden sende hiç yok...şerefsiz ve hayasızsın...onun bunun önüne attığı kemikle geçiniyorsun, parazit.. vampir...” HHH Bu zat öyle takma adların ardına saklanan biri de değil. Eposta adresinden anladığım kadarıyla Almanya’da yaşıyor. Adının yanında yüksek mühendis olduğunu da belirtiyor. Yani okumuş yazmış biri. Adı… Yok, efendilik de, adı da bende saklı kalsın. Yazdıklarından şiddetli bir AKP, dolayısıyla Tayyip Erdoğan “düşmanı” olduğu belli. Ancak üslubunun, düşündüklerini dile getirme yönteminin Tayyip Erdoğan’dan hiç farkı olmadığı da pek açık... “Acaba bu zatla ilgilenmesi gereken nefret suçlarına bakan savcı mı, yoksa iyi bir ruh hekimi mi” gibi ucuz takılmaların bu yazıda yeri olmasa gerek. “Tamam da bu zat özel bir durum. Genelleme yapılamaz” gibisinden iç serinletmelerin ise hiç yeri değil. Cumhuriyet’te yeniden başladığımdan bu yana aldığım birçok emektup, bu adamcağızın yazdıklarından çok farklı değil. Tamam, belki bu kadar ölçüsüz hakaret içermiyorlar, ama zihniyet olarak aralarındaki fark nitel değil, nicel. Hatta aktardığım emektupları okuyup “Adamın ağzına sağlık. Az bile yazmış” diyenler çıkarsa çok değil hiç şaşmam. Üstelik ve bence daha vahimi, bu sadece şu ya da bu nedenle Aydın Engin’e yönelik bir nefret, öfke ve karşıtlıkla sınırlı değil. Pek çok meslektaşımın buna benzer, hatta daha beter epostalar, telefonlar aldıklarını biliyorum; bilmediklerimi de tahmin ediyorum. Mesela Hürriyet’te yazan Ahmet Hakan, bizde yazan Hikmet Çetinkaya, T24’te yazan Hasan Cemal, Radikal’de yazan Cengiz Çandar, Oral Çalışlar, Taraf’ta yazan Hayko Bağdat bildiklerim. Sözcü’de yazan Emin Çölaşan’ın, Agos’ta yazan Rober Koptaş’ın, Yeni Şafak’ta yazan Ali Bayramoğlu’nun, Zaman’da yazan Mümtazer Türköne’nin de benzer mesajlardan epey nasiplendiklerini şiddetle tahmin ediyorum. Gözünüzden kaçmamıştır, rastgele örnekler seçerken birbirleriyle siyasal, ideolojik olarak epey farklı, hatta zıt yerlerde duran meslektaşları andım. Farklı düşünene yönelik bu açıklanması güç tepki, ülkede herkesi yavaş yavaş sarmaya başlayan bir zihniyeti somutluyor: Benden farklı düşünüyorsun! Öyleyse geber! Farklı düşünene yaşam hakkı tanımayan bu zihniyet, kendisine de yaşam hakkı tanınmayacak bir zehirli düşünce dünyasını beslediğini fark etmiyor olabilir mi? Galiba olabiliyor. Demokrasiyi imkânsız kılan, bir arada yaşamaya olanak tanımayan bu zihniyet üstüne ciddi bir tartışma başlatabilme umuduyla yazdım. Galiba pazarınızın da tadını kaçırdım. Hoş görün… Seversin Kavuşamazsın, Aşk Olur!.. Elinde kareli defteri vardı... Sayfalarını çevirmeye başladı... Yıllar önce yazdıklarını okudu bir çırpıda... Zaman hızla akıp geçiyordu... Tam o sırada mavi gökyüzünün yalnızlığı takıldı aklına... Başını göğe kaldırdı ve uzun uzun baktı. Bir Paris akşamındaydı... Biraz çakırkeyif, biraz da hüzünlü... Sürgün günleriydi... Pablo Neruda’nın yarım kalmış öyküsünü hep bu saatlerde anımsar, kendi kendine mırıldanırdı: “Gözlerim arar onu, çağırır yanıma. Yüreğim çağırır, ama yoktur bu sefer. Böyle gecelerdeydi, beyazlaşırdı ağaçlar. Ne biz eski biziz ne de geceler...” Yıldızlar gece yarısı buluşmalara hazırlandığı saatlerde, hayatın karatahtasını düşünürdü. Aşk, acı, hüzün, yalnızlık! Güneş batıp da sis çökünce evlerin çatılarına; kentin dayanılmaz iç çekişini solurdu... Çünkü o bir sürgündü... Paris’ten Londra’ya gittiği yıl mevsimlerden sonbahardı... O akşam yine sarhoştu... Karısını, çocuklarını özlemişti... Arkadaşlarının çoğu zindandaydı, elinden bir şey gelmiyordu... İdeolojik tartışmalar, doğrular, yanlışlar, dönenler, dönmeyenler... Satılmışlar pazarında namuslu, dik olabilmek! Yine bir sonbahar sabahında bu kez mavi tebeşir evlerin olduğu bir Ege kasabasında dünün ve bugünün karşılaştırmasını yapıyordu. Aradan 30 yıl geçse bile dönekler pazarında eski mallar alıcı buluyordu... HHH Kareli deftere siyah kurşunkalemle yazılmış notları okurken biraz zorlanıyordu... Çoğu silinmiş... Bir masal kahramanının o içten tümceleri zamanın içinde belki uçup gitmiş. O otel odaları, tek odalı evler,
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear