24 Kasım 2024 Pazar Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
SAYFA CUMHURİYET 22 NİSAN 2007 PAZAR 12 PAZAR KONUĞU leyla.tavsanoglu?cumhuriyet.com.tr Eski milletvekili Aydın Menderes’ten Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına ve AKP’ye top ateşi: Bunlar İslami faşist SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU Tayyip Erdoğan ıkınıyor, sıkınıyor; hâlâ Köşk adaylığını açıklayamıyor. Derdi nedir? Neden böyle yapar? Neden bu toplumu böyle gerer? İzahı yok. Belki var da burada yazmak doğru olmaz. Ankara’da on yıllık DP iktidarının Başbakanı Adnan Menderes’in oğlu, AP, RP ve FP eski milletvekillerinden Aydın Menderes’le konuşuyoruz. RP ve FP’den AKP takımını çok iyi tanıdığından koyacağı tanıları dinlemek için can atıyorum. Menderes söylüyor. Sözlerinin en çarpıcısı ise “Değiştik, demokratız” diye Ankara’nın başına oturan bunların “İslami faşist” oldukları. Cumhurbaşkanlığı sürecinde Başbakan Erdoğan kendi adaylığı konusunda neredeyse köşe kapmaca oynarken öte yandan da toplumsal bir dip dalgası oluştu. Bunun sonucunda da 14 Nisan’da Ankara mitingi yapıldı. Siz bu mitingi nasıl değerlendirdiniz? Sizce halkın verdiği bu mesajı acaba AKP yönetimi doğru anladı mı? MENDERES Bu mesajın doğru alınmış olacağını hem tahmin ediyorum hem temenni ediyorum. İlk tepkiler sanki bir karşı koyma biçiminde ortaya çıktı. O tepkilerin arkasında bir algılama süreci işliyor mu, işlemiyor mu? Onu önümüzdeki günlerde göreceğiz. AKP ve ona yakın, hatta akıl hocalığı yapan çevrelerin de laiklikle ilgili duyarlılığın devletin sadece bazı kurumlarıyla sınırlı olmadığını, bu duyarlılığa hem düşünce hem de bir yaşam biçimi olarak her kesimden insanın bulunduğu çok büyük bir toplumsal tabanın sahip olduğunu anlamaları gerekir. Bunun Türk siyasetinin vazgeçilmez gerekliliklerinden biri olduğunun görülmesi şarttır. Bu bir fantezi ya da iktidarları denetlemek için bazı devlet kurumlarının profesyonelce sömürdüğü bir duyarlılık değildir. Bunun toplumsal tabanı vardır. Bu, özellikle de AKP tarafından görülmeli ve ciddiye alınmalıdır. Yalnız, geçen yıl 23 Nisan’da TBMM Başkanı Bülent Arınç laikliğin tanımının yeniden yapılması gerektiğini söylemişti... Evet, hatırlıyorum. Abdüllatif Şener de, “Laikliğin tanımı yapılmıştır. Anayasanın 24. maddesidir” dedi. AKP uzlaşma kültürü çok gelişmemiş bir topluluktur. Ben 1998’de Kızılcahamam’da, o zaman FP’ydi, “Ne uzlaşıyorsunuz ne bunu becerebiliyorsunuz, ne direnebiliyorsunuz ne bunu becerebiliyorsunuz” demiştim. Hani, derler ya, “Bir tarafı kalk gidelim, bir tarafı dur oturalım”. Hep değişmekle değişmemek, uzlaşmakla uzlaşmamak arasında kalmış bir topluluk var. Sürekli gelgitlerdeler mi? Sürekli gelgit içindeler. Mizaç itibarıyla daha demokrat olabilecek olanlar belki daha yumuşak reflekslerle ortaya çıkıyorlar. Ama geçmişten tam kopamayanların da akılları hep eski kimliklerine, eski söylemlerine takılı kalıyor. Bu da Türkiye’de önemli gerilimlere sebep oluyor. Bu ortaya çıkan durum esasen hiç AKP’nin lehine değildir. Lehine aleyhine olup olmama meselesini 2007 seçimleriyle sınırlamıyorum. Bunu daha orta vadedeki çıkarları açısından söylüyorum. Hele de Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacaksa bu tür gerilimler onun hiç de lehine değildir. Zira Cumhurbaşkanı olmak bir dakikalık bir seçimdir. Ama orada yedi yıl oturacaksınız. Yedi yıl güçlü ve itibarlı bir Cumhurbaşkanı olmaya devam edeceksiniz. Bunun şartlarını AKP’liler ve Tayyip Erdoğan ne kadar iyi görürlerse kendileri de ülke de o kadar rahat eder. Hatta ben o noktadan hareketle Tayyip Erdoğan’ın olmamasından yanayım. Ama siyasetin mantığı ve ‘ Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı olacaksa bu tür gerilimler onun hiç de lehine değildir. Zira Cumhurbaşkanı olmak bir dakikalık bir seçimdir. ’ mekanizmaları, özellikle kendisi tarafından, onun olacağı şeklinde çalıştırıldı. Geçtiğimiz günlerde eski TBMM başkanlarından Hüsamettin Cindoruk bir çıkış yaparak, “Tayyip Erdoğan bir iddiayla ortaya çıktı. Ama beş yıl bu iddiasının sınavını vermeye yetmedi. İddianın gerçek sınavını vermesi lazımdır. Aksi halde iddia sahibi değildir. Mevki peşinde koşmaktadır” biçiminde sözler söyledi. Sizin değerlendirmeniz nedir? Ben Erdoğan’ın mevkii tercih edeceği kanısındayım. Bu ülkenin lehine de olabilir, aleyhine de olabilir. İç politikada, başta üzerinde durduğumuz mesajları daha kolay alır. Uzlaşma kültürünü devreye sokar. Sokabilir mi? Mevkii muhafaza kaygısıyla iç politikada böyle bir yola girebilir. Ama bu sefer dış politikada karşımıza çok farklı bir durum ortaya çıkıyor. O zaman da dışa bağımlı ve bir bölümü de TMSF aracılığıyla iktidarın elinde. Bir de dinci basın ve medya da AKP hükümetinin elinde değil mi? Onlar zaten doğuştan iktidarın yanındaydı. Bu tablo çoğulcu demokrasi için önemli bir handikaptır. TMSF eğer el koymasaydı ikinci büyük medya patronu da borçlu bir şahıs olacaktı. Aslında bozuk olan yapı. Böyle olmasaydı basınımızın önemli kalemleri, medyanın önemli yapımcıları ve sunucuları hükümetin hık deyiciliği rolüne soyunmasalardı Türkiye çok daha farklı bir noktada olabilirdi. Belki o zaman Cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunu Erdoğan bugünküne kıyasla çok daha ciddi bir şekilde düşünebilirdi. İktidarların Türkiye’deki basın ve medyaya bakarak kendilerini güçlü sanmaları sirklerdeki dev aynalarına bakmaya benzer. Çok sanal bir görüntüdür. Bizim basın ve medyamız çok ani, kıvrak U dönüşleriyle ciddi bir külliyat oluşturacak haldedir. Bu iktidara durup durduğu yerde AKP iktidarına fatura etmemiz de doğru olmaz. Bir kere medya tamamıyla çarpık bir düzen üzerinde oturuyor. Bir de mevcut seçim kanununun çoktan değiştirilmesi gerektiği kanısındayım. Oy veren seçmenin yüzde 25 oyuyla TBMM’de 354 milletvekiline sahip bir iktidar partisi var. Böylesine bir azınlık seçim kanununun çarpıklığı yüzünden çoğunluğa nasıl hükmetmeye kalkışabilir? Ne kadar haklısınız. Yüzde 45 oy temsil edilmemiş. Oy kullanmayanlar ve geçersiz oylarla birlikte düşündüğünüz zaman Türkiye’nin dörtte biri iktidar seçmiş. Üstelik de şimdi bu iktidar Cumhurbaşkanı seçmek üzere. Biz bunun sonucundan şikâyetçiyiz. Ama beş yıldır bunu ortadan kaldırmadık. Muhalefet ısrarla bunun kaldırılmasını istemeli, bunun için mitingler yapılmalıydı. “Yasayı değiştir ve seçime git” baskısı kurulmalıydı hükümetin üzerinde. Bu seçim kanunu Türkiye için bir Rus ‘ TBMM’de AKP milletvekili olmayan kim varsa hiçbir gerekçeyle ilk iki tur TBMM toplantı salonuna girmemeleri gerektiği kanısındayım. ’ ‘ Ben siyasi istikrar ve ülkenin huzuru için böyle bir sürecin işlemesini istemem. Bu durum gereksiz yere oy kitler. Mağdur ve mazlum duruma düşürür. ’ teslimiyetçi bir Başbakan ve iktidar modeli çıkıyor. Hem Çankaya Köşkü’nde hem de iktidar olarak TBMM’de bu kadar teslimiyetçi ve körü körüne dışa bağımlı bir model ortaya çıkarsa o zaman Türkiye açısından çok büyük mahzurlar taşıyacaktır. Onun için ben Türkiye’nin çoğulcu toplumsal yapısı, en son 14 Nisan mitinginde olduğu gibi kendisini ne kadar rahat bir biçimde açığa vurabilirse ve bu görülürse böylece Türkiye’nin bir refleks haritasının sağlıklı bir şekilde çıkacağını, böylece iktidarın makamlarını, mevkilerini korumak adına ideolojik ya da popülist yaklaşımlardan vazgeçebileceğinin olası olduğunu düşünüyorum. Erdoğan’ın ve bir ölçüde AKP’li öbür yöneticilerin kişiliklerine baktığımız zaman devamlı köpürmeye, taşmaya hazırdır. AB dayatmaları olmasa toplumsal farklılıkları da içselleştirememişlerdir. Toplum tedirginliklerini, kaygılarını açıklıkla ortaya koyarsa şu aşamada Türkiye’nin olacakları en az zararla atlatacağı inancını taşıyorum. Bunlar olmalıdır. Halk 14 Nisan mitinginde olduğu gibi zaten bunları yapıyor da. Basın ve medyanın büyük kısmının 14 Nisan mitingini veriş biçimini nasıl değerlendiriyorsunuz? İşte, en önemli eksikliklerimizden birisi basın ve medyamızın durumudur. Son derece içler acısıdır. Basın ve medyanın bu durumu demokrasi için en önemli tehdidi de oluşturuyor, diyebiliriz. Çünkü bu çoğulcu yapıyı yansıtmıyor. Daha doğrusu bu çoğulcu yapıyı iktidarın ve AB’nin işine gelecek şekilde yansıtıyor. Ama Türkiye’de var olanları kendi ağırlıklarınca yansıtmıyor. Zaten basın ve medyanın büyük bölümü artık bir patronun elinde. Onun devlete borcunun 4 katrilyon YTL ’ye yakın olduğu ifade ediliyor. Öbür basın ve medyanın önemli P O R T R E AYDIN MENDERES 1946, Ankara doğumlu. Yükseköğrenimini Ankara İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi’nde yaptı. 1970’te Demokratik Parti Aydın İl Başkanı olarak siyasete atıldı. 1977’de AP’den Konya milletvekili seçildi. 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte 10 yıl siyasi yasaklılar kapsamına girdi. 1987’de siyasi yasaklar kalktığında da 4 yıl süreyle siyasete dönmedi. 1993’te kurucusu olduğu Büyük Değişim Partisi Genel Başkanlığı’na seçildi. 1994’te partinin birleşmesiyle doğan Demokrat Parti’nin Genel Başkanı oldu. 1995’te RP’den, 1999 seçimlerinde FP’den İstanbul milletvekili seçildi. Aynı yıl FP’den istifa etti. 3 Kasım 2002’de DYP’den Aydın milletvekili adayı oldu. Ancak partisinin baraj altında kalmasıyla TBMM’ye giremedi. Yayımlanmış iki kitabı ve çok sayıda makalesi var. cesaret vermemek lazım. Hele hele zinhar hiç sanal cesaret vermemek lazım. Aksine, mümkün olduğu kadar dengede kalabilmesini sağlamak için bu iktidar yanlıları bile kendilerini eleştirel bir konumda tutmalıdırlar. Dayatma zarar getirir. Burada en önemli görev basın, medya, sivil toplum kuruluşlarına (STK) ve muhalefete düşüyor. Peki, bu saydıklarınızdan basın ve medyayı bırakalım, STK’ler ve muhalefet kendine düşen görevi yeterince yapabiliyor mu? Buna bakınca ister istemez çok eksikli bir demokrasi ortaya çıkıyor. Bunu sadece ruletidir. Bu kanuna göre kullanılan oyların yüzde 10 artı bir oy alan bir parti, diğerleri hiç oy almasa 550 milletvekili çıkarır. İşte, sonucunu gördük. Bu yasanın istikrarı korumadığı daha önceki seçimlerde de ortaya çıktı. İstikrar seçim yasalarıyla sağlanmıyor. Siyasetin kendi kuralları belirliyor kaç partinin çıkacağını. Bunun yanı sıra temsili adalete gelince de, bundan daha adaletsiz bir sistem olmaz. Peki, hükümet partisi bu kadar sandalye çoğunluğuna sahipken muhalefet ne yapabilir? 2002’den beri muhalefetin kendini toparlayamaması, medya ve basının durumu Türkiye’yi birtakım siyasal bunalımları yatıştıracak, dengeleyecek çok önemli regülatörlerden mahrum bırakmış oldu. Bu yasa seçmeni oy verirken çok dikkatli olmak gibi bir durumla karşı karşıya bırakıyor. Bu seçim sistemindeki dengesizliği seçmen oy kullanma tercihlerinde çok dikkatli olursa aşabiliriz. Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kahadoğlu, Cumhurbaşkanlığı seçiminin TBMM’de 367 üye olmadan yapılamayacağını söyledi. Bu konuda epeyce de tartışmalar oldu. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Ekim 1989’da Erbakan, o zamanki 450 üyeli TBMM’nin üçte iki çoğunluk olmadan toplanamayacağında ısrar etmişti. Erbakan’ın o dönemde hukuk danışmanı bugünkü TBMM Başkanı Bülent Arınç’tı. Bugün Arınç, “367’ye ne gerek var. 184’ü buldum mu Meclis’i toplarım” diyor. Bu nasıl bir U dönüşüdür? Amiyane tabiriyle bu kadar da nalıncı keserliği yapılır mı? Bu kesinlikle yanlış ve yakışıksız bir durumdur. Seçimin anlamını da yıpratan bir yönü var. Muhalefet tamamen ayrı, iktidar tamamen ayrı bir dünya olursa o zaman neye göre oy vereceğiz? Sistem neye göre çalışacak? Çok büyük bir arızadır. “367’yi dinlemeyiz. 184 yeterlidir” diyorlar, ama kendileri de tam tatmin olmuş değiller. Başbakan bir taraftan öbür muhalefet partilerini dolaşarak “Şu 367’yi sağlarsanız muhalefet partileri olarak dileyin benden ne dilerseniz” gibi bir tavır içinde. Burada bir siyasi ahlak yönü de yok mu? Olmaz olur mu? Bugün TBMM’de AKP milletvekili olmayan kim varsa hiçbir gerekçeyle ilk iki tur TBMM toplantı salonuna girmemeleri gerektiği kanısındayım. Anayasa Mahkemesi’ne gidilemezmiş, Cumhurbaşkanlığı seçimi sandıkta çözülürmüş. Ben bu sözlerin de çok tutarlı olduğu kanısında değilim. Anayasa Mahkemesi de bu anayasa içinde var olan bir kurumdur. Anayasa Mahkemesi kararına kalanlar milli iradeye aykırı, yasamanın kararları ve yasaları ise milli iradeye uygun olarak tanımlanamaz. İkincisi, Cumhurbaşkanlığı konusunun Anayasa Mahkemesi’ne gitmesinin doğru olup olmadığıdır. Bu ihtimallerin hepsi anayasanın içinde mevcuttur. O nedenle hiç kimsenin demokrasi adına gereksiz şövalyelik yapmaya kalkışmasına gerek yok. Karar Anayasa Mahkemesi’ne giderse de hemen bir iptal kararı çıkması söz konusu değil. Verdiği takdirde de Türkiye’nin geleceği karanlıkta değildir. O zaman da ne yapılacağı bellidir. Yani Cumhurbaşkanlığı seçimi genel seçimlerden sonraya ertelenir. O zaman mevcut Cumhurbaşkanı görevini sürdürür mü? Tabii. Bu bir memnuniyetsizlik meydana getirirse o zaman AKP’nin oyları artar. Cumhurbaşkanını da hiçbir direnç olmadan istediği gibi seçer. Böyle bir durumda Tayyip Erdoğan daha önce hapse girdiği zaman yaptığı gibi yeniden kendini mazlum ve mağdur durumda göstermez mi? Evet. Ben siyasi istikrar ve ülkenin huzuru için böyle bir sürecin işlemesini istemem. Bu durum gereksiz yere oy kitler. Mağdur ve mazlum duruma düşürür. Ben bir an önce şu Cumhurbaşkanlığı seçimi geçse de dikkatler 4 Kasım’a, ya da erkene alınacaksa genel seçimlere dönse, diye düşünüyorum. Bu Cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının bir olumsuz tarafını da Türkiye’nin önünde son derece somut, dışardan kaynaklanan ve ülkenin bütünlüğünü ilgilendiren meselelerden dikkatleri ayırması olarak görüyorum. Ama Tayyip Erdoğan habire cumhurbaşkanı oldu, olmadı konusu gündemi işgal edince bu tür fevkalade önemli konular üzerinde de ciddi bir karartma etkisi meydana getiriyor. Siz demin, başta Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin sürekli esip köpürdüklerini söylediniz. Zaman zaman da İslam milliyetçilik refleksleri gösterdiğini de söylersiniz. Bunun ayrıntısına girer misiniz? AKP iktidarı özellikle aşırı popülizm kaygısıyla böyle refleksler gösterir. Kendi iç dünyalarında, “Biz de amma değiştik” diye büyük bir psikolojik eziklik duyuyorlarsa onu da içlerinden atmak için böyle bir yola gidebilirler. İlginçtir, bu tanımı da ilk defa daha mahkumiyeti devam ederken Tayyip Erdoğan üç türlü milliyetçilik yapmayacaklarını söylemişti. Kendi sözlerine göre dini, azınlık ırkçılığı ve çoğunluk ırkçılığı anlamında milliyetçilik yapmayacaklarını açıklamıştı. Bunları söylerken de aslında bu ihtimali çok gerçekçi bir şekilde tespit etmişti. Hatta daha açık ifadelerde bulunmuş, Erbakan döneminin RP’sini de adeta dini anlamda milliyetçilik yapmakla eleştirmişti. Yani ırkçılığa dayalı bir faşizm değil, dini duygulara dayalı bir tür faşizm tanımını kendisi yapıyordu. Böyle bir ihtimali hepimizin ve AKP’nin göz önünde bulundurmasında sayısız yarar vardır. Erdoğan elini AKP’nin içinden çekmez İyi de, AKP hem bu işi yapmama durumundayken nasıl değerlendirecek? Herhalde bu partinin de aklı başında insanları olması lazım. Onları muhatap kabul edelim ve var olduklarını varsayarak konuşalım. Erdoğan, “Bugün Milli Görüş gömleğini çıkardık” dedi. Ben çıkarıp çıkarmadıkları tartışmasına girmeyeceğim. Bir an için tamamen çıkardıklarını kabul etsek bile bugün Türkiye’yi özellikle ilgilendiren husus milli görüşçülüğünün muhtemelen devam eden yönüdür. Milli görüşçülük AKP içinde artık bir ideolojik tercihi temsil etmiyor olsa bile kendi aralarında birbirlerini tanımanın yolu, şifresi ve aynı zamanda da bir tür hemşerilik, aynı kökten gelmek gibi katı dayanışmayı sağlamaktadır. Peki, bu katı dayanışmaları özellikle kadrolaşmalarda ve kendi sermaye gruplarını oluşturmalarda görmüyor muyuz? Endişe odur ki Erdoğan ya da başka bir AKP’li Cumhurbaşkanı olunca bu durum toplumu çok daha rahatsız edecek boyutlara tırmanabilir. Özelleştirmelerde, belediye ihalelerinden tutunuz devlet ihalelerine kadar da yine bu milli görüşçülüğün, yani kendinden olanı kayırma içgüdüsünün geçerli olduğunu görüyoruz. Zaten şu anda benim de katıldığım dini faşizm mi olur endişesini uyandıran en önemli gerekçelerden birisi de bu yoldaki gelişmelerdir. Hem iktidar AKP’de, hem zayıf bir muhalefet, bugünkü basın ve medya, Köşk’te de Erdoğan olduğu zaman bu eğilim ve boyut ilerleyecek ve gelişecektir. AKP İstanbul İl Başkanı Mehmet Müezzinoğlu da geçen yıl “Beşte dört elimizde. Köşk’le birlikte beşte beşe sahip olacağız” demedi mi? Bu beşte beş olunca bütün ihaleler, özelleştirmeler, bütün tayinler yakınlara gibi bir uygulamaya dönüşecek olursa toplum çok gerilir. Ayrıca, Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca birdenbire değişecek mi? Yani, hemen sinirlenmekten, fevri bir tepki göstermekten, meydan okumaktan, ananı da il git gibi sözlerden vazgeçecek mi? Yani Erdoğan Cumhurbaşkanı olunca sihirli bir değnek değmiş gibi bir anda Abdullah Gül’leşecek mi? Böyle, sinirleri tamamıyla alınmış bir hale dönüşecek mi? Hayır, bunlar olmayacak. Öldü desinler kendi yollarına devam etsinler, diyor. Ölecek, sonra da hortlayacak mı yoksa? Hortlamayacak da kendisi her saniye AKP’ye, “Ben yaşıyorum” mesajı verecek. Erdoğan elini kesinlikle AKP’nin içinden çekmez. Mizacı değişmeyeceği, elini AKP’nin içinden çekmeyeceği için Türkiye’de tarafsız bir Cumhurbaşkanı geleneğinde Erdoğan eliyle çok ciddi bir gedik açılabilir. Hiç kimse tek başına bir toplumun kaderini belirleyemez; tarih yazamaz. Erdoğan Köşk’e çıkarsa, “Orası emeklilik yeri midir?” sözleriyle Karadeniz’deki konuşmasında siyasetten vazgeçmeyeceğini açıkladı. Bir adım daha ileri gitmek istiyorum. Görünen o ki ikinci defa seçilmesi için süresini uzatmak hatta bir yarı başkanlık sistemine geçilmesini sağlayarak biraz da öyle cumhurbaşkanlığı yapmanın yollarını da kafasından silerek Çankaya’ya çıkmayacaktır.O zaman da Türkiye işini gücünü bırakacak, tarafsız davranamayan bir cumhurbaşkanının gerek sosyal gerek siyasal hayatta yol açacağı eksikleri, gedikleri düzeltmek için fevkalade gereksiz bir durum ortaya çıkacaktır. Türkiye’nin bunlara ayıracak zamanı yoktur. Kamuoyu araştırmalarında da Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı için büyük bir destek çıkmıyor. Sebebi de budur. Onun cumhurbaşkanlığının yol açabileceği ideolojik sapmalardan belki de daha çok pratiğinden kaynaklanabilecek büyük aksaklıklar vatandaşın kafasında karşılığını bulmuştur. Bu karşılık AKP’lilerde de vardır. ‘ Endişe odur ki Erdoğan ya da başka bir AKP’li Cumhurbaşkanı olunca bu durum toplumu çok daha rahatsız edecek boyutlara tırmanabilir. ’ CUMHURİYET 12 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear