25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
d EYLÜL 1988 CUMHURİYET/. Ve giyotîn huzurunuzda SABETAY VAROL PARÎS Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk Paris sefiri Yirmisekiz Mehmet Çelebi, maiyeti erkâmyla birlikte kralın huzuruna çıktığında, o zaman boş bir alan olan şimdiki "Concorde Meydanf'ndan geçmiş. Oryantal kıyafetleriyle İstanbul'dan gelen heyet üyeleri Parislilerin o kadar ilgisini çekmiş ki, onbinlerce kişi, kralm Paris'teki ikameti olan Tuilerie Sarayı bahçesinin girişine geçit törenini izlemek üzere koşuşmuş. Paris'in tarihini yazanlar, daha sonra sırasıyla "15. Lui Meydanı", "tbtilal Meydanı", "Concorde Meydanı", "16. Lui Meydanı" ve yeniden "Concorde Meydanı" isimleriııi alan meydanın, önemli tarihsel olaylann cereyan ettiği yer olması geleneğinin bu efsanevi geçit töreniyle başladığını söylüyorlar. Fransa önümüzdeki yıl büyük ihtilalin iki yüzüncü yılını kutlama şenliklerine hazırlanıyor. TV için yapılmaya başlanan altı fılmlik bir dizi dolayısıyla, 1789'un adeta simgesi haline gelen ünlü idam aleti giyotinin tıpkı kopyasının Concorde Meydanına yerleştirildiğini gazeteler yazdı. Meydan, Paris'in, belki de dünyanın en büyük meydanlarından biri... Zaten ihtilal sırasında giyotinin buraya yerleştirilip, cezalann infaz yeri olarak seçilmesinin tek nedeni de, mümkün olduğunca çok kişinin gelip olanları izleyebilmesi imiş... tnşaat çalışmalarına 1754'te başlanan meydana karakterini veren iki büyük binadan, Deniz Nezareti'nin kullandığı ve sömürge yönetiminin çok önemli merkezîerinden biri olan binada da dış cephe tadilatı var. Concorde Meydanı, suratını gerdiren ihtiyar bir ses/sinema sanatçısı sanki. FranKuliibü" binasmın hemen sağındaki "La Reyniere" konağını satın alıp elçilik binası yapmışlar. Işin ilgincı, bu konak 19. yüzyıl boyunca Osmanlı İmparatorluğunun ve Çarlık Rusyası'nın da sefaret binası olmuş. Yani Osmanlınm Concorde Meydanı'yla olan bu ilişkisi, Yirmisekiz Mehmet Çelebi'nin 1700'lerin başlarındaki Fransızları hayran bırakan geçit resminden sonra iki ediyoı.. Haa, söylemeyi unutuyorduk. Mehmet Efendi'nin gelişi o kadar hayret uyandırmış ki, zamanın kültür bakanı sonradan dokunmak üzere olayı temsil eden üç adet pano sipariş etmiş. Panolar Versailles Sarayı'nda tapisörileriler ise 'GardenMeubles' denen devlet eşya muhafaza depolannda bulunuyor. Concorde Meydam'nın yapılma nedeni, Kral 15. Lui'nin dikilmesi düşünülen at üstündeki heykeline çerçeve teşkil etmek. Başmimar JacquesAnge Gabriel de Mezieres (kısaca Gabriel) 1754'te çalışmalara başlamış. 1772'de, Paris'in zevkü sefa merkezi Pigalle semtine adını veren heykel, heykeltıraş Pigalle'in yaptığı dev bronz heykel meydana dikilmiş. Heykelin ömrü yirmi yılı geememiş. Paris'i ele geçiren ve ortalığı kasıp kavuran ihtilaiciler, atın ayaklarını testere ile keserek heykeli yıkıp eriimişler.. Sadece 15. Lui'nin bu eli kurtulmuş. O da Versailles Sarayı'nda duruyor. Aynı günlerde meydanın adı "ihtilal meydanı" olarak değiştirilmiş. Heykelin yerinde 1836'da Güney Mısır'daki Lüksor Tapınağı'ndan getirilerek dikilen ünlü obelisk duruyor. thtilalle birlikle birdenbire, "it kopuğun" gezdiği, seyyar satıcı ve eğlence yerlerinin mantar gibi bittiği me/danda, Chariolte Corday tarafından katledilen devrimci gazeteci Marat'nın "Halkın Dostu" gazetesi satılmış. Marat'nın katili 25 yaşındaki kız, meydanda ilk giyotinle kafası kesilenlerden biri. Tabii, Concorde Meydanı'nda giyotinle idam edilen ünlüler arasında, Kral 16. Lui, Kraliçe Marie Antoinette, Danton, Robespierre, ünlü fizikçi Lavoisier sayılabilir. Kral, şimdi obeliskin bulunduğu, eski 15. Lui heykelinin, 15 metre Champs Elysees'ye doğru olan tarafında bir yerde idam edilmiş. Krallığın daha sonra restore edilmesi sırasında, once 15. Lui için yeni heykel düşunulmüş. Sonra, "16. Lui burada şehit edildiğine göre meydanın adını 16. Lui yapıp onun heykeliııi dikelim" denmiş. Ancak 183O'da patlak veren ayaklanma bu projeyi suya düşürmüş.. Parlamento binasına yakınlığı, 3. ve 4. cumhuriyet dönemlerinde mecliste verilen önemli kararların bekleme aşamasında halkın bu meydanda topianması sonucunu doğurmuş. 1968 gençlik olaylarını izleyen aylarda, General De Gaulle'ün dönüşü için, Fransa sağı Concorde Meydanı'nda müthiş bir kalabalık toplayarak, Fransa'nın "sol" güçlerin eline geçmesini önleyebilmişti. Bu "karşıdevrim" gösterisinin güçlü siması, De Gaulle'ün yakın arkadaşı ve kültur bakanı ünlü yazar Andre Malraux idi. 1988 başkanlık seçiminin iki tur arası, sağın adayı Jacques Chirac, 1968'in tekrannı gerçekleştirmek istedi. Ancak bu kez Concorde Meydanı'nda toplananlar, Paris'in zengin mahallelerinden inen "burjuvalarT'ydı. Geleneksel olarak halkçı bir tabana oturma özelliği taşıyan De Gaulle'cü hareketin "burjuvalaştığı" o gün belli oldu ve toplanan büyük kalabalığa rağmen, siyasal tahlilciler, Chirac'ın bu sınıfsal tabanından ötüru seçimi yitirmeye mahkum olduğu fetvasını verdüer. Gerçekten de öyle oldu. Concorde Meydanı bir kez daha Fransız siyasal yaşamının barometresi oluyordu. ADALAR ÜLKESİ Maldiv Adaları, Hint Okyanusu'nun ortalarına, ekvatora kadar uzanan bir mınik ülke. Lacivertten türkuvaza, değişen renk tonlarında bir deniz üzerınde, tropik bitki örtüsüyle kaplı. binden fazla ada yer alıyor burada İşte, cennet adala.dan bırgöruntü. Paris'ten Male'den Adayı büyüttiyorlar nek. Havaalanııun bulunduğu adadan başkent Male'ye ancak bir "dhoni" ile gidilebiliyor. Dhoniler, daha once Basra Körfezi'nde görduğum Arap "dhov"larını andınyor. Ince, uzun, mazot motorlu küçük tekneler. 20 dakika sonra Male'deyim. İlk bakışta, doğal mercan dalgakıranı ve arkasındaki yat limanı göze carpıyor. Liman eski tip dhonilerle ve modern sürat tekneleriyle dolu. Daha sonra, en çok iki katlı binalarıyla kent başlıyor. Yollar tamamen toprak. Ancak, sokaklann planı oldukça düzgün. Hepsi de daracık. Hemen bisikletlerin çokluğu dikkati çekiyor. İnsanlar genel olarak pek kılıksız görunüyorlar bana. Daha sonra bunun pek doğal olduğunu, çünkü adam başına ortalama milli gelirin 470 dolan (1985) biraz geçtiğini öğreniyonım. Halkın çoğunluğu ayda 2030 dolara (45.000 TL.) iyi gelir diye bakıyor. Buna karşılık, tropik kuşakta yer alan ülkede yaşam çok zor sayılmaz. Deniz ürünleri bol ve ucuz. Ayrıca, adalarda hindistancevizi, papaya, mango, patates, olabildiğince geniş biçimde yetişiyor. 1965'ten bu yana bağımsız bir devlet olan Maldiv Adalan'nda cumhuriyet yönetimi bulunuyor. Nüfus 200 bini biraz geçiyor. Başkent Male (a harfi biraz uzatılarak okunuyor) ise 40 bin nüfusla ülkenin en kalabalık yerleşim birimi sayılıyor. Kentin uzerinde bulunduğu ada 1.5 km2 büyüklüğunde. Şu anda boş yer yok. Hükümet, denizden toprak kazanma çalışmaları başlatmış. Male'de tanıştığım genç bir Maldivli, Muhammed Şefik, halkın yüzde doksan dokuz buçuk oranında Müslüman olduğunu, ama inanç konusunda buyük bir hoşgörünün egemen bulunduğunu anlatıyor. "Belki de öyledir, ama neden hiç kadın göriinmüvor ortada?" Muhammed Şefik guluyor, "Her birinin beşer onar çocugu var. Onlarla uğraşmaktan başka şeye zamanlan mı kalıyor..." MÜMTAZ ARIKAN MALE Gümrük memuru, "Size v ize vermem için mutlaka adalardan hangisinde kalacagınıza karar vermelisiniz" dedi. Doğrusu, Maldiv Adaları'nın 1190 tane olduğunu bile bilmiyordum. Nerede kaldı onlardan birini seçmek.. Hindistan'm 650 km. güneyinden başlayarak ekvatora değin uzanan Maldiv Adaları'ndayım. Hint Okyanusu'nun ortalannda. Genellikle adalara gelen Avrupalılar kendi tuıizm bürolarının tavsiyesiyle hareket ediyorlar. Yerleri önceden ayırtılıyor, havaalanına indikten sonra seçtikleri adadan gelen görevliler onlan karşılayıp gerekeni yapıyor. Çoğu kez, başkent Male'yi bile görmüyorlar. Benim öyle yapmam olanaksız. Hemen göstermelik bir ada seçip vizeyi alıyorum ve terminalden çıkıp taksi anyorum (!) Ama denize toprak doldurularak yapılan pist ve yanındaki küçük terminalden oluşan Hulule Havaalanı gördüğüm en ilginç ör Robespıerre ı Concorde ce gıyotinde resmeden bir gravur sız Otomobil Kulübü'nün kullandığı binanın bir tarafında "Coislin" konağında, Benjamin Franklin ABD adına Fransa ile ilk dostluk anlaşmasını imzalamış. Tarih, 6 Şubat 1778... Başka deyişle, ABD'yi ilk tanıyan ülke Fransa ve tanıma kararını simgeleyen yer bu konak.. Mekânın Amerika için taşıdığı tarihi önemi varın siz tasavvur edin. 180507 yılları arasında ünlu Fransız yazar Chateaubriand burada iki yıl ikamet edip "Şehitler" adlı kitabını yazmaya koyulmuş. Kayıt levhası, ünlü yazar ve düşünürün bundan hemen sonra Doğu ülkelerine uzun bir yolculuğa çıktığını yazıyor. Penceresinden bu kadar düzenli geometrik şekiller gördükten sonıa Doğuya gitme özlemi duymasını anlamamaya olanak var mı? Amerikalılar ise Ingilizlere olan öfkeleri ve eski kıtaya olan hayranlıklannın da etkisiyle Concorde Meydanmı sevmiş olmalılar.. Dünyanın en ünlü restoranı sayılan "Maxim's"i de, girişi "Rue Royale" tarafında olmak suretiyle barındıran "Fransız Otomobil Londrd'dan Perpignan'dan Tedavisiz ve Ölümcül bir hastalık nasıl tanıtılır? Yavaş yavaş solup kaybolan bir posterle. Zeki reklam firması "Saatchi ve Saatchi"nin son buluşu hem hayır işliyor, hem de firmanın neden zeki olduğunu gösteriyor. EDİP ÖYMEN LONDRA Bill Johnstonu gösteren poster, iki ilâ beş hafta içinde solup kaybolacak. Johnston'dan geriye silik bir görüntü kalaçak. Johnston, zaten ölmüştü. Ölmeden önce resminin böyle bir posterde basılmasına izin vermişti. Arkadaşları, posterine bakıp bakıp iç çekip geçecekler. Johnston da nasıl gerçek hayatta öldüyse, posterinde de bir kez daha ölecek. İngiltere'de en çok iş yapan "Saatchi ve Saatchi" reklam firmasınm son buluşu bu: Solup kaybolan poster. "Kas erimeri" denen, kas uçlarındaki sinirleri yok eden, zamanla kasları eriten ve iki ilâ beş yıl içinde bütün vücudu iflas ettiren bir garip hastalık var. Nedeni belli değil, tedavisi de yok. Johnston, bu hastalıktan ölmuş. Çok az insanın tutulduğu bu hastalığı tarutmak ve para yardımı sağlamak için de bu işle uğraşan dernek, bir poster kampanyası başlatmak istemiş. Ama hastalık nasıl tanıtılacak? lşte "Saatchi ve Saatcbi" yi büyük yapan zekâ da burada çıkıyor ortaya. Bir süre sonra solan ve kaybolan bir mürekkeple bu postere girişmişler. Centilmen aktör "David Niven"i de götüren ve İngiltere'de sadece 6 bin kişiye musallat bu hastalığı İngilizler şimdi iyice öğrenecek ve bir daha unutmayacak. Metro istasyonunda, sokakta, çarşıda her gün biraz daha solan ve bir gün artık görünmez olan bir yüzle karşı karşıyalar. Güneş ışığına hassas bir mürekkeple yapılan 2 bin poster üstelik derneğe de ucuza mal olmuş. Her gün deterjan, sabun, makarna satmak için akla gelmez perendeler atan reklam firmaları, hayır dernekleri için daha ucuz tarife uyguluyorlar. Üstelik, "daha fazla satın alın!" yerine, "daha hayırlı bir iş yapın!" demiş oluyorlar. Johnston'un posterinde de "Her gecen gün biraz daha gidiyorum. Kaslarım eriyor, yok oluyor. Tedavisiz, ümitsiz bir durum. Bana artık yardım edemezsiniz, ama tıbbi araştırma için para yardımı yapabilirsiniz. Resmim hızla yok oluyor. Ben de" diyor. Metroya binerken, çarşıdan geçerken, Johnston'la göz göze gelmemek mümkün değil. Birkaç hafta sonra ise göremeyeceğiz kendisini zaten. Posterie gelen soluk ölüm Biz, Pirene fatihleri... MİNE G. SAULNIER Erkeksakihindistancevîzifcabuğunda, geleneKsel Kava sunuyor konuklara. Samoa biterken... Artık Samoa'dan ayrılık vakti gelip çaîmakta. Düşsel okyanus, anılar akşamının mavi sislerine karışacak yakında. Ve ben, Pasifik'i çok sevdiğimi hep anımsayacağım... NADİR PAKSOY APİA Hindistancevizi meyvesiyle ilgili beş, muzla ilgili otuz beş ayn sözcüğün dolaştığı Samoa dilinde, 'zamam' dile getirecek tek bir sözcük bile yokmuş. Günümüzde, 'zamam' tanımlayabilmek için, İngilizceden uyarlanmış bir sozcük kullanılmakta. Ve bunu bilmiyorsa bulutlar. yağmurların günahı ne?.. Gecenin bir yarısında çinko damda bıçaklar bileniyor yine işte.. Olan oldu, uykum kaçtı; keyfim, 'ya ertelenirse* diye kara kara düşüncelere gömülüverdi. Neyse ki damlalar geleneklere saygılı. Guneşin ilk ışınlarıyla birlikte sahneyi taptaze bir güne devred,rek gökkubbeye doğru çekilmekte.. Orman içi toprak yol buhurdan gibi tütüyor. Samoalı reislerin rutbe alma toreni, Saufai'nin yolu artık pırıl pınl. Deli dlvane gönlüm zaman tünelinden geçmeye çoktan hazır.. Samoa toplumu kabaca, rütbeli sülale reisleri (matayi) ve rütbesiz 'avam takırru'ndan oluşan göreceli bir yapı içeriyor. Rütbeli reislerin de kendi aralannda dereceleri var. Her bir üst kademeye geciş, rütbesıne ve etki alanına girecek bolgenin buyukluğüne göre gorkemi giderek artan törenlerle kutlanırmış. Sayesinde, dışarıya pek açık tutulmayan birçok toreni izleyebilme olanağı bulduğum yardımcıın Sua'nın kayınbiraderi bölge hiyerarşisinin en üst basamağına tırmanacak bugün.. Adanın doğu ucunda dört bir yanı dağlarla çevrili bir körfezin dibinde ıssız bir köyün (Fangaloa) orta yerindeyiz. 'Büyük Reis' adayımn evindeyiz. Reisin evi, nıerak Apia'dan lısının içeride ne var, ne yok; ne olup ne biter her şeyi gozleyebileceği, dört bir yanı açık geleneksel Samoa köy evlerinden farklı. Bol pencereli ince tahta duvarlarla çevrili. Hasırların üstüne çöreklendik. Dışarıda alabildiğine bir koşuşturmaca. Kazanlar harıl harıl.. Kısa bir hoş beşi, kakao ve yağlı ekmek dilimlerinden oluşan konuk kahvalüsı izledi. Ardından da törenin ilk bölümü başladı. Reisin birınci dereceden yakınları Samoa'da her türlü geleneksel törende en değerli hediye sayılan ince dokunmuş hasır örtüler sundular. Sonra da hep birlikte bahçeye çıkıldı. 'Büyük Reis' adayı henüz ortalıkta görülmüyor. Sunulan hediyelerle ilgilenme görevini yakınları ve sözcüsü üstlenmiş. Evin hemen önünde aile büyüklerinden birine ait mezarın yanıbaşında, reisin kendi tarafını temsil eden sozcu, asasına dayanmış duruyor. Mağrur bakışlarla topluluğu süzdü. Belden yukarısı çıplak, siyah eteğinden döğmeleri taşıyor. Sağ omuzuna attığı reislik simgesi püsküllü kısa kırbacını şöyle bir savurtturuverip, sesinin en yuksek perdesinden söyleve başladı. Arkasmda tüm sulale efradı, hasırlara oturmuş pür dikkat kendisini izlemekte. Söylev biter bitmez, hediye akını başladı: Genç kızların kıvrak kıvrak, döne dön^ sunduğu hasır örtüler, kutu kutu et ve balık konserveleri, tahterevanla taşınan kızarmış domuzlar.. Her hediyenin sunuluşu sırasında, sözcü en cazgır tavrıyla, hediyenin geldiğı kişinin veya ailenin adını haykırıyor; görevi ortama coşku katmak olan orta yaşlı birkaç kadının ıslıkları ve çığlıklan meydanı çevreleyen ekmek meyvesi ağaçlarında yankılanmakla.. Sonra, aldı sazı, reisin karısının sulalesini temsil eden sözcü. 'Büyük Reis'in kişiliğinden, erdemlerinden, saygıdeğerliğinden dem vuran uzun bir söyleve girişti. Bunu tekrar, ilkine benzer hediyelerin dağıtmu izledi. Kapladığı alaııla reise verilen önem ve değeri simgeleyen, direklere gerilmiş, iki kişinin zorlukla taşıdığı dev bir haiir örtü sunuldu. Tekrar eve girildi. Köy papazı geldi. tncil'den dualar okuyarak reisin rütbesini takdis etti. Artık reis ortalığa göğsünü gere gere çıkıp, törenin geri kalan bölumüne katılabilmişti. Ardından, bölge reisleri, törensel Pasifik içkisi 'kava'nm elde edildiği bitki köklerinden birer tane getirip 'Büyük Reis'in önüne saygıyla bıraktılar. Kava kokleri oğütülerek suyla karıştırıldı. Köy bakiresi 'taupoa' rolündeki genç kızın hazırladığı, hafifçe narkotik ozellikteki, çamurlu su kıvam ve lezzetindeki bu içki, hindistancevizi kabuğundan kaplarla erkek sakilerce once reisten başlamak üzere rütbe sırasına gore 'bölge reisler konseyi'nin diğer üyelerine sunuldu. Her tasın ardından üç kere el çırpıldı 'yaşa, varol' türünden nidalar atıldı. PERPİGNAN Yabancıların tatil anlayışına akı' erdirebilmek gerçekten zor. Bütün kış işe koşturmaktan, stresten, yorgunluktan söz ederler; tatil deyince ayak uzatıp yatmayı özlediklcrini sanırsınız. Ne gezer... Bu kez bir stres, bir stres, tatili boşuna geçirmek kaygısıyla deli danalar gibi oraya buraya seğirtirler. Guneşin alnında kaz kızartması gibi çevrilmekten başka şey yapmadığımız konusunda işitmediğimiz azar kalmayan plaj "sefasından" yeni dönmuştük ki; kabile şefimiz (biz seçmedik, darbe sonucu iktidara geldi) masanın üstüne bir topografya haritası yayıp, parmağını herhalde hakkımızda pek hayırlı olmayan bir noktaya bastı: "Yarın Canigou'ya lırmanıyoruz çocuklar!" Normal olarak tatil yapmaları gereken çocuklar, o sırada şefin sörfünü ve yelkenlerini yıkıyorlardı. Yelkenli sörf bizim şefin gözdesi, gerçekten çok ilginç bir spor. Normal, kuru ve yağlı saçlar... Pardon: Normal, orta şiddette ve şiddetli rüzgârda kullanılmak üzere üç yelkenli ve yelkenleri tutturmak için iki değişik boyda mekiği var. Bu araç ve gereç, her Tanrı'nın günü biz kızartma adayı kazlar tarafından yayan yapıldak, kızgın kumlar uzerinden arabadan kıyıya, sonra da kıyıdan arabaya taşınıyor. Ne var ki şefimiz bu alanda amatörlüğü bırakıp profesyonelliğe giyineli beri (lastik cizme, özel kauçuk giysi, bel kancası ve şapka) rüzgârla arası fena açık. Kendisinin sörf yapabilmesi için yelin en az 6... (bilmem ne) şiddetinde esmesi gerekiyor, o da bir türlü rasgelmiyor. Ya meltem esiyor, çocuklar sörfü kayık gibi kullanarak delicesine eğleniyorlar ve şef kızgın homurtularla kıyı boyunu arşınlıyor ya da sörfleri mörfleri açığa atan çılgın Katalan rüzgân Tramontano esiyor ve şef yine kızgm homurtularla kıyı boyunu arşııılıyor. Aslında şef. sörf sporunun teorisini, biz de indir bindirini yaparak yuvarlanıp gidiyoruz işte. Ertesi gün deniz düzeyinden yukarılara çikacağımızı duyunca çaresizlikle çocuklara baktım. Şuncacık yavrulan sarp kayalara tırmandırmaya hangi ana yüreği dayanır? "Ne giizel, dağcılık yapacağız" diye el çırpmasın mı veletler? Dehşetle açılan gözlerimi son bir umutla öteki "kaz" arkadaşıma çevirdim; bir elini çenesine dayayıp işaret parmağını dudaklannın arasına kıstırarak sordu: "Kaç metre?." "Sekiz yüz." Bütun yıl on bir ay, sabalun köründen akşamın zitirine dek tabanları şişen Parisli kaz, bilmiş bilmiş gakladı: "Çok uygun. 800 metre bir şe\ sa>ılmaz." Ben gitmesen diye ağzımı açtım, şef de gözlerini açtı, sonra ben ağzımı kapadım. Atlantik'ten \kdeniz'e, tspanya ile Fransa'nın sınınnı çizen Pi<ene dağlarının Katalunya bölgcsinde kalan doğu kesimine "Oryanlal Pireneler" adı veriliyor. CANİGOU (Kanigu), 2785 metrelik boyu ile CARLİT (Karlit 2921 m.) tepesinden sonra Oryantal Pireneler'in en yüksek noktası. Ama Fransız Katalunyası deyince akla Canigou gelir önce. \e kabile şefimiz açıkladı: "Yarın Canigou'ya tırmamyoruz çocuklar!.." Canigou İspanyaFransa sınınnı çizen Pirene Dağları'nda ikinci yüksek îepe. 2000 metreye kadar arabayla çıküıyor. Carlit uzaktadır, Perpignan'dan bakınca gözle görünmez. Oysa Katalan soyunun sabah kalkınca ilk işi, karlı başı ile sivri bir kopek dişini andırdığı için Canigou adını verdikleri tepeye bir göz atmaktır. Yöreye kış, Canigou'ya ilk kar düşünce gelir. Canigou1 nun başı dumanlıysa yağmur yağar, doruğu görünüyorsa hava açacak demektir. Canigou bir simgedir. Katalunya Canigou, Sardane dansı, Tramontane yelleri ve güzelim Muscat şaraplarıdır. Yoksa Katalnalık yapmaya değmez. 2785 metrenin 2000'lik bölumüne kadar araba çıkıyordu. Biz geri kalan sarp kayalığı tırmanacaktık. Ertesi sabah saat beşte kalkıldı ve sıkı biı kahvaltıdan sonra çantalar hazırlandı. Bizim şef, tok bir sesle yürüyüşün sorumluluğunu aldığını açıkladı ve topluluğumuzun sağhğı için gerekli araçları kendi çantasına yerleştirmeye başladı: Dürbün, harita, pusula, bıçak, yara bandı, engerek zehiri emrnek için özel şınnga... Canıgou'da en büyük tehlike. engerek yılanından sonra, birden patlak veren şimşekli sağanak NımesO FRANSA Montpellıero. İSRANYA Geronao > = AKDENİZ yağmuru. Böyle bir durumda hemen tornistan edeceğiz, ama geri dönerken ıslanmamak için herkes çantasından çıkardığı yağmurluğunu, ben de naylon torbamdan çıkardığım baş, kol yerlerine delik yaptığım mavi çöp torbasıru giyeceğim. İnşallah yağmur yağmaz da Kanigu da Kanigu olaiı çöp torbası içinde dağcılık yapan insan manzarası görmek zorunda kalmaz. Canigou'nun 2000'inci metresine dört teker üstünde vanldı. Arabaların bırakıldığı alanda bir son durak kahvesi çıkanlara Allah selamet versin, inenlere geçmiş olsun içecekleri satmakta. Güneş yeni doğuyor, ama görünüşe bakıhrsa, bugün Canigou'nun tepesinde indirimli kava satışı var anlaşılan. Tüm yöre halkı burada. Beş yaşlarındaki iki küçüğü, ana babası at gibi eğerlemiş. Kayıp uçurumdan yu\arlanmasınlar diye dizginlerini tuta tuta yürütüyorlar. Biz de haritamızı açtık ve yola düzüldük. Beş yüz metre. Şef su molası verdi. Sıcaklık 35 derece falan olmalı. İki saattir yürüyoruz. Çıkılacak yükseklik 800 metre, ama dik tırmanamadığımız için üç dört kilometrelik bir zigzag çiziyoruz. Kimse konuşmuyor. At hırıltılanyla körük gibi solumaktan başka ses çıkmıyor ki hançeremizden... Altı yüz metre. Bir tepe görüyoruz, hah geldik, bir de bakıyoruz ki doruk değil. Bir tepe, bir başkası daha derken üçüncu saatin sonunda Canigou başını eğiyor. Engerek saldırısına uğramadık, sağanak da bastırmadı. Vardık köpek dişinin en uç sivrisine. Akhmıza Everest fatihleri geliyor. Amundsen'i kutba bayrak dikerken göruyoruz. Keşke Türk bayrağı alsaydık yanımıza! Ama ilk iş önce ayağa kalkabilmekte, ömür boyu böyle dön ayak yaşamam olanaksız. O da ne? Doruğa bizden önce varanlar var. Erzak çıkınını açmış, Katalan sucuklarını çıkarmış, yanına da "beyazcık" denilen hafıf şarabı koymuşlar, keyif çatmaktalar. Manzara eşsiz. Her şeye yukardan bakmak ne güzel! Biraz soluklanınca biz de kuruyoruz piknik soframızı, öbür yürüyüşçülerle kadeh kaldınyoruz başarımıza. Doruğa varan dayanıklılarm şerefine. En çok çocuklar gururlu bu tırmanıştan. Bu dağları biz yendik havası atıyorlar aşağılara bakarken. Ben hâlâ güzel güzel jan gelip yatmak varken niye buralara çıkmak gerektiğini anlamış değilim. Ama Canigou'nun tepesinde, rüzgârın uğultusu kulaklanmda ve önümde Akdeniz'in maviliğiyle kucaklaşan Katalunya'nın bereketli toprakları, içilen şarabın değil, doğanın en güzel armağanı SU'yun tadını hiç unutmayacağım. Fakirin mekânı kaldırınılar ALİ RIZA BALAMAN YENİ DELHİ Yüzyıllar ötesinden günümüze değin uzanan "Hint Fakiri" deyimini, duymayanın ya da bilmeyenin sayısı dünyamızda oldukça azdır. Özellikle de Türkiye'de "fakirin de fakiri" anlamında kullanılan bu deyim, ne yatık ki gunümüz Hindistanı'nda hâlâ geçerli. Başkent Delhı'de kaldırımlar, boş arsdar, insanlann girmelerine izin verilen yeşil alanlar, yalııı ayaklı, yarı çıplak bedenli insanlann gece mekânlan: Oracıkta pişirir, yer, içer; yatar ve kalkarlar. Sıradan Hintliler, o denli az da olsa paraya gereksinme var ki, alışverişte paranızın üstu bozuksa "bozuk yok" diyerek vermemekte direnirler. Yol sorduğunuz adam, hemen size katılıp ısmurlayacağınız bir gazoz ya da bir oğun yemek karşılığı size yol gösterme hizmetine hazırdır. Kucağı küçük çocuklu dilenciler, sizi usandırana değin birkaç rupilik bozuk para için peşinizi bırakmazlar; bir de yanılır birilerine bir şeyler verirseniz ötekilere "doğal hak" doğar ve onlardan yakamzı kolav kurtaramazsınız. Kırmızı toprak bulutlu guçlu fırtına sonrası, yol kenarına devrilen büyükçe bir ağaç dalının ya da ağacın çevresi birkaç aile fertleri tarafından kuşatılır; paydan hisselerini almak üzere. Bu insanlar paylarına düşen odun oranında mutlu olurlar. Kapaklı kuçük sepet içerisinde taşıdığı yılanı birkaç rupi karşılığı saat lerce oynatmaya hazır büyüme çağındaki zurnalı çocuklar vb... Bütün bunlann hemen yanı başında bizdekiler gibi göreli "çağ atlamışlığa" ömek kimi eski ve yeni eserleri görmek de doğal. Ne var ki insan, bu denli yoğun yoksulluk karşısında izlediği "Taç Mahal" de "Bahai Temple" da olsa yüreğini burum burum burkan acıdan kurtulamıyor. Yüzlerce yıl önce Ağra'da (Eski Başkent) Şah Cihangir'in 22 yılda (163254) dördüncü sevgili Hintli eşi Mümtaz Mahal için Türk miman İsa Efendi'ye yaptırdığı Amt Kabir (Taç Mahal), o donemde yaşayan yüzbinlerce insanın emek sömurüsünün açık kanıtı olarak bütün görkemiyle ortada. Birkaç İslam sanatı tarihçisine konu olabilecek nitelikteki beyaz mermer kaplı ve renklı mermer kakmalı süslü bu anıt, binlerce metre kare alan içinde Şah Cihangir'e ve sevgili eşine mezar gorevi görüyor. Bir iki turist dışında çoğunluğu yine o yalın ayaklı, yarı çıplak Hintliler, böylesine gereksiz bir gövde gösterisi için atalarının Yeni Delhi'den Tören, tüm davetli konuklara sunulan yemekle devam edip davetli rütbesiz veya rütbeli olup da bölge dışından gelen diğer konuklara hediye dağıtılmasıyla sona erdi. Sıra bana gelince, şortlu, gönılekli haJimi geleneklere ters buldular. Gömleği çıkanp, Samoa eteğini belime doladım. Çevreden biri püsküllü reis kjrbacını (pule) uzattı. Onu da 'havan batsın' tavrıyla şöyle bir çevirttirip sağ orauzuma astım. Herkes f ahri doklor' oluyor da ben niçin yaban ellerinde 'fahri reis' olmayayım. Asa bulamadım yaslanacak, o anda uzatılan bir dal parçası durumu kurtarmaya yetti. Kahkahalar arasında bir hasır örtü de benim kısmetime düştü.. Artık Samoa'dan ayrılık vakti gelip çatmakta. Düşsel Okyanus, anılar akşamının mavi sislerine karışacak yakında.. Ve ben, Pasifik'i çok sevdiğimi hep anımsayacafcım... emeklerinin boğaz tokluğu karşılığmda nasıl sömürüldüğunün bilincinde olmaksızın taşlar üzerine ellerini sürüp dualar ediyorlar. 350 yıl önce gerçekleştirilen bu emek sömürü çarkı, günümüzde pek az ya da hiç değişmeden yinelenip duruyor: Şehir merkezine çok yakın, özel mülkiyet duvarlarıyla çevrelenmiş binlerce metre kare alanın ortasına çağdaş yapı teknolojisinin butün olanaklanndan yararlanılarak ve de milyonlarca rupi harcanarak oturtulmuş görkemli Bahai Tapınağı (Latus), Hindistan'da mevcut binlerce tarikatlardan birinin govde gösteri yeri olmaktan öttye gitmiyor. Hava soğutmalı, sütunsuz geniş alanlı, ses düzenli; dışarıdan bakılmca yeni açmakta olan bir gonca görünümünde, içeride dışarının cehennem sıcağına karşın serinletilmiş hava ve sıra sıra kanepeler... Ancak, kanepelerde uzun süre oturmak yasak. Turist de olsanız oturma süreniz uzarsa oturduğunuz yeri terk etmeniz için uyarılırsımz. Kaldırımlarda, boş arsa ve parklarda yatan evsizlerin, ancak ve ancak poîis izniyle girebildikleri bu bakımlı alanlar, oranları azımsanmayacak ölçulerdeki Hint fakirlerinin yıllardır değişıneycıı yaşamlannda yine değişmeyen bir başka örnek...
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear