26 Aralık 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
20 MART 2006 PAZARTESİ CUMHURİYET SAYFA DIŞ BASIN 9 HÜSEYİN BAŞ İşgalin başladığı günün üzerinden üç yıl geçti ama ‘özgürleştirilen’ Iraklıların çilesi bitmedi DEĞİŞEN DÜNYADAN Irak’tan yükselen çığlıklar ? Irak Savaşı’nın başlangıcının yıldönümünde bu savaştan canı yananların söyledikleri hep aynı kapıya çıkıyor: ‘George Bush bizim oğullarımız için kesinlikle ağlamadı. O kimse için ağlamadı. Ağlayan taraf hep annebabalar oldu.’ ugün ABD’nin Irak savaşını başlattığı günün, 20 Mart 2003’ün yıldönümü. ABD savaş uçaklarının Bağdat’a füze yağdırmaya başlayışının üzerinden tam üç yıl geçti. Saddam rejimi devrildi. Devrik lider yargılanıyor. Irak’ta ‘‘özgür’’ bir seçim yapıldı. Ancak ortadaki kanlı tablo işin gerçeğinin, savaşın hâlâ sürdüğü olduğunu gösteriyor. 20 Mart 2003’ten beri 35 bin Iraklı, 2 bin 500 müttefik kuvvet askeri ve 109 gazeteci öldü. Bu topraklardan dünyaya anlatılacak binlerce dramatik öykü var. İşte bunlar arasından İngiltere’de pazar günleri yayımlanan haftalık gazete The Observer’ın 13 Mart tarihli ‘‘Irak Dosyası’’nda yayımlamak için seçtiği dramatik öykülerden birkaçı: GAZETECİ EŞİ: Belçika’da yaşayan Fransız ITN kameramanı Fred Nerac, 2003 yılında Basra’da öldürüldü. Eşi Fabienne Nerac anlatıyor: Kosova’daki savaştan beri Fred’in görevli olarak çatışma bölgelerine gittiğinde kaygılanıyordum. Ama hiçbir zaman çok ciddi bir şey olacağına dair korku kaplamıyordu içimi. Fred deneyimli bir kameramandı ve dikkatli davranırdı. Olup biten sabah saat 09.00’da olmuştu ve benim akşamüstü 17.00’de haberim oldu. Fred, Iraklılar ve ABD’li birliklerin çatışması sırasında ortadan kaybolmuştu. Tabii çok sarsıldım ama önceleri kaçırıldığını düşündüm ve hep bulunacak diye bekledim. Ama olmadı. Savaş yaşamımı tamamen değiştirdi. Artık gözüm kulağım sürekli Irak’ta. Hâlâ Irak denince sıçrıyorum. Gördüğüm her haberi okuyorum. Bütün zamanım ona ne olduğunu ve öldüyse cesedinin ne olduğunu araştırmakla geçiyor. ABD Dışişleri Bakanı olduğu dönemde Colin Powell’la görüştüm. Ama Su Dünya 4. Su Forumu geçen perşembe Mexico’da açıld. ‘Dünya’da giderek daha zor ulaşılan ve dağılımı eşitsiz su kaynaklarının korunması ve hakça bölüşümünü sağlayacak politikaların acilen ortaya konması ve kuşkusuz hepsi de yararlı tartışmalardan çok artık bu yaşamsal önemdeki sorunun çözümü yönünde somut adımların atılmasının zamanı gelmiştir. Aslında, konuyla ilgili hiçbir şey yapılmadığı da söylenemez. Daha önceleri yüzde 95 oranında kamunun elinde olan su ve dağıtımı, inanılmaz bir hokus pokusla, hem de bizzat BM’nin oluruyla önce ‘kamuözel’ ortaklıklarına, daha sonra da bütünüyle ‘özel’e geçmiş ve küresel ölçüde su ve dağıtımıyla ilgili bu kârlı alan, kısa sürede inanılmaz ölçüde semirerek çoğu Fransız kökenli birer finans devine dönüşmüşlerdir. Şimdi sorun, bu saatten sonra artık salt herkesin temiz suya ulaşmasının örgütlenmesi sorunu değil, bunun yanı sıra su ve dağıtımına küresel ölçüde hâkim olan büyük sermaye gruplarının tasallutundan kurtarılması sorunudur aynı zamanda. Bunun önlenmesi ise göründüğü kadar kolay değildir. On yılı aşkındır ‘sudan’ para kazananların, bu tatlı kârlardan kolay kolay vazgeçmeyecekleri kesindir. Özellikle de serbest piyasacıların yönetiminde olan ükelerde. Ne çare ki, herkesin ulaşamadığı doğa nimeti suyun, aynı zamanda özel girişimciler için son derecede cazip bir sudan para kazanma alanı olduğunu ilk düşünen de Uluslararası Para Fonu’nun eski başkanı Camdessus olmuştur. (Le Monde Diplomatique, Martine Bulard, Ocak 2005). Camdessus, IMF’den ayrılıp BM’nin resmi ve yarı resmi danışmanı olunca yaptığı ilk iş, küresel ölçüde yüzde 95 oranında kamunun elinde olan su ve dağıtımına ‘özel sektörü’ de katmayı akıl etmesidir. Böylece ilk adımda özel sektöre yüzde 10 ila yüzde 15 pay verilmesi sağlanmıştır (ki bu pay, o günlerde 500 ila 600 milyon tüketici anlamına geliyordu). Bu ise, üçü Fransız olan (Veoliaenvironnementeski Vivendi, Suez ve Saur üzerinde Bouygues olmak üzere beş dünya su devinin ellerini ovuşturmasına yol açmıştı. Ama bu alan için yatırımlar ağırdı ve kendisini uzun sürede amorti ediyordu. Bay Camdessus bu handikapı ortadan kaldırmak için ‘kamuözel sektör’ ortaklığını icat etmekte gecikmeyecekti. Formül ilginçti. Ne var ki bu ortaklığın gerçekleştiği her yerde, ne hikmetse, bundan her defasında kârlı çıkan ortak, özel sektör oluyordu. Üstelik bu tür ortaklık, çeşitli yolsuzluklara yol açtığı gibi, özel sektör suyu halka yüzde 30 ila yüzde 40 daha pahalı satıyordu. Bu yüzden çok sayıda yerel yönetim bu nalınıcı keseri gibi sürekli ‘özel’e yontan ortaklıktan vazgeçmişti. ??? Yerkürenin üçte ikisinin ‘sıvı’ olmasına karşın, kişi başına düşen erişilebilir su kaynakları her yıl daha azalma eğiliminde. Oysa su kaynakları yeterli. Sorun temiz suya ulaşmak ve suyun hakça paylaşımından kaynaklanıyor. Oysa sadece konuyla ilgili rakamlara bakmak olayın vahameti ve aciliyetini ortaya koymaya yetmektedir. Su tüketimi 20. yüzyılda en az altı kat artmıştır. 1950 yılında kişi başına yılda 17 bin metreküp kaynak söz konusuydu. 2005’te 8 milyar insan yılda 5 bin metreküp suyla yetinmek zorunda kaldı. 1.2 ila 1.4 milyar insan içme suyundan yoksundur. Sağlanan suyun yüzde 70’i tarıma gitmektedir. Evlerde tüketilen su ise sadece yüzde 8’dir. Sudan yoksunluk ve atık suların tahliyesi işlemlerinin yetersizliği, yarısı çocuklar olmak üzere günde 25 bin insanın hayatına malolmaktadır. Doğal felaketlerin yüzde 90’ı suyla bağlantılıdır ve toprağın hoyratça kullanımının sonucudur (ormanların yok edilmesi, büyük sulama projeleri, büyük otlaklar). ??? Dünya Su Sözleşmesi Kuruluşu Başkanı JeanLuc Touly’nin (L’Humanite, 16 Mart, 2006), bu önemli sorunla ilgili olarak söyledikleri de son derecede ilginç: ‘‘Dünyada her beş kişiden biri içme suyundan yoksun. Her yıl suya bağlı hastalıklardan ölenlerin sayıları 8 milyon gibi ürkünç düzeylerde. BM ise, bu yaşamsal önemde felaketin önlenmesi için yeterli erke ve kaynaklara sahip uluslararası bir merkezi yapılanmadan yoksun. Böyle olunca da meydan bütünüyle küresel sermayeye kalmaktadır. Herkesin temiz suya ulaşabilmesi için yılda 10 milyar dolar gerektiği hesaplanmıştır. Yeni kaynakların harekete geçirilmesi, eski kaynak ve dağıtım şebekelerinin yenilenmesi için ise yılda on ila on beş bin dolara ihtiyaç vardır. Bu miktarların karşılanması için dünya askeri harcamalarından yüzde 1’lik, suyu şişeleyip satan Danone, Nestle, Coca Cola gibi büyük şirketlerin cirolarından yüzde 1 oranında yapılacak kesintilerle sözü edilen ihtiyacın karşılanacağı ileri sürülmektedir. Ama daha ayağı yere basan alternatifler de yok değildir. Örneğin Bolivya’da sosyalist Morales, kooperatifler ve kamu kuruluşlarının sosyal denetimleri altında yeni alternatifler ortaya koymuştur. Ayrıca, az masraflı teknik çözümler de söz konusudur. Yağmur sularından yararlanmak, atık suların arındırılarak yeniden kullanıma sokulması, havadaki nemden su sağlanması gibi çözümler bunlar arasındadır. Ama en önemlisi kamuoyunun ülke ve dünyada, sudan milyarlar vuranları aradan çıkarıp doğanın insanoğluna armağan ettiği hayat suyuna acilen sahip çıkmasıdır. B ABD’nin Samarra’da düzenlediği operasyonda çoğunluğu çocuk 11 kişi öldü. Yakınları çocukların naaşlarının hastaneye taşındığı kamyonetin başında gözyaşı döktü.(AP) hiçbir yardımı olmadı. Sadece basının karşısında bir gösteri oldu. İngiltere’nin eski savunma bakanı Geoff Hoon’la da görüştüm; onunla yaptığım görüşme de çok tatsızdı. Yardım etme olanağı olmadığını söyledi ve saçma sapan önerilerde bulundu. Jack Straw yardım etti Ancak İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw çok yardımcı oldu. Bana insanca yaklaşan tek siyasetçi oydu. Beni dikkatle dinledi ve yerimde olsa aynı şeyi yapacağını söyledi. Ve sanıyorum yardımı dokundu, çünkü onunla konuştuktan 10 gün sonra İngilizler konuyla ilgili askeri soruşturma başlattı. ABD de bir araştırma yaptı. Ama onlarınki eşimin kullandığı otomobile neden ateş açıldığını ve suçsuz olduklarını kanıtlamak için yapılan bir araştırmaydı. İngilizlerinki ise çok detaylı bir soruşturma oldu ve bana neler olduğunu anlama olanağı sundu. Hiçbir şey bilmemek en kötüsü. Kendinize sürekli ne olduğunu soruyorsunuz. Öfkeliyim. Savaşı ve yanımda olmayan sevdiğimi düşünüyorum sürekli ve tabii diğer öldürülen ya da yaralanan gazetecileri. Bence med ya bu konuda çok duyarlı olmalı. IRAKLI ANNE SEYİDE HASAN: 2003’ün sonlarında bir gün avluda çamaşır yıkıyordum. Bir ABD tankının bizim sokağa girdiğini gördüm. Aralarında benim iki oğlumun da olduğu çocuklar peşinden koşuyor ve askerlere el sallıyordu. Askerlerin üstü başı çok temiz ve şıktı. “Anneleri burada yokken üstlerini başlarını kim temizliyor” diye sordum kendi kendime. Çocuklara şeker dağıtıyorlardı ve çok canayakın görünüyorlardı. İçeri girip kocam Muhammet’i çağırdım. Tankın oraya gidip çocukları kontrol etmesini, bir de ABD’li askerlere ona verebilecekleri iş olup olmadığını sormasını söyledim. Saddam döneminde orduda görevliydi. İngilizcesi olduğu için belki iş bulabileceğini düşündüm. Muhammet biraz söylenerek de olsa dışarı çıktı ve kısa bir süre sonra evi sarsan bir patlama oldu. Bahçe duvarı yıkılmıştı. Sokağa koştum. Kasım’ı gördüm, suratı simsiyahtı, ağlayarak bana doğru koşuyordu. Babasına ve küçük kardeşine ne olduğunu bilmediğini söyledi. Sonra olaya tanık olan bir komşum bana bir intihar bombacısının tanka saldırı düzenlediğini anlattı. Benim Saif’imin de aralarında olduğu altı çocuk ve kocam Muhammet öldü. O günden sonra hayatım çok zorlaştı. Çocuklu bir dul olarak kaldım. Zaten en büyük acıyı biz Iraklı kadınlar çektik. Hem ölülerimize yandık hem de ailemizi ayakta tutmaya çalıştık. Çocuklar sıkıntı çekmesin Bomba patladığı gün dört aylık hamileydim. Şimdi çok tatlı bir kızım var. Onun ve yaşıtlarının ileride bizim çektiğimiz sıkıntıları çekmeyeceğini canı gönülden umuyorum. İyi bir eğitim alması için ne mümkünse yapacağım. ABD ASKERİNİN ANNESİ: Pennsylvania Eyaleti’nin Verona kentinde yaşayan Diane Santoriello, adı Neil olan oğlunu Felluce’de, 13 Ağustos 2004’te kaybetti. Oğlu öldüğünde 24 yaşındaydı: Oğlumun öldüğü gün kapı çaldı ve kocam bir çığlık attı. Merdivenlerden aşağı indiğimde bir asker ve polisi kapıda gördüm. Sanki beynim asker üniformasını görmezden gelmek istiyordu. Önce kocamın polis olan babasının öldüğünü düşündüm. Ama sonra askeri formayı kabullenmem gerektiğini anladım ve ben de çığlık atmaya başladım. Çünkü Neil yaralanmış olsaydı telefonla bildireceklerini gayet iyi biliyordum. Sadece ölüm halinde eve bir subay yolluyorlar. Bir süre Allah’a inancımı bile yitirdim sanki. Dua bile edemedim. Allah’a ne söyleyeceğim konusunda hiçbir fikrim kalmamıştı. Neil küçüklüğünden beri orduya katılmak isterdi. Ben de çocuklarımı devlete hizmet etmenin, dünyayı düzeltmenin iyi bir şey olduğunu söyleyerek büyüttüm. Bu da onun istediği şeydi ve onunla gurur duymalıyım. Iraklılar için çok iyi hisler besliyordu. Biliyorum ki çok onurlu bir görev yaptı ve cesareti için madalyalar kazandı. Ancak George Bush’un yüzünü televizyonda gördüğümde ekrana bakamıyorum. Sırıtışını görmeye tahammül edemiyorum. ‘‘Arlington’’ diye bir şarkı var ve sözlerinde, ‘‘Şu yolun yukarısında büyük bir Beyaz Saray var. Onun içindeki adam beni eve getirdiklerinde ağladı’’ ifadeleri var. Neil de Arlington’da yatıyor. Ancak ben şarkı sözünün bu satırlarının doğru olduğunu kesinlikle düşünmüyorum. Bush bizim oğullarımız için kesinlikle ağlamadı. O kimse için ağlamadı. Ağlayan taraf hep annebabalar oldu. Slobodan Miloşeviç’i anımsamak... S lobodan Miloşeviç’in yaşamı bir insanın tarihin akışını nasıl yönlendirebileceğine dair yeni bir örnek oluşturdu. Onun, bütünlüğünün bozulmasının ilham kaynağı olduğu ülke, komünizmden çıktı ve birçok ülkeye değişim sürecine girmek için örnek oldu. Bu birbirine iliştirilen çakıl taşları gibi bir arada tutulan devletin çatısı altında etnik ve mezhep ayrımından doğan gerginliklerin olduğu gerçekti. Ancak gerçek olan bir şey daha vardı, kimse iç savaş istemiyordu. Sırbistan’daki bir Komünist Parti aparatçiki olan Miloşeviç bu gerginlik ortamını Belgrad’da bir su makinesini andıran rejim kurmak için kullandı. Sırpları yalan ve nefret tohumları eken duygu sömürüsü bombardımanına tuttu. Onların Kosovalı Arnavutların, Hırvatların ve Bosnalı Müslümanların kurbanı olduklarını savunuyordu. Ve Sırpları tek çözümün savaş ve etnik temizlik sonucu kurulacak Büyük Sırbistan olduğuna inandırdı. Onun bu tavrı 1990’larda bölgede vahşi çatışmaların yaşanmasına neden oldu. 200 bini aşkın insan öldü ve Güney Avrupa’da demokrasi kültürünün yaygınlaşması ve Sırbistan’ın kalkınması gecikti. Günümüzde Sırbistan’ın içinde ve dışında olan bazı kişiler ortaya çıkan bu korkunç tablonun kaçınılmaz olduğunu savunabilir. Bunun aynı zamanda Balkanlar’daki yüzyıllardır süregelen nefret duygularının ve on yıllarca hüküm süren komünist rejimin zehirlemesinin bir sonucu olduğunu savunabilirler. Ancak Soğuk Savaş sonrasında dünyanın farklı bölgelerinde yaşanan deneyimlere baktığımızda farklı şeyler görüyoruz. Güney Afrika’da aynı yıllarda Nelson Mandela adında bir lider çıkıp Beyazlar ve Siyahlar arasındaki gerilimin artmasını, dolayısıyla iç savaşı engelledi. Sallanmaya başlanan Sovyetler Birliği’nde Mihail Gorbaçov Baltık halkları, Ukrayna ve Orta Asya cumhuriyetlerinin barış içinde bağımsızlıklarını ilan etmelerine izin verdi. O da Büyük Rusya hayallerine önderlik edebilirdi. Savaş çıkardı Bay Miloşeviç bu liderlerin antiteziydi. En azından kendi ülkesinde Avrupa’da 2’nci Dünya Savaşı’ndan sonra kayda geçen yıkıcı çatışmaların, vahşi eylemlerin çoğundan onun sorumlu olduğuna inanılıyor. Tabii Hırvat, Bosnalı ve Arnavut savaş suçluları ve protagonistler de var ancak Miloşeviç olmasaydı Yugoslavya’daki savaşlar da olmazdı. Bu nedenle pazar günü, Sırp liderin 64 yaşında ölmesi çok üzücü oldu. Lahey’deki Eski Yugoslavya İçin Savaş Suçluları Mahkemesi’nde dört yıldır yargılanmasına rağmen karar aşamasına gelinmemişti. Bay Miloşeviç kendi de hiçbir hukuki kararın yaptıklarının karşılığını ödetemeyeceğini düşünmüş olabilir. Hâlâ otopsi raporlarını bekliyoruz. Ondan önceki Sırp liderlerin çoğunun düşündüğü gibi, bir kez daha Miloşeviç ve Sırbistan’ın ‘‘kurban edilmesi’’ onun çirkin bir zafer kazanmasını sağladı. Tabii bu onun tüm zaferleri gibi geçici bir başarı olacak. Uzun vadede Sırplar ve Avrupalılar onu 20’nci yüzyılda kıtayı mahveden, aşırı yönetim hırsı olan son milliyetçi olarak anımsayacaklar. Bu anlayış ne kadar çabuk yaygınlaşırsa Sırbistan yaralarını o kadar çabuk sarar. (The Washington Post, ABD, 14 Mart) THE OBSERVER İsrail devleti ortaçağda yaşıyor ? İsrail devleti sorunları çözmek için yasalar yerine hep aynı yola başvurur: İşgal ve baskın. AHMET Y. MECDUBİ ayır, ortaçağdaki İsrail’den bahsetmiyorum. Çünkü o zamanlar İsrail diye bir şey yoktu. Birçok kişi bugün pazarlamasının sayesinde ve yaptıklarıyla dünyaca ünlü olan İsrail’in sadece yarım yüzyılı biraz aşkın sürelik geçmişi olduğunu unutuyor. 1948’den ve 1967’den sonra topraklarından uzaklaştırılan Filistinlilerin çoğu İsrail devletinden yaşlı. İsrail yeni yaratılmış, Filistin’in gövdesine oturtulmuş ve buranın yerlilerinin yani Filistinlilerin yitip gitmesi pahasına göçmenlerle doldurulmuş bir devlet. O zaman “İsrail ortaçağda yaşıyor” derken neyi kastediyorum? İsrail kurulduğundan beri kendini küçük, barış yanlısı, barış isteyen bir sivil devlet olarak tanıtıyor. Ancak pratikte yaptıkları bu söylemden çok uzak şeyler. Yurttaşlarının üçte biri en temel haklarından bile yok H sun olduğuna göre bu nasıl bir demokrasi? İsrail’in işgal altındaki Filistinlilere davranışı ve bazı Arap komşularına karşı tutumu medeni değil, çok ilkelce. Tarihinin başlangıcından beri ayıp karnesi kabarık. Geçen gün İsrail tanklarının bastığı Eriha Cezaevi’nde yaşananları anımsayın. Yüzlerce tutuklunun hayatı tehlikeye atıldı o gün. Kuruluşundan beri aynı Tabii bu İsrail’in kuruluşundan beri takındığı tavrın tipik bir örneği: Diplomasi ve hukuk yerine zor ve şiddet kullanmak. Eğer bu cezaevindeki tutuklular İsrail’e karşı bir suç işledilerse yapılacak şey, İsraillilerse yasal yollardan iadesini istemek, Filistinli olmaları halinde ise onların Filistinliler tarafından yargılanmasını istemek. Ama İsrail bu yollara başvurmadı. Her zamanki gibi en iyi bildiği yola başvurdu: İşgal altına almak, tanklarla akın etmek.Bugün bu tavır içinde olanların yaptıklarının nasıl yanına kâr kaldığını ve bazı ülkelere dünyada nasıl ayrıcalık tanındığını anlamak kolay değil. Ama gerçek olan bir şey varsa İsrail’in yaptık ları her zaman yanına kâr kalıyor, bu ülkeye ayrıcalık tanınıyor. Onyıllardır kitle imha silahı üretip depoluyor ama kimse İsrail topraklarının uluslararası denetçiler tarafından incelenmesini bile istemiyor. Bu ülkenin nükleer tesisleri ve Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’nı imzalamasının gerekliliği de aynı şekilde görmezden geliniyor. İsrail onyıllardır uluslararası yasaları ihlal ederek Filistin ve Arap topraklarını işgal altında tutuyor. Filistinli sivillere ve Arap komşularına saldırıyor ama kimse bu konuda bir şey yapmıyor. Böyle haksızca ayrımcılık uygulayanlar, kendilerine ‘‘davranma’’ değil ‘‘kötü davranma’’ hakkını tanıyorlar. Medeni değil ilkel olma yoluna gidiyorlar. Eriha Cezaevi’nde yaşananlar sadece buradaki tutuklulara ve etraftaki sivillere zarar vermedi. Filistin Devlet Başkanı, Filistin Yönetimi ve tabii barış sürecinin bütünlüğüne, geçerliliğine de zarar verdi. Barış süreci İsrail’in bu konuya ciddi an Ramallah’ta sokağa dökülen binlerce lamda bağlı olmadığı için onyıllarca sürey kişi İsrail’in Eriha Cezaevi’ne düzenle donduruldu. lediği baskınla ele geçirdiği Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin lideri Ahmet Sa(Jordan Times, Ürdün, 1718 Mart) adet’in bırakılması için haykırdı. (AP) CUMHURİYET 09 K
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear