25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHUR YET 1 TEMMUZ 2011 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Benim Davam Divana Kal(ma)sın! Düğüm ve Çözüm TUHAF bir ülkede yaşıyoruz; darbeciler ya da darbe hazırlığı yaptıklarından kuşkulanılanlar yargılanıyor da, darbelere sebep olan siyasal sorumluların yargılanmasına özen gösterildiği pek olmuyor. Yalnız 27 Mayıs sonrasında oldu ama darbe yapmış olanların yönetimde bulunduğu bir döneme rastladığı için süreç ve sonuç bakımından pek inandırıcı olmadığı gibi, sonraki siyasal dönemi de yaralayıcı oldu. arbelere meşruluk kazandırmak isteyenler, kendilerinden önceki dönemin meşru olmaktan çıktığını ileri sürerler. Ayrıca, ülkenin yönetilemez duruma düşmüş olması ve sistemin kilitlenmesi de pek sevdikleri nedenlerden biridir. Öyle olduğu içindir ki, iyi yönetimin vasıflarından biri, hukuka uygunluğun yanında, bir de işlerin hiçbir kilitlenmeye yol açmadan tıkır tıkır yürütülmesi olarak bilinir. Şimdiki düğümün hukuka uygun olarak bir an önce çözülmesi o bakımdan önemli. u açıdan bakınca, CHP liderinin Meclis’e girmemek biçimindeki boykot kararı yanlış. Tutuklu yargılananların aday olması ve seçilmesi dolayısıyla ortaya çıkan durumlar konusunda çok şey söylenebilir. O konudaki yargı makamlarının kararları konusunda da... Sorun, o değil. Sorun, bu durumdan ortaya çıkan düğümün yine hukuka uygun biçimde çözülmesi. Bu da ancak Meclis’in yapabileceği yasa ya da anayasa değişiklikleriyle mümkün. Bir günlük boykot, belki sembolik bir dayanışma jesti olarak hoş görülebilir. Ama bunda ısrar etmenin tutuklulukları biraz daha uzatmaktan başka “yararı” olamaz. Bu da yararsa eğer. icle konusu, ne yazık ki, aynı değil ve onu “kriz” denen düğümün bir parçası saymak da yanlış. Çünkü ortada, beğenelim beğenmeyelim, kesinleşmiş bir yargı kararı ve milletvekilliğine aday olurken bilinen bir anayasal yemin metni var. O yemindeki “bölünmez bütünlük” ve “büyük Türk milleti” gibi ifadeleri beğenmeyip değiştirmek için Meclis’e girmek ve bu ifadeleri ağza alınmayacak kadar kötü saymamak gerekiyor. Kaldı ki, bir devletin bütünlüğüne inanmadan o devletin parlamentosuna girmeyi istemek ve değişik etnik kökenli bireyleri birleştiren “millet” kavramının insancıl yüceliğini benimsemeden o farklı insanların hepsi için karar verici duruma gelmeye kalkışmak biraz tuhaf değil mi? Sistemin kucağına oturup sakalını çekmek olmaz. Bugün “Denizcilik Bayramı”. Bağımsızlığı ve Lozan’ı kazandırıp bu bayramların gururunu veren bir Cumhuriyet çok mu kötü, Allahaşkına? Soruyorum size... Ben şimdi çocuğuma “senin deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü ama yakıldı” nasıl diyeceğim? Ona hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış cehalet kadar korkunç olamaz derken aynı zamanda insanların bir gün tekrar diri diri yakılmayacağına nasıl inandıracağım? Eren AYSAN er yaşamın uzun bir gecesi var mıdır? Karaya çalan, esrarengiz, hayalin kâbusa, kâbusun gerçeğe aktığı geceden söz ediyorum. Kusursuz bir lanetin dokunduğu her yeri buldozer gibi yıktığı geceden… Ben o geceyi yaşadığımda on beş yaşındaydım. Çocukluğum bir anda bitti. Gençliğim ise ergen aynada kırıldı. 2 Temmuz 1993 gecesi akşam televizyonda “Sıvas’ta olaylar”dan söz edildi. Önce yirmi iki yaralı var, dendi. Babamın çarçabuk geleceğini düşündüm. Saat on haberlerinden sonra altyazılar geçmeye başladı. Otel yandı bitti, kül oldu, işte şu kadar ölü... O andan sonra tanıdığım yüzlerde hep gözyaşı oldu. Televizyonda İçişleri Bakanı Gazioğlu’nun açıklaması: “Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım.” Babam dördüncü isim. Sessizlik delip geçiyor bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, “Sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi yazarlarımız, sanatçılarımız var mı?” diye soruyor. Bakan birkaç dakikalık susuştan sonra “evet” yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum. Geçen on sekiz yıl boyunca “yenilgi” duygusunu üzerimden atamadım. Sanki o güne kadar her şeyin çözümü vardı. Sıkıntı ne kadar ağır olursa olsun, küçücük hayale yol açan umut da vardı. 2 Temmuz’dan bugüne peşimi bırakmayan bir duygu öfkeyse, öbürü de çaresizlik. Çaresizim. Üstelik bunun bir duygu değil, ağırlığını ve soğukluğunu günden güne hissettiren gerçek olduğunu biliyorum. Birileri benden çok önce bu gerçekle karşılaştı, birileri bunun farkında değil, birilerinin “çare” diye başvurduğu şeyse bana çok yavan geliyor. Babam ülkesini temsil eden bir yazardı, şairdi. Kısacık yaşamına sayısız ödül sığdırmıştı. Aynı zamanda doktordu, nöropsikiyatrdı. Hani bugün ülkemizde mumla aranan aydınlardandı. Zaten onu diri diri ateşe verenler yazdığı bir dizeyi okumuş olsalar, değil onu H D B ateşe vermek, boynuna sarılırlardı. Yıllar boyunca mezarına çiçek bırakırken, usulca ağlarken öğrettiği sağduyuyu yitirmemeye özen gösterdim. Ama zaman zaman gerçek cehennem oldu. İçimden taştı, gürül gürül akan ırmak oldu. Soruyorum size... Ben şimdi çocuğuma senin deden şairdi, yazardı, doktordu, bu ülkenin aydınlık yüzüydü ama yakıldı, nasıl diyeceğim? Ona hiçbir şey ayaklanmaya kalkmış cehalet kadar korkunç olamaz derken aynı zamanda insanların bir gün tekrar diri diri yakılmayacağına nasıl inandıracağım? Çünkü eğer kimlik bir vatandaşlık belgesiyse, babamın yanmış kimliği hâlâ çalışma masasında duruyor. Eğer kimlik devletin resmi belgesiyle babamın yanmış kimliği her gün bana bakıyor. Andre Gide’in ne zamandır aklımdan çıkmayan çok güzel bir sözü var, “Gerçeğin rengi gridir” diyor. O sözü yıllardır yüreğimi dağlayan Sıvas yangınına yakıştırıyorum. Bir yangın düşünün aradan geçen onca yıla rağmen için için yanıyor, külü hâlâ savruluyor, dumanı tütüyor. Bu nedenle ben de salt gerçekliğin rengi griye bakarken her gün Madımak Oteli’nin içten yandığını hissedebiliyorum. Sanıyorum bu ülkede katliamın arkasındaki gerçek sorumlular, aymazlar yargılanmadıkça, kaçak olan provokasyoncular yakalanmadıkça, bir metafor da olsa otelden gri bir duman yükselmeye devam edecek. Küller hâlâ savruluyor… Neler yaşadık? Sivas davasının başladığı ilk gün, davaya müdahil olmamıza rağmen duruşma salonuna alınmadık. İtildik, kakıldık. Madımak Oteli’ni ateşe verenlerin yanında, dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın duruşmaya girmesi bir başka acım oldu, sanıkların başta örgütsüz olduklarını iddia etmeleri, ardından af çıktıktan sonra örgütlü olduklarını dile getirmeleri hiç aklımdan çıkmadı. Güvenlik nedeniyle davaların Ankara’ya taşınmasının ardından sürdürülen yargılamalar sonucunda başlangıçta yüz Katliamın arkasındakiler D otuz sekiz sanık mahkum edildi. Ancak, sanıkların dördü yaş küçüklüğü, biri de akli maluliyet nedeniyle ceza indiriminden yararlandı. 39 kişinin beraatına karar verildi. Hükümlü sanıklar ve aralarında aranmakta olan Ramazan Önder ve Özkan Doğan’ın da bulunduğu 49 sanık, daha sonra yürürlüğe giren Topluma Kazandırma Kanunu’ndan yararlanmak talebinde bulunmalarına karşın, olayın ardındaki örgütler hakkında bilgi vermedikleri ve bunun dışında yeni bir açıklama getirmedikleri için istemleri reddedildi. Bu sırada yürürlüğe giren TCK’nin henüz tartışıldığı süreçte, cezaevinde bulunan 13 sanık, bu maddenin TCK’de olmadığı gerekçesiyle salıverildiler. Davanın en önemli sanıklarından Cafer Erçakmak hiç yakalanamadı. Şimdi soruyorum: 1. Emniyet tutanaklarına göre 15 bin kişi olan eylemcilerin kameralarla da saptanan ve aktif olanlarının yargı önüne getirilmemiş kısmı nerede? 2. Katliamcıların ellerini kollarını sallayarak dolaşıyor olmaları, vicdanları sızlatmıyor mu? 3. Katliamı engellemeyen ve araştırmayan güvenlik güçleri, jandarma, vali, diğer idari birimler, savcılık ve o günden bu yana iktidarda bulunanlar hakkında görevi ihmal soruşturması yapılmayacak mı? 4. Başta Cafer Erçakmak olmak üzere yurtdışında bulunan sanıkların Türkiye’ye getirilmeleri neden mümkün olamıyor? Onların birer katliam sanığı oldukları gerekli makamlara bildirilmiyor mu? 5. Avukatlarımızın esas hakkında mütalaasında tek tek sayılmış olan ve eylemi gerçekleştirdiklerini bildiğimiz örgütler neden araştırılmıyor? 6. 1993 yılından sonra işlenen bütün cinayetlerde bu ihmallerin ağır payı bulunmuyor mu? 7. Neden bir anda ölmüş beş PKK’li sanık, kafa karıştırıcı ilişkiler yumağı olarak ortaya atılıyor? Bunlar ortaya konulurken otelin önünde sekiz saat boyunca bağıra çağıra söylenen “Cumhuriyet Sıvas’ta kuruldu, Sıvas’ta yıkılacak?”, “Kahrolsun laiklik, yaşasın şeriat” sloganlarından neden hiç söz edilmiyor? Sıvas davası başka bir yöne mi kaydırılmaya çalışılıyor? Düşünün, düşünelim de benim davam, sizin davanız, bizlerin davası divana kal(ma)sın! Bu ülkede aydınların ölümleri o kadar da kolay olmasın! leri Demokrasinin Gerisi... “Meclis’e gelmezsen gelme” dedi.. Geliyorlar da ne oluyor?.. Sorun çıkartıyorlar... O konuşuyor, bu konuşuyor... Gelme... Şimdi sen geldin, oraya oturdun... Eeee... Faydası?.. Gelmezsen gelme... Başbakan “Şimdi ileri demokrasiye geçiyoruz” dediğinde, zaten ben acaba nereye geçtiğimizi düşünmüştüm... İşte: “Şimdi hep birlikte bir kucaklaşma şeklinde ileri demokrasi noktasına geçiyoruz” dediği için bağımsız milletvekilleri Meclis grup toplantılarını nerede yapıyorlar?... Diyarbakır’da... Kaldı CHP... Onlar da gelmezse daha da iyi... “Biz devam ederiz” diyor... Demek ki muhalefeti gereksiz gördü... Oysa ondan istenen tek şey; sadece evrensel hukuk... Zulümsüz... Eziyetsiz... Eşit... Adil, çağdaş... Suçsuzların cezalandırılmadığı... Adam gibi... Yani dünyanın tüm demokrasilerinde olandan... Ama anlamaz... Çünkü “ileri demokrasinin” gerisinde olanlar: İntikam... Nefret... Kin... O, balkonda konuşurken, bunlar balkonun altındaydı... Beklediler... “Balkon konuşması” bitti... Buluştular... Ve dün siz; kini, intikamı, nefreti dinlediniz... İleri demokrasinin gerisi geldi yani... İzleyin artık... Kalan gerisi de gelecektir... 1 Temmuz’un Önemi Oktay SÖNMEZ Denizci Yazar kıyıları genç kollarda o ugün 1 Temmuz. kristal mavide uçar giderdi. Çocukluğumuzda ne Bizim için 1 Temmuz buydu. olduğunu bilmez, Ne deniz ticaret filomuzun “yarış bayramı” der durumu, geleceği ne de yeni çıkardık. Gerçekte de o gemilerin ne zaman mevcut zamanki Giresun’un parkı filomuza katılacağı bizim deniz üstünde kurulu bir işimiz değildi. tribün gibi yukardan, hemen Oysa 1 Temmuz ile Lozan önündeki kayalıklara ve Antlaşması arasındaki ince onlardan 10/15 m açıktaki dokunmuş ilişki, aslında 1 kristal denize bakardı. 1 Temmuz’un bugüne kadar Temmuz’da tüm kent halkı sürmekte olan asıl amacını parka dolar, denizde gerçekleştirecek bir yapılabilecek her türlü diplomasi başarısıydı. Kim ne yarışmayı heyecanla izlerdi. derse desin buna karşı, o 100 metreler, 1000, 2000 günlerde 1 Temmuz gibi bir metreler. tavizin hem de denizci Hele yağlı direk devletlerden alınması sıradan bayıldığımız bir şeydi. bir başarı değildi. Gerçekten yağlanmış parlak Asıl ismini kabotaj bir direk üzerinde yürüyüp sözcüğünden alan bugüne direğin öbür ucuna ulaşmaya bağlı anlaşma, kısa bir özetle çalışan yarışmacı tam oraya vermek gerekirse varıp küçücük bayrağı sapından tutacakken çoğu kez denizciliğimize şunu sağlamakta ve deniz ticaret kayıp düşer, seyredenler filomuz için uzun süreli bir derin bir “ah” çekerek koruma oluşturmaktadır: hayıflanırdı. Sonra kürek “Denizler arası yarışları. Üç çifte, dört çifte. anlaşmalarla bir ülkeyi Altı çifteye kadar Karadeniz B çevreleyen ve o ülkenin suları olan denizlerde o ülkenin iki noktası arasında taşınacak hiçbir yük ve yolcuyu o ülke bayrağını taşımayan hiçbir gemi taşıyamaz.” Böylece de özetlenebilecek anlaşmanın asıl amacı bu ve halen devam etmekte. Ancak bu arada arkada bıraktığımız yıllarda neler olup bitti? Hatırladığımız kadarı ile Başbakan Mesut Yılmaz döneminde özelleştirme rüzgârı ile başlayan ve ne fayda sağladığı hâlâ anlaşılamamış olan bir politika ile ekonomimizin cumhuriyetin kuruluşunda atılmış temelleri olan bir sürü devlet kurumu (Etibank, Sümerbank, Denizyolları vb.) satılarak özelleştirilmiş oldu. Bu arada İstanbul’u, hatta Ege ve bütün kıyılarını Karadeniz kent ve kasabalarına bağlayan yük ve yolcu taşıyan, adı üstünde posta gemileri servisi de kaldırıldı. Bugün Karadeniz’de, İstanbul’dan Karadeniz’in en doğu ucuna kadar olan şeritteki yerleşimlere yük ve yolcu taşıyan bir kayık bile görmezsiniz. Karadeniz, halkı ile birlikte küskün deniz oldu. Ancak politik nutuklarda yer alan “üç tarafı denizlerle çevrili” ülkemizde İskenderun’dan Hopa’ya kadar olan şeritte bir gram yük ya da tek bir yolcu denizyolu ile taşınamamaktadır. Oysa Karadeniz posta gemileri bir kamu hizmeti olduğu kadar, milli kültürümüzün de önemli bir parçasını oluşturmuştu. Şimdi vatandaş, turist vs. salhaneye dönmüş karayollarında İstanbul’dan İzmir’e, Trabzon’a gemi ile gidebilirken tıkış tıkış otobüslerle seyahat ediyor. O eski günlerden denizciliğimizle ilgili tek değer üzerine titremekte devam edeceğiz. Bu 1 Temmuz yani Kabotaj Anlaşması’dır. Bunu iyice belleyelim... Yaralı Yaşam… Nusret ERTÜRK aşamın her alanında kan kaybı, çürüme, kokuşma sürüyor. En son, milli iradenin düşürüldüğü içler acısı durumu üzülerek izledik. Vekillerin kimi hapiste, kimi kendi kentinde. Milli iradeyi savunmak bile cesaret istiyor. Ulusal birliğin adı artık anılmıyor. Devletin genleriyle oynandı. Öğretim Y birliği rafa kaldırıldı. Özgür düşünce yaralandı. Dinsel eğitime hız verildi. Sosyal devletin arkasından dolanıldı. Cumhuriyet kurumları hedefe konuldu. Çağdaş, evrensel temel kurallara sırt dönüldü. İşin kötüsü bunlar, insan hakları adına yapıldı. Birileri diline bir tekerleme dolamış: “Bildiğin gibi değil!” diyor. Her karşı görüş bununla karartılıyor. ‘Milletin vekilleri hapiste!’ ‘Bildiğin gibi değil!’ ‘İnsan hakları, insan onuru, demokrasi?’ ‘Bildiğin gibi değil!’ Dediğim dedik, çaldığım düdük havasıdır bu... ‘Bencillik ve sahiplenme’ konusunu işleyen ‘Değişen Kafalar’ yapıtını, Thomas Mann 1930’da yazdı. Oradaki değişmede, bu kafa bu gövdeden alınıyor, öteki gövdeye ekleniyordu. Yerine, diğer gövdenin kafası getiriliyordu. Thomas Mann, yoksa bizi mi anlatmış? Bu türde ne çok insan görüyoruz. Düşüncelerin değişimi zahmetine katlanmayanlar bu yolu mu izliyor? Ünlü sözdür: “Herkesi bir zaman için aldatabilirsiniz. Hatta, bazılarını her zaman. Fakat, herkesi her zaman aldatamazsınız!” Karadenizli Temel, ‘Hastayım, hastayım!’ demişse de kimseyi inandıramamış. Çok geçmeden Temel ölmüş. Mezar taşına şöyle yazdırmış: Bana inanmadınız. Ne oldi? Bu ülkenin aydınları Temel’e benziyor mu? Yaralı da olsalar, sonları Temel’e benzemesin... C MY B C MY B
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear