23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
1 KASIM 2013 CUMA CUMHURİYET SAYFA HABERLER Muhteşem güzellikleri barındıran Karadeniz, farklı dil ve kültürlerin iç içe geçtiği bir coğrafya 7 Sayısız diller ülkesi Başrolde Kafkas arısı Maçahel Vadisi, Batum sınırına en yakın vadi. Denizden 1250 metre yukarda, alışık olmayanların ay yürüyüşü yapmaları gerek. Bu bölge, küçük köylerden oluşuyor ve Karadeniz’in en içine kapanık bölgesi. Çünkü buralarda altı ay öyle bir kar var ki, hastalar kızaklarla önce Batum’a getiriliyor, oradan Türkiye’ye bir hastaneye geçiriliyor. Kar ambulansları var ama onlar bile buz tutmuş uçurumlardan yuvarlanıp telef oluyorlar. Altı ay dünyaya kapalı bu vadi, aynı zamanda türlerin birbirlerine karışmadığı saf bir floraya sahip ve bir arı, vadinin kaderini tümüyle değiştiriyor. Bu arının adı Kafkas arısı, Tema Vakfı’nın bölgede yaptığı bir araştırma sonucu ortaya çıkmış. Kafkas arılarından oluşan bir kovan, diğer arılardan oluşan bir kovana göre beş kat daha yoğun bal veriyor. Ve onlar sadece bu bölgede yaşıyor. Tema Vakfı, hemen bölgeye bir laboratuvar kurmuş ve Kafkas arılarından kraliçe arı üretimini bölge halkına öğretmiş. Şimdilerde bölgen, Erzurum ve Trakya bölgesine kraliçe Kafkas arısı ithal ediyor Amerika’ya da! Bu durum, vadi insanlarına bir başka güç vermiş, öyle ki hiçbir kaçak kovan ya da yabancı bir arıcı bu bölgeye giremiyor. Tema Vakfı’nın yaptığı belgeselde, bir tek bir arı cinsinin bile bölgeyi nasıl canlandırdığını, insanların hayallerini nasıl yukarı taşıdığını görmek mümkün. Artık bölge insanı çocuklarını okutabiliyor, artık bölge insanı kendisine kentlerde ev alabiliyor ve kızlarını, oğullarını şenlikli düğünlerle evlendirebiliyorlar. Üstelik bölgeden göç durmuş. Tam tersi geri dönenler var. Bu kalkınma modeli de bölgede illaki, termik santral, HES yapmak isteyenlere kapak olsun! Ey Özgürlük! İşte gördünüz, “kadının özgürlüğü” konusunda “yeni, çok yeni” bir adım daha atıldı; dört kadın milletvekilimiz türban taktılar. Özgürdüler, daha da özgürleştiler. Geride henüz özgürleşemeyen kadın ve erkek vekillerimiz var. Konu karmaşıktır ve siyasetin dar aynasında ancak bu kadarı görülebiliyor. Yoksa kadının özgürleşmesi daha yolun başındadır. Ayak izlerini her gün yeniden tarihe gönderen, onun kitabına ekleten zaman, bize bugün Eluard’ın “özgürlük” şiirini değil, tesettürün türküsünü söyleyenlerin hayal âlemine sığmayacak daha çok yenilikler gösterecektir. Ne var ki eski dille “samimiyet”, yenisi de çok güzeldir içtenlik, ayaklara dolanıyor. Siyasetin boyasıyla kirlenmiş sahte içtenlik, sarkacın geriye doğru salındığı bu zamanda her şeyin adını “özgürlük” koyarak ruhunu kurtarma peşinde olan liberali rahatlatabilir mi? Gerçek, giderek gerçeklikte kendini bulacaksa, özgürlük geriye giderek, sarkacın geriye salınımına tutunarak kendini bulamaz. HHH “Kadın kapanırsa özgür olur” diyenlerin içtenliğini, samimiyetini sınamak artık Meclis kapısının arkasına gizlenen siyasete sorulmayacak; soru bundan böyle siyasetin dar kalıbından çıktı; kadının kendisine hayatın dağdağası içinde soracağı soruya dönüştü. Kadınların bir şekilde bu sorunun yanıtını verecekleri kuşkusuzdur; çünkü özgürlüğün ne olduğunu anlamak onlar için zor olmaz. Zaman öğreticidir. Hitler’in toplama kamplarının kapısında “Arbeit macht frei” “çalışmak özgürleştirir” yazıyordu. O kamplara kapatılanlar özgürleşmiyor gaz odalarında can veriyorlardı. Özgürlükle iş arasındaki verimli ilişkinin arasına ölümü yerleştiren Hitler sonunda yenildi. Ama toplama kampında değil, hayatın içindeyseniz, bir işiniz varsa özgürleşme yolunda önemli bir alan elde etmişsiniz, ayaklarınız yere basmış demektir. Yok işsizseniz, özgürlüğünüz çok dar bir alanda yoksulluğun, açlığın özgürlüğü olur. HHH Kadın ise teoride insanın eşit olan öteki parçası olarak eşitsizliğin zincirleri içinde daha farklı bir yere doğru gider. O, çalışma hayatının dışına sürüldüğü zaman genellikle aylaklığın ve açlığın pençesine değil, dört duvar arasına kapanmanın, yani kölelik dersem kızan olur geliri olmayan ev işçiliğinin tuzağına düşer. Bu durumun konumuzla bir ilgisi var mı ya da ne ilgisi var? Zaman geçtikçe bu ilgi kendini daha fazla gösterecek, bugün medyada nasılsa kendine yer bulmuş şu kahredici haberin bir ucunda bu sahte ve dayatılmış özgürlüğün bulunduğu anlaşılacaktır. Şöyle diyor Dünya Nüfusunun Durumu Raporu: “Kız çocukları meslek sahibi olma ve çalışma haklarından yoksun bırakılmakta, ekonomik özgürlükleri engellenmekte, yoksulluk ve sağlık riskleri ile baş başa bırakılmaktadır. Türkiye’de 2549 yaşlarındaki kadınların yüzde 25’inin 18 yaşına kadar, yüzde 5’inin de 16 yaşından önce evlendikleri belirlenmiştir. Erken yaşta evlilik ve gebeliklerin önlenmesinde mevcut yasal düzenlemelerin uygulamalara yansıtılması önemlidir. Yoksulluğun giderilmesi, toplumda cinsiyet eşitliğinin sağlanması, toplumdaki geleneksel yaşam daha iyi yönde düzeltilir ise çocuk anneler azalacaktır.” Yine “Ne alaka!” diyen olabilir; hak veriririm onlara. Hele hele türban takan, tesettüre giren vekillerimizle hiçbir ilgisi, ilişkisi yoktur bu haberin. Haber çocuk yaşta evlendirilen kızları, eve kapatılanları ilgilendiriyor. Diyorum ki, şu küçücük dünyada akıp giden zaman içinde her şey her şeyle bağlıdır; vekillerimiz başlarını örtünce var olan özgürlüklerinden bir şey yitirmedilerse de, kuşkusuz sarkacın bu geriye doğru salındığı zaman diliminde “kadınlar kapandıkça özgürleşiyorlar” demek “mugalatadır”. Bu lafıgüzaf gerçekle, hayatla, bilimle, üstelik zamanla hesaplaşan dinle de bağdaşmaz; kapanan kadın değil, kadının özgürlüğü olur önünde sonunda. atı Karadeniz’i iyi bilirdim, gitmişliğim sıktı. Zonguldak, Sinop ve ilçesi Gerze üstüne çok yazı yazdım. Bölgelerinde termik santral yaptırmamak için direnen Gerzeli Amazonlar arkadaşımdır. Mücadelelerine az da olsa katkım oldu. Başardılar! Termik şimdilik Gerze’den uzak! Zonguldak’ta madenlere indim. Bu yeraltı kenti benim için inanılmaz mücadelelerin, hikâyelerin başkentidir. Trabzon’a da gitmişliğim vardır. Orada kendisine “Ben Fidel’im” diyen seksen dört yaşındaki Beşikdüzü Köy Enstitüsü mezunu Musa Hoca’nın belgeselini çektim. O günlerde ünü yurtdışına taşmış Sis Dağı şenliklerinde yaşadığım bir anıyı asla unutamam. Sis Da B ğı adından da belli, sisin içinde bir dağ. Ama durum şu, bir anda sizin bulunduğunuz tarafı sis basıyor ve siz hemen iki adım yanınızdakini göremiyorsunuz, çok değil beş dakika sonra siz sisten çıkıyorsunuz bu kez iki adım yanınızdaki sisin içine giriyor. Tuhaf bir saklambaç oyunu oynar gibisiniz. Dağın tam tepesinde keskin bir kaya var. Çevresi uçurum. Birden gencecik bir kızın o kayanın tepesinde oturduğunu görüyorum. Belki on altı yaşında belki on sekize yeni basmış, tam kayanın ucunda uçuruma bakıyor. Bedeni uçurumdan kayıp gitmeye hazır. Dehşet içindeyim, çünkü bu kayanın hikâyesini daha önce bana anlattılar. Yaşları anca on beşi bulan beş kız, ba baları onları huyunu suyunu bilmedikleri kocaman kocaman adamlarla evermesin diye, el ele tutuşup bu kayadan uçuruma atlamışlar. Kuş misali uçup gitmişler. Kız o kayanın üstünde oturuyor ve uçuruma bakıyor. Birden sis kayayı ve kızı kuşatıyor. Çığlık atıp kayaya doğru koşuyorum. “Hayır, ne olursun yapma!” Kayanın yanına geldiğimde sis ansızın dağılıyor ve kızı görüyorum, kendini atmamış. Ona sarılıp ağlamaya başlıyorum. O da ağlıyor. Hikâyeler gene beni sarmaya başladı; şimdi hiç görmediğim Trabzon ve ötesini görmek için yollara düştüm. Çamlıhemşin, Maçahel Yaylası, Ayder Yaylası, Fırtına Vadisi, Hopa, Rize ve şimdilerde Türkiye’nin en doğu yeni kentti Batum! İnadına sıcak, inadına neşeli Doğu Karadeniz hep hüzünlü, sürekli yağmurlu bir coğrafya olarak kalmış bende. Bunda gördüğüm filmlerin etkisi olsa gerek, bunlar hep hüznün başrolde olduğu filmler, özellikle, Alper Özcan’ın “Sonbahar”ı Ali Özgentürk’ün çektiği ve benim senaryosunu yazdığım “Balalayka” ve Semih Kaplanoğlu’nun “Bal”ı. Her zaman yağmurlu, soğuk ve sisli olan bu coğrafya, oralarda olduğum dokuz gün içinde Akdeniz’i aratmayacak sıcaklıktaydı. Karadeniz herhalde hiç bu kadar uysal olmamıştı. Yağmurlu, melankolik bir coğrafyada dolaşacağımı bekleyen bendeniz, dağlarda güneş banyosu yaparak bol bol ayı masalları dinledim. Karadeniz’de kaç lehçe olduğunu, kimin hangi dilden konuştuğunu öğrenince iyice bir şaşırdım. Bizi dağlara vadilere götüren arabamızın usta şoförü, tam bir Karadeniz beyefendisi olan Cumali Bey, özel taşınabilir belleğine, tüm lehçelerden, dillerden muhteşem türküler, şarkılar derleyip atmış. Yol boyunca araziye uygun şarkılar ve türküler dinledik. Cumali Bey, söz arasında kalbinin solda değil sağda olduğunu söyleyince, “herhalde espri yapıyor” diye bir an durduk. Evet, burası Karadeniz, milyonda bir rastlanacak bir durum işte karşımızda; Cumali Bey’in kalbi sağda. Korka korka kalbini dinledik gerçekten sağda. Bu ilk kez ilkokulda keşfedilmiş. Öğretmen çocukları koşturmuş, sonra da “Eliniz sol göğsünüze götürün kalbiniz attığını duyun” demiş. Cumali bakmış ki, solda atan filan yok, sağa doğru gitmiş kalp küt küt atıyor. “Öğretmenim benim kalbim sağda” demiş ve öğretmen kendisiyle alay ediyor sanım, Cumali’ye bir şaplak indirmiş. Sonra doktordan rapor almışlar. Dikkat uçurumlardan kalbi sağda bir şoförle ilerliyoruz! Derelerin korkulu oğu Karadeniz’de sadece Trabzon bölgesinde 130’a yakın HES var. HES açılımı şöyle: Hidrolik Elektrik Santralı. Şimdi bu fiyakalı ada bakıp, gözünüzde dev bir baraj canlanmasın. Bu HES’ler bölge insanlarının tabiriyle eski su değirmenlerinin biraz daha kabacası. Vadideki suyun yolunu değiştirip yüksekten akıtarak bir dinamonun çevrilmesiyle elektrik üretimi yapılıyor. Bütün Türkiye’deki HES’lerin üretimini toplasanız Türkiye elektrik üretiminin binde dördüne anca ulaşıyor. Peki, öyle de, neden bir HES merakıdır gidiyor. Birincisi kurulumu çok kolay, iki yılda tamamlanıyor ve inşaatında yaklaşık otuz kişi çalışıyor. İnşaat bittiğinde de çalışan sayısı bekçisiyle, teknisyeniyle beşi geçmiyor. Devlet bunun için epeyce bir para veriyor ve üretilen elektriği almayı baştan kabul ediyor. Yani az maliyetli bir iş. Öte yandan bölge halkı arasında yaygın olan bir kanı var. Bu HES’ler, daha çok yabancılar tarafından kuruluyor, çevresindeki tüm topraklar satın alınıyor, yabancıların bu iş için yerli bir işbirlikçi bulmaları gerekiyor ama bu hiç sorun değil. Türkçesi, bölgenin su kaynakları yabancıların eline geçiyor. 49 yıllığına. Artık ondan sonra ne olur, petrolden sonra en kıymetli mal olan su, kimlerin elinde kalır bu kocaman bir meçhul!.. Fırtına Vadi’sinde kurulmak istenen HES’lere karşı ilk kez 130 imza toplayarak dava açan vatandaş Mustafa’ya göre, bölge halkı durumu yeni yeni kavramaya başlamış. Şirketler öyle bir propaganda yapmışlar ki, sanırsın suların üstüne birer dinamo koyarak bölgeye acayip yardım ediyorlar. Ayrıca bölge halkı ne olursa olsun, bu HES’ler kurulsa da suları gürül gürül akacak sanıyor. Ne zaman ki, Rize’de Güney Suyu HES sayesinde kurumuş, bir kurbağa bataklığına dönmüş, millet uyanmış. Anlamışlar ki, bu HES’ler sularını kurutuyor, yolunu değiştirip börtü böceğe hayatı zindan ediyor. Tarımı tümden öldürüyor. Hop bir dakika, demişler; şimdi tüm derelerin bekçileri var. Öyle şak diye isteyen istediği yerde bir HES kuramaz. Mahkemeler, tehditler, satın alınmalar. Karadenizliler diyor ki; “Tamam kardeşim” diyorlar, “biz su akar Laz bakar, sözünü içtenlikle kabul ediyoruz. Su aksın öyle, yeter ki bizim olduğunu bilelim. Gün gelir petrolden kıymetli olur.” Fotoğraflar : Şengül Kaya Ayıları rahat bırakın Söz HES’lerden açılınca ayılar hemen konuya dahil oluyorlar. Karadeniz ormanlarında vahşi bir yaşam var. Doğrusu ben ormanlardaki patikalarda yürürken vaşak ayak izlerine rastladığımda acayip sevindim. İçimden bir de ayı görsek geçti. Çünkü bilinen o ki, buraları en çok ayıların. Karadenizlilerin bütün hayvanlara, en çok da ayılara büyük bir sevgisi var. HES’lere biraz da bu nedenden karşılar, dinamoların yaptığı gürültü ayıların uzun kış uykusuna yatmalarını engelliyormuş, bu nedenle ayı dengesini yitirip köylere iniyormuş. Hani ayı birini parçalasa bile, Karadenizlilere göre onun hiçbir günahı yok. Dolaşmasaydın onun topraklarında! Bal onları delirtiyor. Arı kovanlarını korumak için bin bir çeşit yol deneniyor. Örneğin Karadenizlinin biri yüksek direkler kurup kovanları direklerin üstüne koymuş, ayının bunlara erişmesi mümkün değil. Öyle mi, bir ayı yanında yavrusu kovanların başına gelmiş, bakmış bakmış sonra yavrusunu sırtına alıp kovanlara doğru uzatmış ve cup kovanlar yerde... Her yere ulaşan fareler de Karadeniz’e ait, erzak koruma deposu selenderlerin kazıkları üstündeki yuvarlaklara çıktıklarında pat diye gerisin geri yere düşüyorlar. Ayıları ve fareleri çözdünüz mü, Karadeniz’de yaşam kolaylaşıyor. D rüyası HES’ler Trabzon’daki Ayasofya (Kutsal Bilgelik) önce kilise olarak, 12501260 yıllarında Latinlerin istilasından sonra Bizans’tan kaçan ve Trabzon İmparatorluğu’nu kuran Kommenos ailesinden 1. Manuel tarafından yaptırılmış. O zamanlar ona el veren Gürcü Prensesi Tamara’nın da bu işe epeyce bir emeği geçmiş. Bu nedenle, binanın ön tarafında Gürcülerin bereket simgesi üzüm salkımları göz alıyor. Ve gene ön tarafta, ortaçağ Avrupa kiliselerinde görülen korkutucu dinsel freskler burada sıcacık renklere bürünmüş, Meryem neredeyse köylü bir Meryem olmuş. İsa nehri geçerken adeta çocuklaşmış. Sözün kısası freskler ben Karadenizliyim, diyor. Fatih Sultan Mehmet Trabzon’u alınca, burayı camii yapmıyor. Sürmela Manastırı gibi, işi sahiplerine bırakıyor ama 3. Murat 1584’te freskleri sıvayıp burayı cami yapıyor. Bir süre cami olarak VEDAT TÜRKALİ’NİN EŞİ Müzeydi cami oldu kullanılıyor, sonra adeta terk ediliyor. 1. Dünya Savaşı sırasındaki Rus işgalinde, sıvanan freskler yeniden ortaya çıkarılıyor ve burası hastane olarak kullanılıyor. Daha sonra 1956’da ön tarafa ilave edilen mihrap sökülerek freskler tam olarak meydana çıkarılıyor ve 1964’te burası müze olarak kullanıma açılıyor. 2013 yılının Haziran ayında bölgede Ayafosya adlı bir başka cami bulunmasına rağmen, Diyanet burayı yeniden cami yapıyor. Bu kez freskler sıvanmayıp çuval beziyle kapatılıyor. Şimdi yılda en az yüz bin kişinin geldiği bu muhteşem kilisede, çuval bezleri insanları karşılıyor. Bahçesinde yıkık bir pagan tapınağı bulanan muhteşem binaya bakıp, içimden “Yahu, diyorum, kilise olsa ne olur cami olsa ne olur, hepsi Karadeniz uşağı…” Merih Pirhasan yaşamını yitirdi Kültür Servisi Edebiyatımızın önde gelen yazarlarından Vedat Türkali’nin 72 yıllık eşi, tiyatro ve sinema oyuncusu Deniz Türkali ile sinema yönetmeni ve şair Barış Pirhasan’ın annesi, eski Türkiye Komünist Partisi üyelerinden Merih Pirhasan, dün Teşvikiye’deki evinde uykusunda yaşama veda etti. Son iki yıldır yatağa bağımlı olarak yaşayan Merih Pirhasan 94 yaşındaydı. Merih Pirhasan’ın ölümüyle ilgili olarak dün bir haber karmaşası yaşandı. Akşam saatlerinde sosyal medyaya Vedat Türkali’nin öldüğü yolunda haberler düştü. Ancak kısa bir süre sonra Deniz Türkali, babası Vedat Türkali’nin değil annesi Merih Pirhasan’ın yaşamını yitirdiğini açıkladı. 1919’da Samsun’da doğan Merih Pirhasan, lise öğrenimini tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde öğrenim gördü. Eşi Vedat Türkali ile birlikte Türkiye Komünist Partisi’ne katılan Merih Pirhasan, 1951’de eşiyle birlikte tutuklandı ve bir süre sonra beraat etti. Uzun yıllar Yapı Kredi’de görev yaptıktan sonra buradan emekli olan Merih Pirhasan, birçok dil biliyor ve çok iyi piyano çalıyordu. SÜRECEK
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear