23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
14 NİSAN1994 PERŞEMBE CUMHURİYET 2 SAYFA KULTUR 13. ULUSLARARASI tSTANBUL FİLM FESTİVALİ AIDS üzerine aydmlatıa bir filmKültür Servisi - Oscar ödüllü Anjelica Huston. Emmy ödüllü Alan Alda. Grammy ödüllü Phill Colins. Tony ödüllü B.D. Wong ile "yıldız" isimler Rk- hard Gere, Steve Martin. Lily Tomlin ve Sir lan McKellen ın düşük ücretler ve küçük rollere rağmen bir araya geldiği AIDS filmi "Ve Orkestra Durmadan Çaldı" bugün festival kapsa- mında gösteriliyor. Kendisi de AIDS hastası olan Randy Shilts'in AIDS vi- rüsünün ilk "keşfedildiği" gün- leri anlatan aynı isımli romanı. senaryonuıUekrar tekrar yan- lması, birçok sahnenin dört beş kere yeniden çekilmesi ve bu fılmde rol alacak kadar "cesur" oyunculann bulunmasıyla dolu altı yıllık bir mücadeleden son- ra beyaz perdeye aktanlabildi. Tüm bu güçlüklerin temelinde Hollywood'un homofobisi yatıyor. Birçok ûzücü sahne yer alıyor Richard Gere, fılmde rol al- mayı kabul edene kadar teklif götürülen tüm oyunculareşcin- sel olduklan sanıbr. bir daha Hollywood'da rol bulamaz ve kamuoyundaki imajlan sarsılır gibi gerekçelerle. bu çalışmada yer almayı istemedi. "AIDS tûm gezegendeki en önemli konu • KendisideAIDS hastası olan Randy Shilts'in AIDS virüsünün ilk "keşfedildiğTgüpleri anlatan'Ve Orkestra Durmadan Çaldf isimli romanı, senaryonun tekrar tekrar yazılması, birçok sahnenin dört beş kere yeniden çekilmesi ve bu fılmde rol alacak kadar "cesur" oyunculann bulunmasıyla dolu altı yıllık bir mücadeleden sonra beyaz perdeye aktanlabiîdi. Tüm bu güçlüklerin temelinde Hollywood*un homofobisi yatıyor. herhangi bir aktör bu projede yer almamayı düşünemez bile" di> e- rek rolü kabul edince diğer isimler de onu izledi. Yine de film baş karakter olarak hetere- seksüel bir doktoru seçerek kendinin güvence altına alma- yı da ihmal etmedi. Shilts "ro- mandaki yüz altı karakterden, geniş bir seyirci kitlesinin en ko- lay özdeşleşebileceği kişiliği ön plana çıkarmak zorundaydık" di\e açıklıvor bu seçimi. "Ve Orkesta Durmadan Çal- dı," dünyanın >akın tarihine ilişkin bir dizi kabullenilmesi zor gerçeği dile getiriyor: Za- manın Amerika Başkanı Ro- nald Regan'ın bövle bir hastahk olduğunu resmen kabul edene kadar yirmi beş bin Amerikah'- run AIDS'den öldürmesi: has- lalık AIDS ismini alana kadar beş yıl boyunca bir düzine isim değiştirmesi: AIDS araştırma- sına para ayırmak için devletle- rin ayak direyışi: hastahğı bir "eşcinsel virüsü" olarak görüp tedavisi için uğraşmak yerine eşcinsel barlannı yasaklama gi- bi yöntemlere başvunılması, Fransa ile Amerika arasında "virüsü ilk ben bulduın " savaşı- nın çıkması ve daha neler neler. AIDS üzerine tüm söylenenlere rağmen dünyanın büyük ço- ğunluğunun hala bu hastahk konusunda tam bir "kara ca- bil" olmayı sürdürdüğü günü- müzde, AIDS'i görmezden gel- menin nelere yol açtığı üzerine aydmlatıa bir film "Ve Orkest- ra Durmadan Çaldı." Mutlu bir sonu olmayan bu fılmde da- yanılması zor birçok üzücü sah- ne de bulunuyor. AIDS'in yavaş yavaş öldürü- şünün tüm çıplaklığı ile perdeye yansıtıldığı"Ve Orkestra Dur- madan Çaldı"nın oyunculann- dan McKellen bu sahnelerin et- kileyiciliğini şöyle açıklıyor: "Sahnede bir çok kez ölme rolü oynadım Macbeth, Hamlet gibi oyunlarda bu; genellikle ani, kanlı bir ölüm olurdu ve hiç güç- liik çekmezdim anta bu fılmde ölüm yavaş ve işkence gibi.'" Vasat bir 'Sarışın' CUMHUR CANBAZOĞLU Venedik Film Festivali Başkanı Gillo Poote- corvo, geçen yıl fstanbul Ûluslararası Film Festivali'ni dünya çapında dördüncü sıraya yer- leştirirken Istanbullular'ın iki hafta boyunca her türden sinema ürününü izleme olanağı bulduğu- nu. festivalin zengin bölümleriyle diğer organi- zasyonlara iyi örnek teşkil ettiğini belirtmişti. Gerçekten de festival. yıl bo- yunca Hollywood"un klasik filmlerinden bıkanlara sezon sonuna doğru bir vaha işlevi görüyor. Sinemalarda izleme olanağı bulamadığımız filmle- re ve yönetmenlere, tican kaygı taşımayan yapıtlara fes- tival aracıhğjyla ulaşabiliyo- ruz. Örneğin bugün festival programında yer alan "Sanşın"(La Bionda)ın yö- netmeni Sergk) Rubini, Türki- 7 e'de tanmmayan, ancak İtal- yan sinemasmm Sahatores ve Tomatore ile birlikte üzerine titrediği genç bir yetenek. "Sanşm", Rubinfnin ikinci yönetmenlik denemesi. İlk fılmi "İstasyon"la (HBB'de gösterildi) büyük beğeni kazandıktan sonra ikinci fılminde daha iyiyi yapmaya çalışan Rubini. ne yazık ki beklenilen ölçüde başanlı değil. Senaryo "îstasyon"daki gibi bir aşk üçge- ni, konu da çok bildik. Her zaman ilk başandan sonra gelen "kendini aşma endişesi" Rubini'yi dc aşın strese sokunca ortaya sıradan bir yapım Nastassia Kinski çıkmış. "Sarışıu"ın kahramanı Tommaso Mon- tefusco (Sergio Rubini başrolü de yüklenmiş) memlekelinde dükkan açmadan önce saatçilık kursu görmek için Milano'şa geliyor. Tom- maso. içine kapanık biri. metropolün hareketli yaşamı ona çok uzak. Bu ruh haliv le bir macera- ya gjriyor Tommaso. Otomobiliyle sanşın bir kadına çarpıyor. Christına (Nastassia Kinski) adlı kadın belleğinı yıürdiğinden Tommaso'ya emanet ediliyor. Tommaso ile Christina arasın- da bir yakınlık doğuyor ama kadın belleğine kavuşunca asıl sevgilisi Alberto*ya(Eımio Fantastichini) dönüyor... Aşağı > ukan dörtte üçü so- kakta çekilen "Sanşın"da. Rubini. başrolü paylaştığı Nastassia Kinski'yi yöhet^ mekte hayli zorlanmış gözü- küyor (KJnski'nin de- \ amsızlığı sonucu aksayan çe- kimler yapımaya pahalıya patlayınca birçok sahne se- naryodan çıkartılmış). Kins- ki, birçok bölümde isteksiz. Rubini ise kameranın önüne ve arkasına koştururken bek- lenen oyunculuğunu da ser- gileyememiş. Bu arada ti- yatrodan gclcn Ennio Fantastichini ikisini de aşıp gitmiş. Jurgen Knieper'ın yazdığı caz kokan parçalann sürüklediği "Sanşın", festivalin vasat filmlerinden biri. Rubini"yi tanımak ve genç Italyan sinemasını tatmak isteyenler için "Sanşın" iyi bir örnek olabilir ama ilginç film arayanlann başka yapımlan scçmelerinde yarar var. EşitsizKğin öyküsü • 'Deans"ilegerçekbirkarakterdenyola çıkarak yüzyıl dönümünde Belçika'da yaşanmış olan politik olaylara ışık tutuyor, katolik papazı Adolf Deans'in tekstil işçileri adına başlattığı savaşımı aktanyor. Kültür Servisi-Genç Belçikalı yönet- men Stijn Coninx, bugün festival kap- samında gösterilecek olan üçüncü uzun metrajlı konulufilmi"Deans" ile gerçek bir karakterden yola çıkarak yüzyıl dö- nümünde Belçika'da yaşanmış olan po- litik olaylara ışık tutuyor. En İyi Ya- bancı Film Oscar'ına da aday gösterilen "Deans" çok işlenmiş bir konuya sade ve güçlü anlaümıyla bambaşka bir bo- yut getirmeyi başanyor. Film, katolik papazı Adolf Deans'in 189O'lı yıllarda günde on üç saat kötü koşullar ve her an ölümcül kazalarla karşılaşma tehlikesi altında çalışan teks- til işçileri adına başlattığı savaşımın öy- küsü. „ Sade ve güçlü anlatımıyla etkileyici bir film. gili makaleler yazarak v e v aazlannda bu konuya değinerek daha sonra politika- ya atılarak verdiği bu mücadelede so- nunda kendinin üyesi olduğu katolik ki- lisesi ile karşı karşıya buluyor ve politika ile din adamlığı arasında bir seçim yap- mak zorunda kalıyor. Deans rolünü üst- lenen Jan Decleirin bu sıradışı kişiliğin sessiz öfkesi ve karizmasını başanyla yansıtıyor beyaz perdeye. Gösterime girerek beğeni toplayan "Germinar fılmiyle benzerlikler taşa- yan, ancak derli toplu scnaryosu ve gör- sel gücü sayesinde daha da başanlı bu- lunan "Deans"in seçimlerde yapılan hi- lelerin gösterildiği bölümleri. sadece ta- rihi bir film olmayıp. günümüzde de ge- çerliliğinin koruyan bir konuya el attığını kanıtlıyor PARİS ^ERÇEĞÎN SİNEMASI FESTİVALİ'NDEN NOTLAR: Gerçek her zaman çarpıcı değildir MEHMETBASUTÇU PARİS - Gerçeği filme almak güçtür. Çünkü gerçek değişkendir, uçucudur. Bin bir yüzü vardır gerçeğin; ele avuca -.ığmaz; görüntü içine hapsedilemez... Çûnkü gerçek özgürdür; yaşar ve deği- şir. Gerçek aldatıcıdır. Gerçekler, belki de gülerken ağhyor: dingin bir görünüm ardında bile için için kaynıyordur... Televizyonlanmızın başında. her gün gerçekleri izlediğimizi sanınz. Asbnda, gerçeklerin çok kademeli süzgeçlerden geçmiş, değişik mercekler tarafından saptınlmış gerçeküstü görüntüleridir ek- ranımıza yansıyan... Çünkü. günümüz- de önce çarpıcılık aramr: gerçeklerin "gösterişjT' olması beklenir... Çünkü, önemli olan kısa yoldan iz bırakabil- mektir. TV izleyicisinin, uçucu belleğin- de, etkileyici ve ilgi çekici olmasma özel- likle dikkat edilen ve bu amaçla kotan- lan görüntülerdir bunlar... Başka bir de- yimle yapay gerçeklerdir... Ancak olan obnuş. medya kamuoyunu yoğurmuş, biçimlendirmiştir bile. "Belgesel gerçek- ler'' perdesi ardında büyük bir manipü- lasyondur o>Tianan... "Gerçeğiıı Sineması Festivali", Fransı- zca adıyla "Festival du Cinema da Reel", bu olguya bir tepki niteliğini taşır. Belge- sel sinema geleneğine sahipçıkar. Bu fes- tivalde aranan, gerçekler karşısında araştıncı, dikkatli ve saygıh bir bakışın, bilimsel bir yaklaşımın sonucu olan bel- gesel sinemarun özü, yüce çehresidir. Çünkü, dört dörtlük bir belgesel ger- çekleri görüntülemekle yetinmez; aynı zamanda, çevresinde dönerek değişik açılardan aydınlattığı gerçekleri sorgu- lar. Paris'te, Beaoubourg Kültür Mer- kezi'nde on beş yıldan bu yana düzen- lenen "Gerçeğin Sineması FestivaB"nde, - ya da uzun adıyla "Lluslararası Etnog- rafık ve Sosyolojik Fitanter FcstivalP'nde (Festival International de Films Ethnog- raphiques et Sociologiques) - işte bu tanıma uygun belgeseller programlamr. Olağanüstü, heyecan yaratan. kor- kunç ya da iğrenç görüntülerin getirdiği kolaylıklardan kaçınarak ınsan onuruna 'Gerçeğin Sineması Festivali'nde yarışmalı bölümde gösterilen İAm A Promise:" Stanton Okulu çocukları. ters düşmeden. göz boyamaya ya da ne pahasına olursa olsun dikkat çekip iz bı- rakmaya çabalamadan, gerçeğin değişik yüzlerini olduklan gibi tanıtmayı amaç- layan fılmler, Beaubourg'da her yıl dün- yaya açılan, camlan temiz ve süssüz yüz- lerce penceredir. Bu bahar. birleşen Almanya'nın Le- ipzig kentinde şiddet eylemlerine girişen ve çoğunluğu ırkçı Skinhead'lerden olu- şan gençlerin yaşam felsefesinden, ülke- leri Salvador'dan kaçarak geldikleri dün- yanın öbür ucu Avustralya'da sürgün yaşayan genç bir çiftin sorunlanna dek bir dizi acı tatlı -aslmda çoğunlukla aa- dünya gerçeği. Beaubourg Kültür Mer- kezi'nin perdelerine yansıyordu. Örneğin, Olivier Herbrich'in gerçek- leştırdıği "Yolun Kanunlan" (Rules ofthe Road) trlandadan Galler ülkesine dek İngiliz adalannda yaşayan ve Batı Avru- pa'nınsongöçebetopluluğusayılan"Tin- kers"lerin, polisle saklambaç ya da ko- valamaca oynadıklan yol kenarlannda geçen çizgi dışı yaşamlanndan çarpıcı kesitler getiriyordu. Toplum tarafından dışlanan "normal" yaşam biçimine uyum sağlayamayan. aslında özgürlüğe susamış ve kuşaklar boyunca göçebeli- ğin bağımsızhğına alışmış olan bu çok çocuklu ailelerin (belki de onlan Kuzey Batı Avrupa'nm "Çingeneleri" olarak tanımlamak gerekir...) Günlük yaşam- lanna. kendilerine yabancı dış dünya karşısındaki tepkilerine, direnişlerine, bir saat boyunca yalın ve temiz bir belge- sel eşliğinde ortak oluyoruz... Festivalin büyük ödülünü kazanan "Maden ve Melankoli" (Metaal en Me- lancholie)adh, 80dakikahk belgeseü. Pe- ru'da doğan ve 23 yaşına dek bu ülkede yaşamış olan Hollandalı Heddy Honig- mann ımzalamış. Yedi milyonluk baş- kent Lima'da rengarenk bir görünüm sunan taksilerin ve en az otomobilleri kadar renkli ya da hüzünlü sürücülerin bırbirinden ilginç yaşam öyküleri. bir kentin ve bir meslek grubunun ilgi sınınnı aşarak bir ülkenin ve bır kültü- rün, canlı, duyarlı, yaşayan portresine dönüşüveriyor... Bir ozan şöyle tanı- mlamış Peru'yu: "Bu ülke madenden >e mdankoliden otuşmuştur. Madenden, çünkü yoksulluk >e ıstırap bizi tıpkı bir maden gibi strtleştirmiştir. melankoliden, çünkü aynı zamanda yumuşak, şefkatü insanlanz ve gecmişin nostaljisi içimizi yakar durur..." Bu festivalde geleneksel olarak bir bel- gesel sinema yönetmenine ya da bir ülke sinemasına aynlan toplu gösterinin bu yılki durağı. İtalyan belgesel sine- masıvdı. I930'lu yıllardan günümüze dek uzanan bırçizgide. >etmış küsur film aracılığıyla. Fellini, Antonioni, Bertoluc- ci. Comencini gibi ustalann çektıkleri belgesellcri ilgiyle izledik. Avnca İtalyan belgesel sinemasının önde gelen adlan- ndan Vittorio de Sica'njn bir düzine yapıtı, bu programda yer almaktaydı. Hem nitelik. hem de nicelik açılanndan zengin olan bu toplu gösten. İtalyan ne- orealizmine çok yönlü, farklı bir bakış getiriyordu. Sokaktaki gerçeklerin sine- mayı nasıl etkilediği: büyük yaratıcılann gerçeklerle nasıl beslendikleri ve gerçe- ğin sinemasını yaparken duyarhklannı ve yaratıcılıklannı nasıl geliştirdikleri gözler önüne serilmekteydi. "Gerçek ya- şam nerede biter? Sinema nerede başlar?" türünden zor sorulara. her vönetmen kendi yanıtını. yapıtlan aracıİığıyla ge- tirmektedir. Örneğin. Mkhelangeio An- tonioni, 1943-1947 yıllan arasında ger- çekleştirdiği ilk filmi "Po'nun İnsanlan" (Gente Del Po) adlı belgeselde, kuşku- suz. on yıl sonra çekeceği "ÇığJık" (II Grido-1957) adb konulu filmin geçeceği >en \e o yörenın ınsanlannı gozlemle- me. tanıma olanağı bulmuştu... Peki, günümüzde. televizyon ve si- nema endüstrisinin giderek gelişip uza- yan ahtapot kollan arasında. belgesel tü- rün yeri nedir? Çok gerilere gitmeye ge- rek yok. son haftalann fılmlerine bir göz atmak yeterli: İşte. kucak dolusu Oscar ödülü sahibi Steven Spielberg'in çektiği "Schindler'in Listesi" ya da Jim Sheridan ımzalı "3abam İçin" adlı fılmler... Gö- rüntülenmesi çok güç, hatta olanaksız olan gerçekler. ya da beyaz perdeye titiz- likle, dikkatle aktanlması gereken önemli tarihi olaylar bile. "öîgüree", ge- niş kiılelere sesîenen "namusln" birer Holl>-wood filminedönüştürülmekte... Bu konumda gerçek belgeseller, üzeri- ne titrenmesi gereken bir sinema türü- nün korunmaya alınmayı bekleyen ör- nekleri olarak çok önem kazamyorlar. ODAKNOKTASI AHMET CEMAL Sanatı Güncel Kılmak Avrupa edebiyatının yetiştirdiği en büyük eleştirmen- ler arasında yer alan Avusturyalı yazar Kari Kraus (1874-1936), Shakespeare'e ilişkin bir değerlendirme- sinde şöyle der: "Nerede devletin yasaları Shakes- peare'in parafe edilmiş düşünceleriyse, orada kültür vardır." Kimi zaman gizli alaylar içeren gülümsemeler- le karşılanan bu görüş, temeline inildiğinde ne yalnızca aşırı bir hayranlığın dışa vurulmasıdır ne de ayakları ye- re basmayan bir düşüncedir. Kraus, bu satırlarıyla sa- natın günlük yaşam uygulamasıyla ilişkisi açısından bir olması gerekeni, söz konusu bağlama değgin bir tür 'do- ğal hukuk' kuralını dile getirmiş olmaktadır. Kraus'un cümlesini daha genel bir söyleme götürdüğümüzde, ör- neğin şöyle bir saptamaya da ilaşabiliriz: "Nerede dev- letin yasaları sanatın sesiyle örtüşüyorsa, orada kültür vardır." Sanateseriniyaşamın günlük akışınındışındatutmak, sanatı izleme, ondan tat alma çabasını geleneksel gün- lük yaşamdan kaçmanın aracı saymak, sanatçıyı -ayak- ları yere basanlardan oluşma bir çoğunluğun karşıtı niteliğiyle- bir azınhğın üyesi saymak, estetik düşünceyi, 'herkesin harcı olmayan' bir felsefe evrenine yerleştir- mek -bütün bunlar, sanatın başlangıcından günümüze kadar sanatı yapay bir tutumla yaşamın bütünlüğünden koparmaktan başkaca bir sonuç doğurmamış girişim- lerdir. Bir yandan sanatı -doğru bir tanımla- yaşamı yo- rumlamanın yollarından biri saymak, öte yandan ise onu, hem düşünce hem de uygulama düzleminde olmak üzere, yorumladığı konudan ayrı tutmak, gerçekte çö- zümsüz olduğu ölçüde üretkenlikten de uzak bir çelişki- dir. örneğin günlük yaşamın sıradanlığından kaçmanın yollarından biri sayılan sanat, bu kaçışın gerçekleştiril- diği her noktada kaçılan sıradanlığı daha da pekiştir- mekten, daha da değişmez ve değiştirilemez bir gerçek kılmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bu sıradanlığın yol açtığı kalıplaşmaların yıkılması, insanoğlunun 'ayrı' bir alan saydığı sanata zaman zaman sığınması, sonra o alanın kapılarını -tiyatronun perdesini, kitabın kapağı- nı, sergi salonlarının ışıklarını!- kapatıp yeniden 'akışa' dönmesiyle değil, ama ancak sanatı özümsemeyle zen- ginleştirdiği bir iç dünyayı, bundan böyle günlük yaşa- mının çıkış noktaları, bakış açıları arasına katmasıyla gerçekleşebilir. Çünkü insanın kaçarak sığındığı' yer, sonuçta nasılsa oradan ayrılacağı yerdir; ayrılacağı, belki de bir daha dönüp bakmayacağı, dolayısıyla izleri- ni de kendi dünyasından sileceği bir yer! Bir bin yılı daha geride bırakmak üzere olduğumuz günümüzde genelde sanatı konu alan her türlü eğitimde bir bakış açısı değişikliğine gitmek, belki de sanat- yaşam bağlantısı doğrultusunda en gerçekçi ve yapıcı tutum sayılmalıdır. Bakış açısı bağlamında boyle bir ye- nilik, örneğin sanat tarihini yalnızca 'ayrı' bir konunun tarihi olmaktan çıkarıp, aynı zamanda doğrudan her sa- bah yeniden başladığımız bir yaşamın, bizim olan bir yaşamın kendine özgü bir yorumu üzerinde düşünme çabasınadönüştürebilir. Tarih boyunca yaratılmış bütün sanat eserlerine, bizden birilerince yine bizden olanla- rın yaşamlarını zenginleştirmek, daha geniş boyutlara kavuşturmak için verilmiş ürünler gözüyle bakmamızı sağlayabilir. Aslında felsefenin bütün alanlarında yapılması gerek- •tiği gibr^estetik alantnda da'Jfnpalı'düşüticesdi^gelecy*' kurmat< yerine, "ınsahoğlunun kendi sariatsal eylemleri üzerinde düşünmesi'nden başka bir şey olmayan bu uğraşı bir yaşama biçimi niteliğiyle de tanıtmak, insan- ları sanat ve estetik söz konusu olduğunda hep başlan- nı yukanya kaldırmak' zorunluluğundan kurtarabilir. Sanatı bu doğrultuda, insanın doğal düşünme alanlarm- dan biri olarak benimsetmek, sanatı günlük düşünceye ve günlük yaşama sokmantn en etkili yoludur. Bertott Brecht, 'Sanatın Izlenmesi ve Izlemenin Sana- tı ' başlıklı yazısında şöyle der: "Sanattan daha çok anla- yan.. bilenler'den oluşma küçük bir çevre her zaman var olagelmiştir... Bu küçük çevre için değil, ama halkın bütünü için sanat yapmakta kararlı çok sayıda sanatçı vardır. Bu, kulağa demokratça gelir.. ama bence asıl demokrat tutum, 'bilenlerden' oluşma küçük çevreyi, bi- lenlerden oluşma büyük bir çevreye dönüştürebilmek- tir. Çünkü sanat bilgiyi gereksinir..." Bu satırlarda sözü edilen 'bilenlerden oluşma büyük çevre'nin yolu, yalnızca sanatın, yazımızın başında sö- zünü ettiğimiz biçimde güncelleştirilmesinden, günlük yaşam uygulamasının ve yaşam üzerine düşünmenin doğal bir parçası kılınmasından geçebilir. "Bir devletin yasalannın Shakespeare'in parafe edilmiş düşünceleri olması" da sanatın bu anlamda, insan ve toplum yaşa- mının her gününe yedirilmesinden başka bir şey değil- dir. Yaşamını yeni bir bin yılda çok daha soylu kılarak sür- dürme iradesini gösterecek bir insanlığa, Shakes- peare'in Montaigne'nin, Yunus Emre'nin, Pir Suttan Abdal'ın.. düşüncelerini yansıtan yasaları birer ütopya olmaktan çıkarıp somut hedeflere dönüştürmekten daha çok yakışacak bir uğraş düşünülebilir mi? Sururi ve Cezzar'dan açıklama Kültür Servisi - Tiyatro ve TV Yazarlan DerneğTnin 10 oyunun üzerinde verli oyun sahneleyen yönetmenlere ve tiyatrolara onur plaketi vermesiyle ilgili olarak Gülriz Sururi ve Engin Cezzar şu açıklamayı yaptılar"Derneğinizin 'yerli oyunlar oynamaya değer veren tiyatrolara ve 10 oyunun özerinde yerli oyun sahneleyen yönetmenlere' onur p'.aketi vermesini destekliyor ve ödül alan meslektaşlanmızı kutluyoruz. Ancak. bugüne kadar 12 yerli oyun sahnelemiş olan Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu'nun ve 11 yerli oyun yönetmiş olan Engin Cezzar'ın unutulmuş olmasını vahim bir hata olarak görüyor ve şiddetle protesto ediyoruz. Kaldı ki. bu 12 oyunun 11 tanesi Türk tiyatro tarihinde ilk kez bu topluluk tarafından oynanmıştır. Bellekleri tazelemek bakımından. bu oyunlann listesini sunuyoruz: Canh Maymun Lokantası(Güngör Dilmen). Keşanh Ali Destanı(Haldun Taner). Direkler Arasında(Refık Erduran). Teneke(Yaşar Kemal). Zilli Zarife(H.Taner). Kurban(G.Dilmen), Kelepçe(R.Erduran), Aykın(Aydın Engin). Ittihat veTerakki(G.Dilmen), Uzun Ince Bir YoI(M.Akan-G.Sururi). Ferhad ile Şirin(Nazım Hikmet). Midas'ın Kulaklan(G.DiImen). (Aynca bu yıl E.Cezzar Antalya Devlet Tiyatrosu'nda MüsahipzadeCelal'in "Kadı"sını sahneledi). "Hafıza-i beşer nisyan ile malul" olabilir. Ama, Türk tiyatro tarihine perçinlenmiş ve çoğu "klasik' olan bu oyunlar ve bu topluluk tiyatroseverlerin yüreğinden silinemez ve unutturulamaz". Onay Ongan öldü Kültür Servisi - Piyanist ve besteci Onay Ongan öldü. 1936 vılında Adana Ceyhan'da doğan Ongan, 1956 yılında lstanbul Belediye Konservatuvan Korno, Viola ve Keman Bölümleri'nden mezun oldu. İstanbul Senfoni Orkestrasrndaöyılçahştı. Müziklişiirmatineleri düzenlemelerinde öncülük etti. İsviçre'nin çeşitli kentlerinde, Fransa ve Almanya'da müzik çabşmalannda bulundu. Orkestra kurdu ve yönetti. Üç yıllık yurtdışı çalışmalanndan sonra Türkiye'yedöndü. Dostoyevski'nin 'Beyaz Geceler', Güner Sümer'in "Yann Cumartesi' adlı tiyatro oyunlannın ve Sait Faik'in "Kumpanya' adlı televizyon oyununun müziklerini besteledi.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear