23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
K kla zarar tecimselliğiyle yeni yıl, “umut sanayisi”nin de simgesine dönüşmüş bulunuyor nice zamandır. Öyle ya, yeni umutlar yaratma odağında bunu havalandırıp kıvılcımlandırmaya, insanı kışkırtıp umut alıcısı kılmaya karşılık gelmiyor mu bu imge? Bu doğrultuda her yıl, başta roman olmak üzere şiir, öykü, oyun, deneme vb. türlerde sayıca artık yüzlü hanelere varmış düzeyde kitap da yayımlanıyor… Genç erişkin, çiçeği burnunda pek çok yazar beklenti, heyecan, umut içinde yeni kitaplarını yayımlayıp beklemeye koyuluyorlar: Ya tutarsa? Üstelik bunların kimileri ilk kitap, ilk ürün olmak gibi özellikler de taşıyabiliyor… Sonuçta her yeni yılla birlikte ilk merhabalarıyla yazın dünyamıza doğan, nahif duygularla kitabının okunmasını, ilgi görmesini uman ya da parlayan gözlerle bir önce ünlenmeyi, para kazanmayı düşleyen yazarlar çıkıyor ortaya… “Kitaplar Adası”na arada göz atanlar bile genelde ilk kitaplara süreğen biçimde yer açmaya çalıştığımın ayırdına varabilir sanıyorum… SAYFA 26 itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Müyesser’in öyküsü, Süreyya’nın romanı... yüze geldiğimiz önemli gerçeklikler olarak yolumuzu kesiyor. Müyesser Güner’in ardışık dizilişle ama koşutluk taşımayan bakışımlı yaklaşımla yapılandırdığı bu öykülerde gerçekliğe yönelik sorgulama yöntemiyle bunu işleme biçeminin üzerinde de durulabilir ayrıca. Gerçekten de yazar, bu tür sorunsallar odağında deştiği konulara göreceli bir bakış getirirken dikkat çekici ivme de sergiliyor denebilir. Doğrusu ya, bunlardaki biçemsel açılımın biçimde gerçekleştirildiği görülebiliyor yine de. Bu yöndeki öykülerini okurken yazarın bu öykülerde işlediği konuyu, bedensel engelli çocukla anne arasındaki ilişkileri, gençlik romanı olarak ayrıca verimleyebileceği gibisinden bir izlenime vardığımı da söyleyebilirim bu arada. Buna yakışacak başlığı da yazarından alıntılayıp önermek geçiyor içimden: “Karada Yaşayan Yunus” (57)… Geriye kalan dört öykü perakende olma özelliğini koruyor. Ama bunlardan “Asansörde” üzerinde özellikle durmak gereği duyuyorum. Aynı kapalı ortamda, sürekliliği kesen bir asansör oldubittisinin yol açtığı korkuyla bunu yaşayan dört kişinin, üstelik bunlardan biri kördür, içtepisi, bir açıdan kendi içlerindeki korkuyla yüzleşmesi. İlginç bir örnek. YENİ BİR ROMANCI: SÜREYYA KÖLE... Süreyya Köle, 1970’lerden 80’e, 12 Eylül’e uzanan bir sürece çocuk bakışıyla yaklaştığı Yakası Kürklü Yeşil Parka adlı romanında önemli bir kesiti, bir çocuğun düşleri, umutları, aşkları, kendi dünyası içinde kurduğu ülkeler, bunları büyüyle yoğuruşu odağında yeniden yapılandırıyor denebilir. Bir küçük sevimli kızın, ikinci tekil kişiye seslenerek sürdürdüğü anlatı düzleminde annesi, babası, yakın çevresiyle kurduğu sıralı olmayan, sıçramalı anıları, anıştırmaları. Çağrışımlarla esinlemelerle yüzleşerek kendini sorgulaması bu arada… Baba, devrimci bir işçi; anne tutucu, dindar bir kadın olmakla birlikte evin gereksinimleri için koşan, çabalayan özverili biridir. Baba, parasını devrimci uğraşlar için harcar, yazılama için bodrumda boya kutuları, fırçalar saklar, eve sürekli devrimci arkadaşlarını getirir. Cumhuriyet gazetesi okur hep. “Bu itlerin hakkından bir bu gazete geliyor”dur. (13) Anne ise bu tutumuna, harcadığı paralara kızar onun. Anneyle baba arasında siyasal düşünce, dinsel inanç, ahlak gibi konularda derin ayrılıklara tanıklık yaparız bu nedenle. Ancak anlatıcı kız, babasına, onun kutsadığı değerlere hayrandır. Zaten baba, “her şeyi bilen(dir), her şeye gücü yeten…” “Adını koymaktan kaçındığı(.) tanrı…” (20, 21) Anlatıcı çocuğun babasını yüceltişi, onun gerçek kahramanlıklarından beslenir aslında. Bir çalım sosyal eşkıyadır çünkü baba. Bu bağlamda, tam bir halk kahramanı olarak almak da olasıdır onu. İstanbul’da yaşanan, 1970’ler dünyasının gecekondu ortamı, siyasal, sendikal kavga ortasında ikircim içinde yaşayan şaşkın gecekondu işçileri, emekçileri… Baba romantik komünist ahlakına sahip bir kahraman. Ne ki ailesiyle arası iyi değildir kahramanın. Devrim mücadelesi içinde taktığı at gözlüğüyle soluk alıp verir hep. Anne ise ailenin çıkarlarını gözeten “dişi kurt”tur adeta. Süreyya Köle A Bu nedenle yeni yılın bu yeni haftalarını ilk kitaplara ayırmayı düşünüyorum bir kez daha… Ne ki bu hafta buna ikinci kitabını yayımlayan bir öykücüyle ilk kitap olarak romanını yayımlayan bir başka öykücümüzü almak istiyorum masama… Öteki ilk kitaplı yazarları ise önümüzdeki haftadan başlayarak “Kitaplar Adası”nın sınırlı çerçevesi içinde değerlendirmeye girişeceğiz sırayla. Bu haftaki yazarların ilki, ilk öykü kitabı Kıyıdakiler’i (Kum, 2004) altı yıl önce çıkarıp geçen haftalarda ikinci öykü kitabı Bir Kızılderili Masalı’nı (Gürer, 2010) yayımlayan Müyesser Güner. Öteki yazarımız da, yazın dergilerinde öykülerini okuduğum, verimlerini çeşitli etkinliklerde kendisinden dinlediğim ama nedense ilk kitap olarak öyküyle değil, romanla karşımıza çıkmayı yeğleyen Süreyya Köle: Yakası Kürklü Yeşil Parka (Broy, 2010). YENİ BİR ÖYKÜCÜ: MÜYESSER GÜNER... Müyesser Güner, ilk öykü kitabında bir açıdan perakende öykülerini toplamış izlenimi bırakıyordu. Oysa Bir Kızılderili Masalı’nda öyküler belli izlekler, biçemler çevresinde toparlanıp odaklanmış sanısı uyandırıyor insanda. Bunlar, Güner’in ilk kitabında göze çarpan izleklerin süreğeni olmakla birlikte daha belirgin, daha kavrayıcı bir düzey sergiliyor görebildiğimce. Bu bağlamda Kıyıdakiler’de söz konusu izlekler çerçevesinde karşılaştığımız sözgelimi kadının ezilmişliği, taciz, şiddet vb. konular derinlerden akan bir yeraltı suyu halinde yeniden gözler önüne serilirken kimilerinin silikleşerek gerilere çekildiği ama bu arada kimilerinin de kendilerine daha derin bir yatak hazırladığı görülebiliyor. Öte yandan bu konular varlığını korurken bunlara eklemlenen özellikle anne baba ile kız, erkek evlat odaklarına yerleştirilmiş farklı açılara, karşılıklı bakışıma dayalı açılım üzerinde durulabilir sanıyorum. Nitekim kitaptaki öykülerin neredeyse yarıdan fazlası bu çerçevede yapılandırılmış verimler. Örneğin “Sonu Lâ Olsun”, “Yunus”, “Yanılsamalar”, “Düş Kapanı”, “Bir Kızılderili Masalı” böylesi öykülerden. Bunlar, kitaptaki verimleri yalnız bütüncül bakış temeline oturtmuyor, yanı sıra göreceli bakışın getirdiği zenginlikle de kuşatıyor bana göre. Gerçekten de annelerle babalar karşısında çocukların, onların bakışıyla da anne baba sorgulamasının, sonuçta bu ilişkilenişler karmaşasının farklı katmanlarına sızmanın kazandıracağı zenginlik göz ardı edilebilir mi hiç? Andığım öyküler yoluyla bizi bir aynalar dolambacından geçirdiği de düşünülebilir yazarın. Kişiler, kimileyin aynı karakterlerin devamı olarak farklı öykülerde, kollarına başka zamanları, başka gerçeklikleri takarak karşımıza çıkabiliyor. Özellikle huzurevinde (“huzurevi değil, ‘bavulistan’ burası.” s. 37) yaşlıların dünyası, bedensel özürlü çocuklarla gençlerin bakımına yönelik karşılıklı geliştirilen iç burkucu sorgulamalar, terk edilen çocuklar, terk eden babalar, oğullar, bütün bunları on yıllara yayılarak kuşatan kırık hüzünler; öyküleri okurken yüz Müyesser Güner Bu çatışmanın orta yerinde babayı kendisine idol yapmış bir küçük kız… Küçük kahramanımız, gecekondu çevresinde bir dünya kurarken kendine, öte yandan aşkla bağlandığı babanın, devrimci arkadaşlarının gözlerine girmek için de çabalar. Bir duyuşta ezberlediği Nâzım’ın şiirlerini okur yüksek sesle onlara. Parkalı o devrimci gençle, evlenmeyi bile kuracaktır bu arada. Babasını hoşnut etmeyi hedefleyerek… Ama henüz bilmiyordur Deniz’in yaşamadığını o yıllar… Küçük kızın aşkının, zaman zaman babasından, çevresindeki öteki gençlere kaydığı olur. Örneğin Veli Abisi, “bizim küçük devrimci”nin (82) gizli aşkıdır enikonu. Sonraki dönemlerinde babaya bakışı değişecektir elbette kızın: “Şimdi düşünüyorsun da, çocuklarına değer vermedikleri, karılarını dövdükleri için devrim yapamamış olmasın(.) babanlar? Belki de devrim yapmayı hiç istemediler kimbilir?” (24) Öylesine sevimli, içten, bücür, cinlikler fışkıran bir kız işte… Ama bu arada aykırı, isyancı, ele avca sığmaz bir yaramaz… Bu nedenle anlatıcı, çocukluğuna yönelirken kendini sorgulamanın bir fırsatı olarak da değerlendirir bunu. Büyümüş de küçülmüş havasındaki küçük kızı, ileriki yaşlarına getirerek anlatır; sıcacık, ustalıklı köprüler kurup yansıtır soyutlayımlar, dönüştürümler eşliğinde… Anlatıcının simgesel sığınağını oluşturan bir “sır kayası” vardır bu arada. Buradaki iç dökmelerine tanıklık yaparız içimiz burkularak. Doğrusu yazar, küçük kızın yaşamının dolantıları içine büyük bir ustalıkla yerleştiriyor bu sır kayasını, temel anlatı öğesi olarak. Bu arada bir değişim gereci konumuyla katıldığı da oluyor sır kayasının romana. Nitekim çok sonra, “tek katlı bir gecekondu dur(acaktır) sır kayasının yerinde.” (72) Bir işçi çocuğunun bakışıyla örüntülenmiş, alabildiğine duyarlı kılınmış bir roman Yakası Kürklü Yeşil Parka. Süreyya Köle, bir toplumsal yaşam dinamiğini odaklarken toplumbilimsel değerler, bunlardaki değişim yönünde de açılımlar getiriyor okura. Ancak bu, yazınsallığı gölgelemiyor yapıtta, zedelenmeye yol açmıyor. Gerçekten Köle, iyi bir dille örüntülüyor romanını. Babaannekız sacayağı halinde romanın çatısını oluştururken bu yöndeki verileri dönüştürümüyle, ama asıl bunları soyutlayıp bize yeniden kurdurarak okur yaratıcılığını kışkırtıp bir roman evreni armağan ediyor yazar, yaydığı gerçektenlikle de dikkati çekiyor. Küçük çocuğun, anneyle babanın, yalnız onların değil o yaygın, büyük gecekondu mahallelerinin de yaşamını yeniden kuruyor Köle. Böylece, anlatıyı dilde kurmanın başarılı bir örneğini veriyor. Sonuçta bir dönemin yükseliş büyüsü, çöküş travması ardında yaşanan acılarla hüzünlerin ustalıkla nasıl birer yazınsal gerece dönüştürüldüğüne tanıklık yapıyoruz bu okuma serüvenimizde… Dönemin toplumsal yaşamından kesitler getirebilmek, bunları yazınsal soyutlayımlarla, dönüştürümlerle aktarabilmek az buz iş değil elbette. Süreyya Köle’nin, bunun altından eksiksiz kalktığı söylenebilir o halde… YENİLERİN YAZINIMIZA EKLEDİĞİ ERKE... İşte iki yazar, biri öykü, öteki roman, iki de kitap: Bir Kızılderili Masalı, Yakası Kürklü Yeşil Parka… Severek, mutlanarak okudum iki kitabı da… Süreyya Köle, Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm’ünün (1983) içinden geçip, elindekini Öner Yağcı’nın Kardelen’iyle (1987) kundaklayıp öyle ortaya koymuşçasına sıcacık duygular uyandırıyor insanda. Müyesser Güner’in ise karşılıklı bakışımla, aynı zamanda farklı kuşaklar olarak konumlanan annebabaçocuk üçgenine dönük getirdiği soyutlayımlarla konuya değgin ufkumuzu geliştiriyor… Doğrusu ya, yeni yıla da böylesi umutlar yakışıyor işte… CUMHURİYET KİTAP SAYI 1090
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear