23 Aralık 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
20KA3IM1994PAZAR CUMHURİYET SAYFA KULTUR 15 CUNDEMDEKI KONU StNEMA ONATKUTLAR Varsabir durum, yapalım bir açıkoturumAB Kırca'mn "Siyaset Meydanı"nda Türk sinemasının sorunlannın tartışıl- dığı gece, o yedi saatlik maratonun ta- mamna ya da birbölümüne dayanabi- lenlenn ne düşûndüklerini doğrusu pek merak ediyorum. O gfce hep birlikte uykusuz kaldık. tki aedenı vardı uykusuzluğa katla- nışımızın. Birincısi, hıç kuşkusuz Ali Kırca'nın, Ayşenur Arslan, Şenay Kal- kan gibi degerli arkadaşlan ile birlik- te olusturduklan o düzeyli ve demok- ratik lartışma ortamının çekiciliği, ıkincisi ise günlük yaşamımızda bun- ca yer ılan sinema ve televizyona duy- duğumoz ilgi. Peki ne kaldı geriye o uzun saatler- den? Doğrusu birçok izleyici gibi benim ıçın de bir uykusuzluk duygusu, keçi- boynuzu gibi pek cılız birkaç tad ve ol- dukça yoğun bir tatsızlık, anlamsızhk ızlenimi. Sinemamız bu önemli fırsatı bence çok kötü kullandı. Sinemamız derken yalnızca yapımcılan, yönetmenlen, oyunculan değil aynı zamanda eleştir- menlen ve daha da önemlisi izleyici- leri kastediyorum. Tartışmanın konusu sinemamızın sorunlan ıdi. Bence sinemamızın en önemli soru- nu "tarüşmavı becerememesi"dir. Elbette tstısnalar vardı. Amaçoğun- ^ık, lafı anormal derecede uzatarak, ne jöylediğini kendisi de anlamayarak, bir mesaj vermekten çok başkalannı sus- turmaya çalışarak tartışmayı öylesine çığınndan çıkardı ki benim gibi birçok izleyici de mutlaka ısyan etmiştır. Bir ara bağırmak zorunda kaldım: Beyler, neyin tartışıldığını ben anlaya- maz hale gelditrt, izleyici nasıl anlaya- cak? Bir kez, bir iki istisna dışında, konuş- macılann çoğu son derecede hazırlık- sızdı. Insan milyonlann önüne çıkar- ken, bir tarafa notlar almasa bile en azmdan kafasında küçük bir hazırlık yapar. Bu yapılmamıştı. Bu nedenle birçok kişi "konuşmayıdurduramama krizi''ne yakalandı. Evet, gûlmeyin, böyle bir kriz var. Lafin ipını bir ucundan yakalayıp, ak- lına üşüşen ber şeyı söylemeye çalışır- ken ıpin öbür ucunu kaçıran konuşma- cı. bir noktadan sonra sözlerini bağla- yamaz olur. Eğer o öirada birisi yardım- cı olup sözü kesmezse, o, sabaha kadar aynı ipe sapa gelmez laflan geveler du- na. •^ Konuşmacılann bir bölümü sözü durdtuamazken bir bölümü de dehşet- li bir savunma psikozuna yakalanıp kar- şıdakinin sözünü durdurmaya çalıştı. Otıızyıldırdüşünsel kapasitesinde her- hangi bir gelişme olmadığı gözlemle- nen Fikret Hakan'ın çevresindekileri susturma girişımleri pek yadırganmadı. Hülva Avşar'la alay edişi, Kültür Ba- kanhğı Müsteşar Yardımcısı'na "Sen bizim muhatabımız olamazsuı" deyişi, Tunca Arslan'ı susturma çabalan za- man zaman edep sınırlannı aşsa da do- ğal karşılandı. Ama genellikle centil- m - \ bir kışiliği olduğu düşünülen Er- teıi! Göreç'in de benzer sertlıkteki tep- kılerine pek anlam verilemedi. Öbür yandan sinema eleştirmenı ya yünden bir amatör sınemacı köyde bir sinema makinesini nasıl "taıal" ettik- lerini anlatırken ipin ucunu kaçırarak bizi anlamsız alanlarda dolaştınp dur- dular. Kısaca, bir yanda AJ-i Osman Seden hanedanmdan Fatih Sultan Hakan ve onun kale burçlannı kan revan içinde savunan yenıçerileri; öbür yanda ise Uzay Hepan çağının postmodern astro- notlan Aöfgan, Mc Coy ve onlann ne- reye çarpacağı belli olmayan meteorta- raftarlan arasında tuhafbir savasa tanık olduk. Tıpkı Ah Kırca gibi biz de "killtle- ıüp" oturduk. Yetersizlikler ve yanlışlıklar yalnız- ca tartışmanın bıçiminde olsaydı belki gene de hoşgörülebilirdi. Ama birçok izleyicinin de gördüğu gibi konuşma- lar vahim bilgi hatalan ve önyargılar içeriyordu. Sinema sektörümüzle ilgili istatistik veriler ya hiç yok, ya da yetersiz. Ama daha da ilginci, bu yetersiz bilgiye bile başvurulmayışı. "Kafadan atma rl nın bir alışkanlık haline gelişi. örneğin tartışmalar sırasında yanım- da oturan Özen Film yöneticisi dostum Mehmet So> r aslan'm elınde son on beş tzleyıeısıkoııuımındakjkışileıiııtaı- yılıngişe lıa&ıldllaıı ile ilgili bir dusya vardı. Bu dosyaya bakılabilscydi, son oa beş yılm, gerek eleştirmenler gerekse sinemacılar tarafindan seyirciyle bu- • Siyaset Meydanf nı izleyen insanlann büyük bölümü hiçbir şey anlamadı: Sinemacılanmız gerçekten devlet desteği istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Oysa bugün hep biliyoruz: Ülkeler kültür alanına kamu desteği sağlamak zorundadırlar. Çünkü kültür alanı, sadece pazann kontrolüne bırakılamaz. * Çünkü kültür, bir ülkenin kimliğidir. Ve bu kimliğin büyük bölümü, para getirmeyen faaliyetlerle korunur. nin tam tersine seyirciyle buluştuğu, en az elli bin izleyici topladığı görülecek- tı: HazaL Hakkâri'de Bir Mevsim, Anayurt Oteli. Sis, Suda Yanar, Uçurt- mayı Vurmasınlar, Kaduıın Adı Yok, Muhsin Bey vs. vs. Örnegın reklameılann meslcki derei- "en çok izknen on sinema rdminin" do- kuzunun (evet yanlış okumadınız, do- kuzunun) Türk fılmi olduğu görülecek, seyircinin yabancı (daha doğrusu Ame- rikan) fılmleri Türk filmlerine tercih ettiği yolundaki yaygm kanının yanlış- lığı ortaya çıkacaktı. TV yazan Sn. Er- doğanSevgjn,bu rating raporlannı doğ- ru dürüst inceleyebilseydi, tepelerde yeralmayan ciddi ve kaliteli Türk film- lerinin de, kendi türündeki yabancı fılmlerden daha çok izlendiğmi göre- cekti. Sinemalardakı ücretsiz dağıtüan haf- talık sinema dergisi, her hafta bir box- office raporu veriyor. O raporda film- lerin seyircı sayısı ile birlikte, geçen yılla bu yılm karşılaştırmalı rakamlan da okura sunuluyor. UIP ile VVarner'a şıklık olsun diye onlarla yemek yiyip sonra da "Sinema- nın Muhteşem Dönüşü" diye yazı ya- zan sevgıli Doğan Hızlan,o sinema der- gisini okusaydı, seyircı sayısında artış değil, geçen yıla göre yüzde 40 oranın- da çarpıcı bir düşüş oldugunu görecek- ti. Ustelik bır başka ürkütücü gelişme- yi de fark edecekti. Toplamı yüzde 40 azalan seyircinin de yüzde 75'i aynı fil- me gidıyor, sürü gibi. Filmin adı da il- tışma başansızlığı da sinemacılardan qy gl kalmariı TiirV aint'mn'iinın lerinden Marketıng Türkıye. her sayı- smda, AGB Anadolu ratmdenne göre. fDevnT burada bir kez daha girmeyeceğim. Ama izin verirseniz bir yanıltmayı açık- lamak istiyorum: Ben, tartışma sırasın- da, bütün dünyaya Amerikan filmi da- ğıtan en büyük kuruluş olan UlP'nin ABD'de yasaklanmış oldugunu söyle- diğimde Mc Coy müdahale etti. Üç dört yıl önce serbest bırakıldığını söyledi. Ben de bunu yeni bir bilgi zannederek, araştırmadan ıtiraz etmedım. Ama araş- tırdım: Böyle bir şey yok. UIP, kendi ül- kesinde hâiâ yasak. Kimse düşünmüyor mu bu ülkede, neden yasak diye? Kısaca, sinemada video ve televiz- yon rekabetiyle başlayıp süren, sinema salonlannm yüzde 90 oranında azalma- sına neden olan krizin, mevcut salonla- nn da Amerikan dağıtım firmalanna tahsisi sonucunda ağirlaştığını anlatıp bir çözüm aramak varken, tartışmalar nerelere gidebıldi, anlayana aşkolsun. Üstelik doğru bir teşhis, tedaviyi de apaçık gösterirken!.. Oyle ya, en büyük rekabet tüm dün- yada olduğu gibi TV'den geliyorsa, TV ile bir uzlaşmaya vanrsın. Filmlerini TV kanallan ile ortak yaparsın. Kanal- lar da mecbur buna. Sinemacılanmız "Radyo ve Teievizyonlaruı Kuruluş ve Yayınlan Hakkmda Kanun"un 4. mad- desinin " p " fikrasını okumak zahmetı- ne katlanııiarsa anlayacaklar niçin mec- bur olduklannı. Çünkü o madde ile TV kanallanna yüzde 50 yerli yapım koşulu getirili- yor. Sonra yirmi yılda üç binden üç yüze inen salon sayısını arttırmak için çaba gösterirsin. Bugün sinemanın gerçek altyapısı salondur. Bu amaçla hem özel, hem kamu sektörünü harekete geçir- menin yollannı ararsın. Son olarak, tüm dünyanın yaptığı gi- bi, yasal düzenlemelerle kendi ulusal sinemanın, Amerikan tekellerine karşı korunmasını ıstersin. Şimdiye kadar birçok uluslararası toplantıda bulun- dum. Hemen hepsinde sinema sektörünün korunması gündemdeydi. Hiçbirinde devlet-sinema ilişkilerinin bizdekı ka- dar çarpık yorumlandığını, karmakan- şık hale geririldiğini görmedim. Siyaset Meydanı'nı izleyen insanla- nn büyük bölümü hiçbir şey anlamadı: Sinemacılanmtz gerçekten devlet des- teği istiyorlar mı, istemiyorlar mı? Oy- sa bugün hep biliyoruz: Ülkeler kültür alanına kamu desteği sağlamak zorun- dadırlar. Çünkü kültür alanı, sadece pa- zann kontrolüne bırakılamaz. Çünkü kültür, bir ülkenin kimliğidir. Ve bu kimliğin büyük bölümü, para getirme- yen faaliyetlerle korunur: Tarihsel kim- liği oluşturan eskı eserler, müzeler, kı- taplıklar, arşivler; bugünkü kimliği oluşturan temel yaymlar, gösteriler, şenlikler; geleceğin kimliğini oluştu- ran gençlik etkinlıkleri, eğitim alanı vs... Bütün bunlar dünyada kamu desteği ileyapılır. Yasalariadüzenlenirbualan. Bunlann yapılmasını ıstersin. Bundan başka da bır şey istemezsin. Bu tartışma sırasında da ister sinema- cı, ister seyirci. kimi konuşmacılar "bir filmin nasıl olması gerekti£jne"dair ah- lannın tartışıldığı platformda Mc Coy, Amerika'dakı deneyimlerini uzun uzun ântatirten; ya da Tavşanh"nm bir ko- "luşmuyor dîye eîeşfîrnen Wçok fılmı- TV'lerde en çok izlenen sinema fîlm- lerinin listesini yayımlıyor. Bu listelete şflyle bir göz gınç' ıaş Evet, Amenkan tekelleri. Sınemacı- lwm»^Htbayak eogunlufuda, tnedya^ rruz da bu konuda inanılmayacak kadar habersiz. Dûnyada o kadar çok yazıldı, çîzîldi, ben o kadar yazdım çizdim ki, kâm kesmiyorlar mı, çıldınyorum. Beyler, bırakın sanatcının yakasını. "Nasff Istıyorsa öyte yapsın. Beğen- miyorsanız izlemeyin, ya da daha iysı- nıkendınızyapın. Hâlâ işin alfabesindeyiz. 'Her Vitrin Bir Galeri' Kültür Servisi - Nişantaşı'm Derneğı'nın düzenledıği kültür ve sanat etkınliklen dizisinin il- ki olan 'Her Vitrin Bir Gale- ri'sergısı 24 kasımda açılıyor. Ülkemizde ılk kez gerçekleştıri- lecek bu sergıyle 50'ye yakın sa- natçının 100 dolayında yapıtı, Nışantaşı ve çevresindeki mağa- zalann v ıtnnlerini birer galeriye dönüştürecek. Nışantaşı'nda Rumeli, Abdi Ipekçı, Teşvikiye, Valikonağı caddeleri ile İCarakol Soka- gı'nda yer alan belli başlı mağa- zalan kapsayan sergi, 4 aralığa dek sürecek. Sergının açılışı Harbıye Parkı'nda kurulacak "Nişantaşı'm Çadm^nda yapı- l K Bu projeyı gerçekleştıren Ni- şantaşı'm Dernegı, Nişanta- şı'nın kültürel, sosyal ve işlevsel dokusunu yaşatmayı; yitırilmek- te olan değerlenne sahıp çıkma- yı; sanat, eğlence ve ahşveriş merkezı olan bölgenin bu özel- liklerinı, geleneksel değerler çerçevesınde korumayı ve ev- rensel bır bakış açısıyla yannla- ra taşımayı amaçlıyor. Sergide yer alan sanatçılar şöyle sıralanıyor: Fahır Aksoy, Bılge Alkor. özdemir Altan, Gök- han Anlağan, Hakkı Anh, Yüksel Arslan, Zekı Arslan, Mustafa Ata, Tomur Atagök, Bedrı Baykam, Sab- rı Berkel, Se\yıt Bozdogan, Bubi, Adnan Çoker, Tanju Demircı, Ser- verDemıriaş, NejadDevnm, Abıdın Dıno, Burhan Doğançay, tpekAksü- ğürDuben. Candeger Furtun. Meh- met Giıleryüz, Mehmet Gün, Selmo Gürbûz, Altan Gürman. Merıç Hı- zal. - s vm tşler, Ozer Kabaş. ömer Kaleı f, Serhat Kıraz, Komet. trfan Korkmazlar, Tülın Onat, Zekaı Or- mana, Kemal önsoy, lbrahım örs, Kadrı Özayten. Bünyamın özgülte- kın. Yusuf Taktak, Güngör Taner. Sûleyman Saım Tekcan, Seyhun To- puz. Selım turan. Ömer Uluç, Bur- han Uvgur. Adnan Vannca, Utku Varhk, Fahr El Nıssa Zeıd. Amerikan tiyatrosunun 'öfkeii adaııır Kültür Servisi - Amerikalı oyun yazar- lan, anlar gibi, yok olmadan önce birden fazla kişiyi sokabilirlerse şanslı sayılır- lar. Bir zamanlar 'Amerikalı Strindberg' olarak selamlanan Edward Albee'nın son on yılı pek parlak geçmedi. 1983'de yaz- dığı ve 'New York Times' gazetesi eleş- tırmeni Frank Rkh'in 'iki perdelik bir huysuzluk nöbeti' olarak niteledıği 'The Man VVTıo Had Three Arms-Üç Koüu Adam'adlı oyunu Broadway'de yalnızca 16 kez sahnelendi. • Spot ışıklan dönüp, her zamanki kadar sivri dilli olan 66 yaşındaki yazan yeniden buldu. Birkaç gün önce Londra'da perdelerini açan 'Three Tall Women' adlı oyunuyla Edward Albee, üçüncü kez Pulitzer'e değer görüldü. Albee, kariyeri boyunca ilk kez Amerika'daki bütün eleştirmenlerin düşüncelerinin olumlu oldugunu vurgulayarak, 'Beni şamar oğlanı yerine koymaktan vazgeçtiler' diyor. Albee, ilk oyunu 'TheZooStory'yiyaz- dığında 30 yaşındaydı. Dünya prömiyeri Berlin'de gerçekleştirilen oyun daha son- ra New York'a gelmiş, Amerikan tiyatro- sunun öfkeli genç adamı da böylece orta- ya çıkmıştı. Yetenekli olmayan bir çok yazar Avrupa'da her zaman beğenilen bir oyun yazan olmasına karşın, Amerika'da Albee'nin ölmüş olabileceğini düşünen tiyatroseverler var. Biraz üstlerine gider- seniz 1962 yılında yazdığı, korkunç bir evliliğı konu eden, daha sonra başrolleri- ni Richard Burton ile Eiizabeth Taylor'ın paylaştığı bir fılme dönüşen Albee klasi- ği 'Who's Afraid of Vlrginia VVoolf-Kim Korkar Hain Kurttan'ı anımsayacaklar- dır. Onun kadar yetenekli olmayan pek çok yazar. başanya ulaştıran bu formülü yinelemekte ve kötü taklitler üretmekte hiç gecıkmediler. Albee adeta kendi ba- şansının kurbanı olmuştu. Aynı zamanda 'inatçı daman' olarak adlandırdığı özelliğinin, başkalannın beklentilerinın gelgitlerinde yüzmeyi dik- başlılıkla reddetmesinin de kurbanıydı. Kendi sanatsal toprağını işleme konusun- daki kararlılığı ona 'A Delicate Balance' (1967) ve 'Seascape' (1975) adlı yapıtla- nylaiki Pulitzerödülükazandırdı. 'Seas- cape', ödüle karşın yalnızca 70 kez sah- nelendi. Albee'nin tumruraklı, insanı ürkütecek ölçüde gerçekleri dile getıren sesinin de giderek modası geçti. Bugünlerde ise Albee geri döndü. Spot ışıklan, dönüp her zamanki kadar sivri dilli olan ($6 yaşındaki yazan yeniden bul- du. Birkaç gün önce Londra'da perdele- rini açan 'Three Tall Women' adlı oyu- nuyla üçüncü kez Pulitzer'e değer görül- dü. Oyunda Maggic Smhh, Frances de la Tour ve Anastasia Hille tek bir kadını, ya- şamının çeşitli evrelerinde canlandınyor- lar: 20'li yaşlarda bir genç kız, orta yas,!ı bir kadın ve öfkeli, ölmekte olan bir ihti- yar. Irving Wardle bir zamanlar onun için "Batılı yamyam geleneğinin oyun yazan" diye yazmıştı. Albee, her şeyin ötesinde, izleyicisıne yaltaklanmaktan son derece uzaîc bir biçimde ayna tutan, ona kendi ruhsal sonınlannı ve umut kınklıklannı gösteren, ironinin unutulduğu bir diyar- da ironiyi elden bırakmayan bır oyun ya- zandır. Albee bu yeniden doğuşu ihtiyatla kar- şılıyor. "Popüler olmamak için bir çaba narcamıyonım. Oldukça başanh oMum ama amacım bu degiL Yazmak istedigim konular hakkuıda yazıyorum. Popüler<A- mayan pek çok ovumun da 'Three Tall Women' kadar ryi. Bu oyuna gösterüen il- gi beni şaşırrn, Bütün karrverim boyunca ilk defa Amerika'daki bütün eieştirmen- lerin düşünceleri olumlu. Amerikalı eleş- tirmenler beni şamar oğianı yerine koy- maktan vazgeçtiler''dıyor. Yapıtını istiyorlarsa, olduğu gibi, hiç- bir değişiklik yapmaksızın sahneye koy- malan gerek. Albee, Amerika'da olduk- ça belirgin olan 'muttu son' sevgisıne hiç- bir zaman boyun eğmedi. Albee'ye göre, sanat bir biçimde insa- nı eğitmeli ve düzeltmeli. Sanat bize kim olduğumuzu gösterip, yanlış olanı ince- lememizi sağîamah. Yanıtlannı bildiği- niz sorulan içeren oyunlar yazmak kolay. Bu herkesi mutlu edebilir. Ama Albee'nin yanıtlardan çok sorulan var. 'Three Tall VVomen'da temel sorun, Al- bee'nin kendisini evlat edinen yıkıcı an- nesiyle arasmdaki işkenceye dönüşen iliş- kiyi yansıtıyor. Çocukluğunda kendisini evlat edinen New Yorklu anne babasının kişilikleriyle kendi kışiliği sürekli çatışıp durmuş. Annesinden sözederken "Birbi- rimizden hiçbir zaman hoşlanmadık. Onun için her zaman bir düş kınkhğry- dun"diyor. Oyunlannda yer alan kötü an- ne babalarla, öfkeli çocuklann kaynağı bu. PENALTI MEMETBAYDUR Bîlimin Müziksel Tarihi Biüm ile sanatın günlük yaşamdan çıkıp gittiği toplum- lar, kendini tüketen, kendi kanserine dönüşen toplumlar- dır. Isaac Nevvton'u bilirsiniz. Hani bir ağaç altında uyur- ken kafasına elma düştüğü için yerçekimi yasalannı keş- feden bilim adamı. Antonio Stradivari'yi de bilirsiniz. 18. yüzyılda yaşamış ünlü keman ve çello yapımcısı. Stradi- vari, çoğunlukça, Latince söyienişi olan Stradivarius ola- rak tanınır. Bu keman yapımcısı, bilim adamı Nevvton ve kompozitör Johann Sebastian Bach ile aynı zaman di- liminde yaşamış. O zamanlardan yaklaşık iki yüz otuz yıl sonra, bizim zamanımızın bilim adamlan, bu insanlann yaprtlan üstüne yepyeni bilimsel teoriler üretmeye başla- dılar. Keman ve çello yapımcısı Antonio Stradivarius'un bildığı, Isaac Nevvton'unsa bilmediği neydi? Thomas Levenson, yeni yayımlanan 'ölçüye ölçü: Bi- limin Müziksel Tarihi' adlı krtabında, bilim tarihini yepye- ni bir açıdan ele alıyor. Eski Yunan uygariığından, günü- müzün çok gelişmiş teknik olanaklanna kadar uzanan za- man kesitinde müzik ile bilimin kopmaz ilişkisi açısından. Bir keman nasıl yapılır? Bır çello, bir piyano nasıl yapı- lır? Bunlan bırakın, ata sporumuz olduğu iddia edilen yağ- lı güreşlerde çok kullanılan davul ile zurnanın nasıl yapıl- dığına dair bir şeyler de bulmak neredeyse olanaksızdır dilimizde. Kaval, düdük, tef, darbuka gibi çalgı aletlerinin yapımı üstüne kitaplar da bulunmaz kitapçılarda. Daha çok 'şarkıcılar' üstüne yan sosyolojik yazılar yazılır. Han- gi müziğın 'çağdaş', hangı müziğin 'çağdışı' olduğu üs- tüne herkes bır şey söyler. Müzik bahanedir aslında. Ge- nciler 'geri' zannettikleri müziği savunurlar, ilericıler 'ileri' zannettikleri müziği. Kakafoni de bu noktada başlar. Thomas Levenson, müzik aleti yapanlann, bazı bilim- sel konularda, uzman bilim adamlanndan daha ileride ol- duklannı söylüyor kitabında. Stradivarius, Nevvton ile Bach'ın çağdaşı dedık ya, mesleğini Nicolo Amati'nin Cremona'daki atölyesinde öğrenmiş. Sonra ustasından aynlıp kendi dükkânını açmış, kemanlar, çellolar üretme- ye başlamış. Işe marangozluk açısından bakarsak, bir ke- man yapmanın çok büyük, anlaşılmayacak kadar derin bir gizi yok. Elinizde adı keman olan birtahta parçası var. Bi- limsel biryöntemle onu parçalanna ayınrsınız ve gizini çö- zersiniz, olur biter. Nevvton yöntemi, doğadakı her şeyi, Güneş sisteminden bır kemana kadar her şeyı. parçala- nna ayınrsak çözümleyebileceğimizi öğretiyor. Muhen- dislerden müzik bilimcilerine kadar birçok bilim adamı, Stradivarius'un yaptığı kemanları, çellolan söküp parça- lanna ayırmışlar. Ölçüp biçmişler. Bugün Stradivarius'un elinden çıkan yaylı çalgılann sırt inceliklerini ve başkala- nnın yaptıklan çalgılardan daha ince olduklannı, ne cins bir cila kullandığını, o cilanın kimyasal denklemini, deği- şik çalgılar için hangi ağaçlann tahtasından yararlandığı- nı, bu sazlann akustik fiziğini en küçük aynntılanna kadar biliyoaız artık. Üstelik yüzlerce kez tekrarlamış 'bu dene- yi' Stradivarius. Her deneyim sonucunda harika bir keman ya da çello çıkmış ortaya. Yeni deneysel bilimin yüreğinde yatan kural şudun Bir insanın keşfedebileceği bir şeyi, bir başka insan da yeni- den keşfedebilir. Bilimsel deneyin 'bilimsel' olabılmesi için, önce ikinci bir bilim adamının o deneyi yınelemesi ve başanlı olması gerekir. Arşimed'den Kopernik'e, New- ton'dan Einstein'a kadar degışmez kuralıdır bu bilimin. Thomas Levenson, bu ilginç kitabında, bu noktada soru- yor canalıcı sorusunu: Oyleyse neden hıç kimse Stradi- varius'un yaptığı kemanları yapamıyor bugün? Nevvton fiziğinin eksık bir tarafı mı var yoksa? Belki 'mü- kemmeliyetçi' bir bilimle, ölçmek istediğıniz her şeyin gi- zini çözebHirsiniz. Bilmekistediğiniz şeyierse orada kahr- lar, bir Stradivarius kemanı gibi. Çözümlenmemiş olarak. Nevvtoncu fiziğın insanın elini kolunu bağlayan meka- niği üstüne düşünmeye zorluyor yazar okurunu. Yunan dü- şünürü Pitagoras, ilkel orgu ılk görüşünde soyut mate- matik ile gerçek ses arasmdaki ilişkiyi kavramış. Karanlık çağlardan sonra, müzikte armoninin kullanımıyla daha önce ayak basılmamış yepyeni ve çok geniş alanlar açıl- mış insanlann önünde. Armoniyse bizi müziğin ve bilimin tarihinde Bach'a getiriyor ister istemez. Uyum iyı hoş da, sesin aritmetiğı içinde, var olan çıkıntılan, mükemmel ol- mayanı, uyumsuz olanı nereye, nasıl yerleştireceğiz? Eğer her şeyi müzik aritmetiğinin sarsılmaz kurallan içinde yer- ii yerine yerleştirirsek, majör üçlüleri uyum içindelerken, bir oktav sonrası fena halde ton dışı kalıyoriar! Bundan ötürü Bach'ın piyanosu 'iyi-terbiye-görmüş'tür. Az biraz ton dışıdır o piyanonun akordu, bu ses aritmetiğinin kıs kacından kurtulmak adına. Bile isteye mükemmel sanıla- Jll ho/arak mıi7İk tarihinin n pytİ7 jiİ7PİIİkfPki l vermiştir Bach. Levenson'un kitabı düşündürücü. Yalnızca matematik, müzik, feteefesorunttdeğrtdtr "mükemmet oiarrta uğj'dş- mak" sorunu. Gerçek anlamda ilerleme; dogmalara, de- ğişmez, mutlak zannedilen her şeye, az biraz mükemmel olmayan bir şeylerin eklenmesiyle sağlanıyor galiba. • Rabıta adlı örgütten maaş alan devlet memurlan, ilk ve ortaöğrenimde zorunlu kılınan din dersleri, haksız yere hapse atılan aydınlar, politik söylevlere dini alet etmek derken Sıyas katliamı, laık aydınların kurşunlanıp bomba- lanması, şimdi de klasik müzik için yapılmış konser salo- nu yöneticilerinin istifaya zorlanması ve cumhurbaşkanı- na sözlü tacize kadar geldik. Çağdaş, evrensel olan her şeye karşı olan bu kafalar Taksim'de cami de yapacak- lardır. Bilimi de, sanatı da kendi kakavan kafalannın siyah tül- bentinden geçirip onlara göre yorumlayacaklardır. Türküy- le, Kürdüyle, Ermenisi, Yahudisi, Arnavutu, Rumu, Lazı, Çerkeziyle, dilleri, lehçeleri, ağızları, dinleri, inanış biçim- leriyle bir cennet mozaiği oluşturması için her şeyi olan bu güzel ülke de, bu adamlann yaptıklarıyla ve onlara se- yirci olanlann bilinçsiz desteğiyle bir ortaçağ öncesi ka- ranlığa gerileyecektir. Böyle bir şey olabilir mi? Herkes ol- maz diyor ama bir soru daha gelıyor aklıma: Büyük kent- lerimizi yönetenlerin içinde kaç kışi Darvvın Evrim Kura- mı'na inanır? Bilimin Müziksel tarihi derken bu konu da nereden çık- tı diyorsanız, müzik denince sevgi ve saygı ile düşündü- ğüm insanlann başında Aydın Gün gelir. Aydın Bey, gö- revinden istifa ettiği için Cemal Reşat Rey Konser Salo- nu'nu kalitesizlik istilasından koruyamayacak artık. Abdül- basit Abamüslim Akıncıbey'lere karşı Sayın Aydın Gün'ün yanında yer aldığımı söylemek istiyorum yalnızca. hşaat Mühendisleri Odası Fotoğnaf Yarışması sonuçlandı • Kültür Servisi-TMMOB Inşaat Mühendislen Odası'nın kuruluşunun 4O.yıh dolayısıyla düzenlenen Fotoğraf ve Karikatür Yanşmalan sonuçlandı. Değerlendirme sonucu, Çemil Ağacıkoğlu'nun "Tosya" adlı fotoğrafi birinci seçildi. Sabit Kalfagil,lsa Çelik, Halim Kulaksız, Rıza Baloğlu ve Mustafa Atmaca'dan oluşanseçici kurul. Hakan Gazanfer Altunel'in "Uğurcan-2" rumuzlu eserini ikincilik ödülüne, Fahri Canöz'ün "141477/3" rumuzlu eserini üçüncülük ödülüne değer gördü. Karikatür Yanşması jüri üyeleri: Turhan Selçuk, Ali Ulvi Ersoy, Turgut Çeviker. Metin Peker ve Erol Demir, yaptıklan değerlendırmede Ali Herkül Çelikkol'un eserini birinciliğe. Bülent Balaman'ın eserini ikinciliğe \e Ahmet Büyükmehmetoğlu'nun eserini ise üçüncülüğe değer gördüler. Orfeo ve Euridice Operası Türkiye'de • ANKARA (ANKA) - Ankara Devlet Opera ve Balesi, Gluck'un "Orfeo ve Euridice" operasını Türkiye'de ilk kez salı günü sahneleyecek. Alan besteci Gluck'un opra sanatının zirvesine ulaştığı ünlü yapıtı, üç perde olarak sahnelecek..
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear