25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
CUMHURÎYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ğunu bilecek, bu kurmaca dunyayı, arada bir gerçek yaşama benzetmekten kaçınacaktır. Çünkü roman gerçek yaşamın anlatımı değildir; bir gerçek yaşam öykiısu anlatmak istiyorsa, romancı, daha başta koyduğu kurallara uyacaktır. Hatta gerçek yaşamda çok görülen tutarsızlıklar, kurmaca dünyada anlamsız kalıverirler. Fethi Naci şöyle diyor: "Roman kişisi, gerçek yaşamda goremeyeceğimiz kadar tutarlıdır!' Ben de şunu ekleyeyim, gerçekçi roman diye, kurmaca dünyanın yasalarına tam olarak uymuş romana denir, çunku ancak o roman bizi inandırır, dahası, bize, "Tıpkı gerçek yaşamdaki gibi" dedirtir. Bir romandaki ölüm olayı bile, kendi kurmacası içinde, kendi yapısı ve düzeni içinde gerekli oimalıdır, yoksa tutarlılığını, inandırıcılığını yitirir. Nitekim Fethi Naci de, sözünü ettiği roman uzerine konuşurken, bir yerde şoyle diyor: "Bir romancı canının istediğini olduremez!" Bu sorun, romanın en önemli sorunlarından biri olarak sık sık ele ahnmıştır. Geçen yüzyılın ünlu Rus eleşıirmeni Dobrolyubov, "Oblomovluk Nedir?" (Çev: Mazlum Beyhan) adlı kitabının bir yerinde, konumuzla ilgili duşüncelerini şöyle açıklamış: "Sanatçı, yakaladığı anın böliık pörçükluğünii, sanatçı duyarlığı ile doldurur, tamamlar: ozeli genelleştirir, kopuk ve dağınık çizgilerden kalın ve diiz tek bir çizgi oluşlurur; birbirini tulmavan, karışık ola\lar arasında canlı bir bağ kurar. yaşayan gerçekleri birbiri ile çelişen türlü vonlerine bakışındaki kopuklukları, tutarsızlıklan giderir, dunya gorüşune bir butunlük verir. Bu bakımdan gerçek sanatçı. yapıtını yaratırken. başı ve sonu ile, en içrek zemberekleri ve en gizli sonuçlan ile, mantıksal bakışla başlangıçta çogu kez anlaşılma>an, ama sanatçının esindirici bakışlarının değmesi ile gözler onune striliveren bir bütünlük içinde ona >üreğinde sahiptir... Alışılagelmiş yaşamımızda bize son derece vadırgatıcı gelen şeyleri, bir sanal yapıtında kendimize yakın buluruz." İşte unlu Rus eleştirmeni de. kurmaca dunyanın yasalarını bu sozlerle ortava' koyuyor. Ancak şunu da belirteyirn ki, Dobrolyubov'un bu çok ilginç yazısı, Dostoyevski'nin ikinci romanı olan "Ezilenler" ustune yazılmış bir yerginin bir parçasıdır. "Ezilenler"i seversiniz, ya da sevmezsiniz, onu bilemem, ama bence o roman, Dostoyevskinin ilerde yazacağı buyük romanların çekirdeği, mayası gibidir, ilerde bizi şaşırtacak olan Prenç Mişkin'ler. Karamazoflar... bu romanda sanki şuradan buradan başlarını uzatmaktadırlar. Dobrolyubov bunun ayırdında olamamıştır. Öyle ise her yeni romancı kendini, daha anlaşılmamış bir Dostoyevski yerine koyabilir mi? Kovmasa daha iyidir. Fethi Naci'nin de üzerinde onca durduğu, gerçek yaşam kurmaca dünya ayrımı, roman bir sanat olarak süregittikçe, hep var olacaktır. Ancak romancının kurmaca dünyası zaman zaman değişir, değişmiştir de. Gogol'ün memuru, bir sabah aynaya bakınca burnunun yerinde olmadığını görür, burun yitmiştir; memur sokağa çıktığında, burnunu bir araba ile geçerken seyreder. Kafka'nın kişisi kendisinin bir böcek durumuna çevrildiğini anlayıverir. Kaptan Ahap, koca okyanusta bir beyaz balinayı aramağa çık.ır. Burada değişen konulardır ve elbette bu konular, baştan beri konuştuğumuz üzere. gerçek yaşama vurularak değil, kurmaca dünyanın yasalarına uygunluk ölçutü ile eleştirilir. Yoksa bunlar "saçma" diye okunmaz olurdu. Fethi Naci yeni okuduğu romanı, öykü, öyküleme, anlatıcı, biçem açılarından da ele alıyor. Bundan önceki yazısında, gene bir bayan romancımızın romanı uzerine yazarken, bu romancının, kişilerini, kendi biçemi ile konuşturduğundan yakınıyordu, haklı olarak... Buna nasıl dayanılabilir? Meğer o dunya bir kurmaca dünya değil, yazarın sadece kendisi imiş. Kurmaca bir dunya kurmağa kalkıp da, kendisini kişileri ile karıştıran romancılarımızın durumu, çok önemli bir roman sorununun gereğince anlaşılmadığını ortaya koyuyor. Bu konuda bizde yazılmış en iyi kitap, Prof. Tahsin Yücel'in ADA yayınları arasında basılmış "Anlatı Yerlemleri" adlı yapıtıdır. Eski bir yazımda sozunü etmiştim, sayın Tahsin Yücel bu yapıtında, anlatıcının öykü içindeki yerini, "benöyküsel", "özöyküsel", "elöyküsel" diye üç kümede toplar. "Ister yaşanmış, ister düşlenmiş, ister anımsanmış, ister uydurulmuş olsun, anlatıcı, kişiler arasında yer aldığı ve olaylar düzeyinde belirleyiçi bir işlevi bulunduğu zaman anlatı benöyküseldir", ikincisinde "Anlatılanların anlatıcısı da bir öyku kişisidir"', üçüncüsünde, "anlatıcı, bir kişi göre\ini yuklenemez" Romancı bunlardan birini seçmek ve ona sonuna dek uygun davranmak zorundadır. Bu kitabı, yalnızca roman yazmağa heveslenenlere değil, roman okumayı sevenlere de salık veririm. Diyeceğim, butün bu kuramlara boş veren bir romancı, ortaya yeni kuramlar koyacak ve onlara sıkı sıkıya uyacaktır. Bu başka iş. 25 EYLÜL 1987 Romanımızın Eleştiraıeııi MELİH CEVDET ANDAY Yazınımızın roman alanındaki yeni ürünlerini Fethi Naci'nin eleştirilerinden izler oldum epeydir; biliyorsunuz, "DÜŞÜN" dergisinde yazıyor Fethi Naci yazılarını, "Eleştiri Günlüğü" başlığı altında. Eline aldığı rotnanlan büyük bir titizlik ve dikkatle okuduğunu bilirim, onu tanımayanlar da eleştirilerinden anlıyorlardır bunu. Dil, öykü, öyküleme, kişiler, biçem... Bütün bu roman öğelerinde, eleştirmenimiz, tutarlığı arar her şeyden önce, elbet romanm kurmaca tutarlığıdır bu, gerçek yaşama vurularak çıkanlan bir tutarlılık değil; oyle ki, bir romancının duygusallıklar sergileyerek, dilde şiirleşerek, ya da gerçekçi görünerek Fethi Naci'nin gözünü boyamasına olanak yoktur diye düşunürüm. Demeİc Fethi Naci, yeni çıkmış bir romana, okuduğunun bir roman olup olmadığı düşüncesiyle bakıyor önce, bunu ortaya çıkarıyor. Eh bu da benim o romanı merak edip etmemem için yetiyon kimi zaman vaktimi boşa harcamaktan kurtuluyorum, kimi de gerçekten iyi bir roman okumuş olmanın sevincine kavuşuyorum. Nasıl olur, kendi gözümüzle okumadığımız bir roman üstüne, bir başkasının (bu bir eleştirmen de olsa) görüşlerine dayanılarak yargıda bulunulabilir mi? Evet, diye yanıtlarım bu soruyu, çünkü benim bir dil yanlışından ötürü daha ilk sayfada elimden bıraktığım romanlar olmuştur. "Sen benim dilimi bir yana bırak da, anlattıklarımı oku" diyemez bana hiçbir romana, diyememelidir. Ben bir romanı, neyin anlatıldığını değil, neyin nasıl anlatıldığını merak ettiğim için okurum. Sen ona aldırma, buna aldırma... e... ortada kala kala bir konu kalıyor. Ne yapayım ben onu! Fethi Naci DÜŞÜN dergisinin eylül sayısındaki yazısında bir bayan romancımızın yeni romanını ele almış... Öyle önce konusunu anlatıp, sonra kişilerine ve olayların çozumlemelerine geçerek tanıtmaya kalkmıyor romanı, daha yazısına başlarken, romanın başlangıcından aldıgı bilgi ile, kadın kahramanın ölmüş olduğunu, oyle ise romanı bize anlatanın erkek kahraman olacağı gerçeğini belirtiyor ki, bu durum, romandaki kimi sorunlan çözüp çözemememizde bize yardımcı olacaktır. Kim anlatırsa anlatsın, diyemeyiz çünkü. Romanın en önemli sorunlarından biridir bu. Belki aşağıda bu soruna değinmek fırsatını buluruz. Romanın adının yanlış konmuş olduğu anlaşılıyormuş en baştan; sonra tek anlatıcı erkek iken, üçünciı bölümden başlayarak bu iş birden kadına duşüyor ve sonuna dek de böyle surüyormuş... Fethi Naci, bunun gerekli olmadığını, demek işlevselliğinin kalmadığını belirterek geçiyor bu sorunu. Eleştirmenimizin eleştiri yöntemini anlatmak için bu örnek üzerinde durdum; ama buna hiç de gerek yoktu, çünkü ojtur, Fethi Naci'nin biçemini elbette bilir. Benim amaeım, Fethi Naci'nin yazısından, sözünu eıtiği romanı okuyup okuyamayacağıma nasıl geçtiğimi gostermekti, başka bir şey değil. İmdi, bu örnekten çıkararak diyeceğim ki, bir romancının, romanındaki anlatıcı benim için çok önemlidir, yalnızca bu bile o romanı okuyup okuyamayacağıma karar vermekte beni etkiler. Fethi Naci, yazısında, elbette bu kadarla yetinmiyor, romanın kadınerkek iki kahramanının gerçek, inandırıcı bir kişilik oluşıurup oluşturmadıklarını araştırıyor ve bunda olumsuz bir sonuca varıyor: Erkek, hapisten çıktıktan sonra, kadına gidip, "Yaşamayı öğrenmeğe başlıyorum, sizin bana yardım edeceğiniz inancı var içimde" diyormuş... Fethi Naci'ye göre, erkek, kadına bu ve buna benzer sözleri söyleyemez, romanın kurgusu buna olanak tanımamaktadır. Eleştirmenimiz, bu konuya gelmişken, Umberto Eco'dan bir alıntı yapıyor: "Umberto Eco, 'Sonrası' adlı yazısında roman kişisi William için "... roman kişisi olarak duygulanamazdı, çunkü mayası başkaydı..!' diyor. \'e önemli olarak şu sozleri ekliyor: "Bir romancı kurmaca bir dünyada yarattığı kişiyi böylesine tanıyabilmeli. Gerçek yaşamla kurmaca dünyanın \aşamı pek benzemiyor birbirine, NVilliam, gerçek yaşamda belki duygulanabilirdi, ama yazarın yarattığı kurmaca dunyada, bu dunyanın koşulları içinde duygulanamazr İşte roman yazmanm güçlüğü de Fethi Naci'nin parmak bastığı bu sorunu algılayıp algılamamaktan doğmaktadır. Romancı, yarattığı kurmaca dunyanın yasalarına (hem de çok sıkı olan yasalarına) kılı kırk yararcasına uymak zorunda oldu PENCERE İnsan Hakları Derneği'nin Çağrısı... Yedi yıldan beri Türkiye olağanüstü bir dönem yaşamaktadır. Bu süre içinde 250.000 dolayında insan gözaltına alınmış, bunlarm önemli bir bölümüne ilişkin davalar açılmış, "savaş hali hükümleri" uygulanarak cezalar verilmiştir. Ne var ki: 1) Verilen mahkumiyet kararfannm büyük bir bötümü işkence altında alınan sanık ifadelerine dayalıdır. 2) Bir insanın hayatında uzun sayılabilecek sureli hapis cezaları için temyiz hakkı tanmmamış, bu nedenle adli yanılgı oranı büyük boyutlara ulaşmıştır. 3) Sağ ve sol siyasal görüşler arasında aynm yapılmış, aynı nitelikteki eyleml&r için farklı hukuk ölçüleri kutlantlmış, çifte standart uygulanmıştır 4) Salt düşüncelerinden ötürü; işçi, öğrenci, yazar, gazeteci, bilim adamlarının da aralannda bulunduğu binlerce kişi ömre bedel cezalara çarptınlmışlardır. 5) Yasal olan bazı eylemler sonradan suç sayılarak yeni suçlar üretilmiştir. 6) Kurulan mahkemelerde doğal yargıç ilkesi ve yargıçlann bağımsızlığı kuralı çiğnenmiş, tek yanlı yargılamalarla adaletten uzaklaşılmıştır. 7) Yurtiçinde ve yurtdışında yaşayan çok sayıdaki insanımızın bazı hakları türlü nedenierle ve hukuka ters düşen biçimde ellerinden alınmıştır. 8) 1402 sayılı yasa işletilerek yurttaşlıkian çıkarma ve işten *atma gibi işlemterie çok sayıda haksızlık ömekleri sergilenmiştir. 9) Cezaev/erinde insanlıkla bağdaşmayan koşullar içinde yaşatılan yurttaşların topluma kazandırılması gerekmektedir. 10) Toplu siyasal suçlann temelinde, kişilerin öznel davranışlarının payı azdır; toplumsal yapı değişmelerinin etkisi çok büyüktür; bu kural unutulmuştur. • "İnsan Hakları Derneği" yukarda özetlenen gerçeklerin ışığında genel af istemiyle birlikte ölüm cezalannın kaldırılmasını da gündeme getirmiştir. Yaşama hakkı, dokunulmaz haklardandır. Uygar bir ülke olma yolunda hızla ilerlediğimiz ve "çağ atladığımız" açıklandığına göre, uygarlığın ve çağdaşlığın gereği olarak ölüm cezasını kaldırmalıyız. "insanın kişiliğini, onurunu, beden tamlığını korumayı üstlenen bir hukuk anlayışı, insanı yok etmeyi benimseyemez. Devlet adam öldüremez." Ölüm cezası öç alma niteliğinde bir cezadır; oysa öç alma Ilkel bir duygudur. İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Avukat Nevzat Helvacı, yaptığı basın toplantısında "ölüm cezasının suçları önleyici etkisi olmadığını" kanrtlayan sayısal verileri açıklamıştır. Batı Almanya'da cinayetler ölüm cezası kaldınldıktan sonra artmamış, azalmıştır. İngiltere, Belçika ve Hollanda'da değişik tarihlerde kurulan komısyonların yaptığı çalışmalardan çıkan sonuç aynıdır. Avukat Nevzat Helvacı diyor ki: " Ölüm cezasının yasalanmızdan çıkarılmasını talep ediyor ve Avrupa Konseyi'nce kabuledilen 'İnsan Haklannın ve Temel Özgürlüklerin Korunmasına ilişkin Sözleşme'ye ek ölüm cezasıyla ilgili 6 numaralı protokolün ülkemiz tarafından da onaylanmasını istiyoruz." insan Hakları Derneği, herkesi "Genel Af ve Ölüm Cezasının kaldırılması için açtığı kampanya"ya katılmaya çağırıyor. Bu kampanya her türlü yasal etkinlikle bir toplumsal seferberltğe dönüşmelidir. Genel afla birlikte ölüm cezasının kaldırılması, bütün dünyanın gözünde Türkiye'ye olumlu bir görüntü kazandıracaktır. Böyle bir karar, demokrasi yolunda bir adım olacak, "iç huzur ve banş"a katkıda bulunacaktır. Üstelik böyle bir iş için ne dış krediye, ne Amerikan Dolan'na ne de içerde paraya pula gereksinme var; ne yeniden borçlanmak, ne de piyasaya hisse senedi ve tanvil sürmek zorundayız. İnsanlığımızı biraz anımsamak, adaleti biraz duyumsamak, karar için yeterlıdır ARADA BİR GÜNDÜZ AYBAY Kaptan, Türk Uzakyol Gemi Kaptanları Derneği Başkanı OKURLARDAN Dileiler, yolumuzdan dönmeyelim Cumhuriyetimizin temel taşlan olan ATATÜRK tLKELERt, ulusun büyük bir çoğunluğunca, bilinçli olarak benimseninceye dek onlan tamtmak, özümsetmek zorundayız. Bu yazıda, toplumsal kalkmmamızda ulusal dilin büyük önemini gösteren tarihsel bir örnek sunulacaktır. Bundan 103 yıl önce, 1884'te, Danıştay yardımcılığtndan emekli Mehmet Mansur, "Meşhur tskenderiye Kütüphanesi'ne Dair Risaledir" adlı ilginç incelemesinde, ulusal dilini önemini şöyle anlatır: "FUhakika her hangi millet olursa olsun ulum ve fünunu kendi lisanında tahsil ve tâlim etmeyip de, utnum ahalisinin fehim ve idrak edemediği ecnebi veyahut metruk bir lisanda tahsile devam ederse, milleti merkumede (bu ulusda) maarif bittabi havassa (aydmlara) münhasir olup umuma münteşir oUtmayacağmdan, bilfarz bâzı hükümdarlann gayret ve himmetleri semeresi olarak bir aralık bu ulusda bâzı ulema ve fuzalâ (erdemli kişiler) zuhur etmiş olsa bile bunlarm vefatındah sonra gelen hükümdarlann maarife rağbet ve Utifatları olmamasmdan yahut bâzı gailelerin zuhurundan ve değişik nedenlerden dolayt bu yolda tesvikat ve tergibatı lâzime (gerekli isteklendirmeler) icra olunmadığından bu ulusun ulema ve hükemasınm kısa bir süre sonra ortadan kalkıığf pek çok örnek ve kanıtla bilinen bir durumdur." Düşüne düşüne okuduğumuzda bu satırları bize, dil özleşmesinin, bilimi, geniş halk kitlelerine yaymadaki büyük önemini, bitim dilinin halk dilinden ayrı bir dil olmaması gerekriğini, yabancı dille öğretimin umulan yararı sağlayamayacağmı açıkça anlatacaktır. CumhuriyetimizJn kurucusu ATATÜRK'ün 1930'larda söylediği: 'Ulusal duygu ile dil arasmdaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve zengin olması, ulusal duygunun gelişmesinde başlıca etkendir. Türk dili dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil bilinçle işlensin. Ülkesini, yüksek bağımsızlığmı korumasmı bilen Türk ulusu, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.' Bu sözlerden güç alalım, yolumuzdan dönmeyelim. Yarınki Dil Bayramımız kutlu olsun. RÜŞTU ERGUN HEKİM Temiz bir çevreyv ne dersiniz Son yıllarda gelişen turizm ile beraber önem kazandığı halde basında yeterince yer almayan ve insanlanmızın gereken itînayı göstermediği bir konu. temizlik. Sokakları pislik götürüyor da kimsenin umurunda değil. Sigara izmariti. hayvan pisliği. balgam, sümük, yemiş kabuğu. Her yer geniş bir alana yayümış çöplük gibi. Bugun at arabalarmın trafiği tıkamak bir yana, asfaltları gübreleme gibi ek bir işlevi var. Koku ve sinek ile ürettiği bakteriler bununla beraber geliyor. Tabiiki yere tükürme ve sümüğü de. Ve bence en önemlisi balgam. Birçok kişi hastalıkların yayılmasında, yere tükürmenin öneminin farkında değil. Hasta ya da portörler (kendisi hasta olmadığı halde mikrobu taşıyan kişi) bu yolla çok kolay hastalık yayar. Hatta direnci sağlam kişide hastalık yapamayan potansiyel patojen, ya da oportünist bakteri bu yolla vücut direnci zayıf kişiye geçerse, o insanı yatağa düşürebilir. Şöyle ki: balgam zaten bir mikrop odağı olabileceği eibi tükürme sırasında "damla askısı" denilen ve 6 mikrondan küçük damlalar havada asılı kalır, o sırada orada bulunan ya da Preveze Kahramanı Hayrettin Paşa Bundan otuz yıl kadar önce, 1957 yılı kışında zamanına göre büyükçe sayılacak (6000 detveyt ton) yük gemisiyle fırtınadan korunacak bir barınak bulmak için Yunanistan'ın batısında "döneniyorduk". Bütün gün ve gece, Patras Körfezi'nde ve Zante Adası kıyılarında dolaşmış, elverişli bir yer bulamamıştik. Sonunda, Odysseus gibı Ithake ülkesine (1) yöneldik; çünkü süvarimiz Reşat Kaptan önerimi benimseyip Preveze'ye gitmeye karar vermişti. "Rehberi Derya" diye anılan kitaptan bilgi derteyip kaptana sundum, demir yerine nasıl yaklaşabileceğimiz konusundaki düşüncemi harita üzerinde açıkladım ve sabahın ilk ışıklanyla Preveze'ye yaklaştık. Gemiyi 11 kulaçlık bir derinliğe demirlediğimiz zaman hava iyice aydınlanmıştı. 36 saat kadar süren çetin seyir koşullarının doğurduğu uykusuzluk ve yorgunlukla, bir kez daha görmem olasılığı az olan göremedim de Preveze'ye bakarak adını bunca duyduğum bu yeri ve çevreyi algılamaya çalıştım. PrevezeBarbaros, BarbarosPreveze çağnşımları içinde kafam gene aynı şeye takıldı: Bu, Türkceye hiç benzemeyen "Barbaros" da nereden geliyordu? • •• Beşiktaş'ta, hem de Hayrettin İskelesine çok yakın yerde doğup büyüdüğüm için Barbaros ve Hayrettin sözcüklerine aşinaydım. Özellikle ünlü denizcinin türbesinin etrafı açılıp, alanın bugünkü biçiminde düzenlenmesinden sonra Hayrettin Paşa daha az kullanılır olmuştu. (Tramvaylar kalkınca, durağa yaklaşırken inecekleri uyarmak üzere "Barbaros Hayrettin Paşaaa" diye haykıran tıknaz biletçi de bağırmaz oldu.) Sonunda meydanın adı Barbaros Meydanı, Balmumcu'dan doğru bu meydana inen geniş yolun adı da Barbaros Bulvarı oldu çıktı. • •• 1 Temmuz Kabotaj Bayramlarında ve 27 Eylül Preveze Günlerinde "Hayrettin" adı gittikçe daha az kullanılıyor, bir Barbaros'tur gidiyordu. Preveze önünde, sabah aydınlığmda hâlâ çarmıhlarda ıslık çalan, ama deniz kakjıramayan rüzgârın sesini dinleyerek Preveze savaşını düşünmeye çalışırken, aklım yine Barbaros'a gidiyor, bu sözcüğün beni tedirgin eden etkisi yoğun duygularımı örtüyordu. Yıllar sonra Kâtip Çelebi'nin "Tuhfetü'l Kibar Fi Esfarü'l Bihar"ını okurken şunu saptadım: Ünlü denizcimiz gerek kendi yaşadığı dönemde (16. yüzyılın ilk yarısı) ve gerekse 17. yüzyılda, Osmanlı ülkesinde başlıca Hayrettin (Bey, Reis, Paşa) olarak anılıyordu; Avrupalılar ona Barbaros diyorlardı. Bu sonuca varmak zorunluydu, çünkü Kâtip Çelebi, ünlü denizcinin ölümünden yaklaşık yüz yıl sonra yazdığı kitabında, onu, 160 kez anıyor ve bu anışlarında şu beş addan birini kullanıyordu: Hızır Reis, Hayrettin Bey, Hayrettin Reis, Hayrettin Paşa, Gazi Pasa (2). Barbaros sözcüğünün Türk toplumunda benimsenmesinin başlangıcını bilmiyoruz, ancak, 19. yüzyılda Osmanlı Donanması'mn bir gemisine Barbaros adının verilmiş olması ve Ali Rıza Seyfi'nin 1910 yılında basılmış kitabının adının Barbaros Hayrettin olmasına bakarak, Osmanlıların da zamanla Frenklerin yakıştırmasmı benimsediklerini anhyoruz Bu benimsemede bir teslimiyet, ünlü denizcimize saygısızlık sayılacak bir bilinçsizlik olduğunu düşünüyorum. Hayrettin Paşa'ya Frenklerce Barbaros denmesinin nedeni olarak sakalının kırmızılığı söylenir. Gazi Paşa'nın sakalının kırmızı olup olmadığını bilmediğimiz için bu savı tümden reddedemeyiz. Ancak, Turgut Reis'in çok yerde yayımlanmış ünlü resmindeki yazıya bakınca bu konuda bir kuşkuya düşmek gerekmez mi? Turgut Reis'in resminin üst kesiminde şu yazıyor: (3) DRAGVT CORSARO Dl BARBERIA Buradaki Barberia, sanırım, "Berber kavimlerinin ülkesinden" (Tunus, Cezayir) anlamına geliyor. Hayrettin Paşa'ya da Frenklerin bu nedenle BarberiaBarbarosa nitelemesini yakıştırmış olmaları olası değil mi? Barbaros denince Batılıların aklına ilk 12. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış Kutsal Roma İmparatoru Fredrich'in geldiğini, "barbaros" sözcüğünün Yunanca düpedüz "barbar" demek olduğunu (Dr. M. Tunçay'dan naklediyorum), yaşadığı dönemde ve yüz yıl sonra Osmanlı toplumunda Hayrettin Paşa1 ya Barbaros denmediğini göz önünde tutmalı, ünlü denizcimizi Türkçe adı ve sıfatlanyla anmalıyız: "Kaptanı Derya Hayrettin Paşa" demeliyiz ona... Barbaros Bulvarı, Barbaros Meydanı gibi isimleri de değiştirmeli, Hayrettin sözcüğünü kullanmalıyız. Böyle yaparsak, belki, yavaş yavaş Trablus yerine Tripoli, Kudüs yerine Jerusalem, Arnavutluk yerine Albenia deyip yazan kimi bilgiçlerin açtığı çığırı da önlemiş oluruz. (1) Odyssoıs'un (Vlis) Trayı Ssv^ındu sonr» donmcy< Ç»lı?lıtı yurdu Itakhe. tnvtzt'nin güe)İBdc IMUB bölgedir. Şimdi buradaki bir ad« bu adı alır. (2) Kâtip ÇdeM, kiubnun yalau uç ycrlade Barbaros adını kullanmışur bu u( yer dc Hayrrtti» Pafa'nın kaflıicnt aaılroasını btlirtcn Inmnlcrdir "Barbaros sc•i arar, gafU olma âtyt kaflrlcr Andtry»>n nyardılar" (1. basım, sayfa 62) (3) Rnme bVz. Bu ralnıdeld korsaa (coruro) sözcafu "uala dtnizci", "büyiik kamandaa" aaltmıaadır. sonradan oraya gelen kişi bunu hava ile alır ve infekte olur. Halkımız ya bunları bilmiyor ya da bildiği halde halk sağlığını önemsemiyor. Oysa geçen günlerde sayın Ahmet Tan, Cumhuriyet'teki köşesinde turistlerin, bu temizlik ve yere tükürme konusunu, Ankara'da İngilizce basılan bir gazeteden aldığı alıntılarla, ne kadar önemsediklerini gosterdi. Turistler gazeteye yolladıkları mektuplarda, Türkiye'yi övmüşler; ancak insanlanmızın pisliğini de yermişlerdi. Kesin ve etkili çözum ancak eğitimle sağlanır. Çocuğa, aile ve okulda verilecek eğitimle, ayrtca çevresinde göreceği örnek davranışlarla, temizlik ruhu kazandırılabilinir. Ama bugün eğitim ve öğretim yaptığım iddia eden, ancak çarpık bir öğretim yapıp, eğitim, başlayan bir okul ile bilinçli bireylerden oluşmayan aile kurumunda çocuğa bu eğitimin verilmesi çok zor. Lütfen bilinçli insanlar olalım ve hayati önemi olan bu konuya gerekli önemi verelim. Çevre kirletme medeniyetsizliğin yanı sıra pislik tir. Pis olmayın lütfen... BÜLEST ÖZCÜR Bayrampaşa/İSTASBUL DÜZCE BAŞBAYİMÎZ HALİS BAYRAKTAR'ın vefatını derin bir teessürle öğrenmiş bulunuyoruz. Kendisine rahmet, ailesi ve dostlarına başsağlığı dileriz. CUMHURİYET GAZETESİ Ulkemizin en çoktercih edilen tuvalet kağıdı SOLO tamamen yenilendi! Geliştirilen özel kağıt harmanı ve / yeni kabartma dokulu yüzeyiyle Yeni SOLO daha yumuşak...daha kaiiteli. Üstelik yükselen kalitesine rağmen Yeni SOLO yine hesaplı. Yeni SOLO'yu şimdi daha çok seveceksiniz. TUVALET KAGIDI Hem yumuşak! Hem hesaplı!
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear