Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
21 HAZÎRAN 1987 CUMHURİYET/7 Nauplion 'dan Buenos Aires'ten Tabak kırmak, bu değil madığı gibi, "Anayasanın Alanı"nın önü de sayısız bar ve tavernayla dolu. Yunanistan'da bir yabancının hemen dikkatini çeken, insanlardaki rahatlık, telaşsızlık, yaşama sevinci bu oyuncak kentin sakinlerinde daha belirgin bir biçimde duyuluyor. Yaşam sanki ağır çekime uğramış Nauplion'da... Gecenin bir vaktinden sonra "buzuka" adı verilen bir eğlence yerinin kapısından içeri giriyoruz. Kocaman bir tabelanın üzerinde "Zorba" yazıyor. Ünlü Yunan yazarı Nikos Kazancakisin "Zorba" romanından esinlenmişler anlaşılan. Salon, bütün eflence yerlerinde olduğu gibi yarı karanlık. Masaların uzerinde küçük kırmızı kavanozların içinde mumlar yaruyor. Gürültü dayanılır gibi değil. Pistteki şarkıcı sanki şarkı söylemiyor, avaz avaz bağırıyor. Birtakım insanlar da "eglence zevklerini" tatmin için piste fırlamışlar, göbek atıyorlar. Stelyo Berberakis, bu tür eğlence yerlerinin çok yaygın olduğunu söyledikten sonra anlatmasını surdüruyor: "Boyle \erleri Papandreu da çok sever. Fırsat buMukça N'auplion'a gelip 'zevbekiko' oynar." Meğer pistte gobek attığınj sandığımız eğlence düşkunleri, zeybekiko oynuyorlarmış. Dansın adı, anlaşılan bizim Ege yöresinin ünlü zeybeğinden mülhem. Sırtında bej renkli her yanı pullu, belini açıkta bırakan bir bluz ve siyah brokar pantolonuyla "gözleri kamaştıran" kadın şarkıcı, avaz avaz bağırmaya devam ediyor. Burası Türkiye'deki düğün salonlannın birkaç gömlek üstü bir yer. Şarkıcı birden Arapça, bugünlerde buralarda pek tutulan "Ya Habibi" adlı şarkıya geçiyor. Ortam oylesine "arabesk" ki şasınp kalıyoruz. Stelyo Berberakis şaşkınlığımızı fark etmiş olacak ki açıklıyor: "Bunlar hep boyledir. Arabesk Yunanistan'da yeni bir şey değil." Bir şangırtı kopuyor. Neye uğradığımızı anlayamadan bir garsonun, elindeki tabak yığınını biraz önce yere attığı tabaklara eşlik etmeleri için fırlattığını görüyoruz. Bu da şimdiki eğlence yerlerinde yeni bir buluş. Alçıdan yapılan yığınlarla tabak her gece garsonlar tarafından pistte tuz buz ediliyor. Eskiden tavernalarda müşterilerin "kafa bulmak" için tabak kırma eğlencesi şimdi bu biçime dönüştürülmüş. Elimizde olmadan, cunta döneminde halkın yönetimi protesto amacıyla tavernalarda tabak kırması aklımıza geliyor. Eh, ama yakışır. Kahır edebiyatı yapılan şarkıların söylendiği boyle bir eğlence yerinde, garsonların, ustelik alçidan tabak kırmalanndan başka ne beklenebilir ki? Nauplion bir oyuncak kent. Önlerinde kırmızı, mor begonvilyaların pıtrak biçimde actığı güzelim evleri, daraak sokaklan, "Synda> matos" alanı, tezgâhlarmda kadeh kadeh "uzo" içilen barları, geceleri Tanrıça Artemis'e gönderilen balonlarıyla unutulması olanaksız. Bir tavernadayız. Birden bir şangırtı kopuyor: Bir garson elindeki tabak yığınmı, biraz önce yere attığı tabaklara eşlik etsin diye yere fırlatıyor. Ancak biraz değişiklik olmuş yıllardan bu yana: Tabaklar artık alçıdan. Herhalde masraf olmasın diye. LEYLA TAVŞANOĞLU NAUPLION Mora Yanmadası'nda, küçük bir kıyı kenti. Yunanistan'ın Osmanlı Imparatorluğu'ndan bağımsızlığını kazanmasından sonraki ilk başkenti. Turizm patlaması için harcanan bütun çabalara rağmen hâlâ kişiiiğini korumayı başarabilmiş Nauplion. Daracık, neredeyse bir kulaç genişliğindeki sokakları, cepheleri, çokluk kırmızı ya da mor begonvilyalarla süslü, eski ama çok iyi korunmuş evleriyle bir oyuncak kenti andırıyor. "Syndagmatos" alanında dolanıyoruz. Bu, "Anayasanın Alanı" anlarruna geliyor. tlk başkent olduğu için rninik kentin tek alanına bu adı koymuşlar. Nauplion bugün artık bir başkent ol Duygular ... veya Mirta Geçen haftalarda bir fılmin galası yapıldı bu kentte. Filmin adı, 'Duygular... Mirta, Liniers'ten lstanbul'a." Kısaca konusu şöyle: Arjantinli üniversite öğrencisi bir genç kız, cskeri yönetim döneminde her şeyi bırakıp tsveç'e gidiyor. Orada bir Türk gencine âşık olup İstanbul'a yerleşiyor... VAMIK KURAL BUENOS AİRES Ge;en hafta Buenos Aires'te gaiası yapılan yeni bir fılmin adı: Duygnlar... Veya Mirta, Linitrs'ten lstanbul'», Mirta kızın adı, Liniers ise Buenos Aires'te bir semt. Basite indirgendığınde konu şöyle: Arjantinli üniversite talebesi bir genç kız, ülkesinin kanşık olduğu askeri yönetim döneminde her şeyi bırakıp tsveç'e gidiyor. Çeşitli olaylardan sonra, Stockholm'de tanışıp âşık olduğu Turk genciyle evlenip Türkiye'ye yerleşiyor. Hikâyenin gdışmesiyle birlikte, film 197583 yülan arasındaki dikta rejimi süresince Arjantin'de çekilen acılan tekrar dile getiriyor, hasret ve yeni bir ülkeye uyura sağlamanın güçlükleri temalannı işliyor, gelışen dünya ülke insanlanrun benzerliklerinden, ortak yanlanndan dem vunıyor ve tsveçliler nezdinde Avrupaürun biraz da çirkin yüzünü sergilemeye çalışıyor. Direktör Gaillenna Sanra'nın ifadesine göre, fîlm yüzde 40 oranında gercek bir hayat hıkâyesıni yansıtıyor. Filmin Türkiye'yi ılgilendiren fazla pohtik bir yanı yok. Türk kahramaru 'bıyıksu' ve de 'fessiz', ahştıgımızın ötesinde olumlu izienimler uyandıran, daha çok Anadolu'da bilinen tabiriyle *esas o^ian' rolünü üstlenmiş bir tip. Yani özetle filmde pek öyle 'maar* bir şey yok! Gala ile birlikte filmle ilgili olarak gazetelerde birçok yazı çıktı, televizyonda bir açıkoturum yapıldı. tşin c&as bizi ilgilendiren kısmı da bu oldu. Daha önce de belirttiğim gibi, film önce Arjantin'de başlayıp, sonra Stockholm'de devam ediyor ve nihayet Istanbul'da son buluyor. Gelgelelim Istanbul'da son bulması gereken sahneler, mekân olarak hiç de lstanbul'a benzemiyor. Yazılıp sö>'lenenlerden öğrendiğimize göre filmin Türkiye sahneleri 'birtakım (üçlüklentcn' sonra Türkiye'de gerçekleştirilemediğinden, vazgeçilip Atina'da çekilmiş! Film yapımcısı tam olarak açıklamamış, ama ima ettiği kadanyla galiba yetkili mercilerin iznini alamamışlar ve bu yuzden tstanbul'da geçmesi gereken kısımlar oldukça kırpılmı; ve Yunanistan'da çeküraiş. Aslında mecburen lstanbul olması gereken sahneler var ki başka yerde çekilmesi mümkün değil, o kısımlarda ise bazı fotoğranardan istifade edilmiş. Mesela fılmin son karesi Galata'dan çekilmiş, Topkapı sırtlannı ve camileri alan bir fotoğrafla tamamlanmış. Düoyamn en güzel şehirlerinden biri olan lstanbul'u tanıtmak için boyle güzel bir fırsat kaçmış, yazık olmuş doğnısu... Aslında Oh otsun gâvur», çektirtmedik y*' demek de var, fakat böyle yaparsak turizm de patlamaz ki birader! Neymiş efendim, izin vermemişler film çekirnine. Yalandır veya tamamen dış mihraklann kışkırtmasıdır veyahut da örf, adet, gelenek ve de göreneklerimize ters düşmüştür... Belki de baş açık cepheden çekilmiş 6 adet fotoğraflannı getirememişlerdir zamanında... Her şey olabilir!.. Bugün yetenek, kapasite ve tekniğin yanı sıra bol para ve uluslara^sı pazarlama politikalan yönlendiriyor film piyasasını. Unutmamak gerekir ki halen birçok ülke, reklamlanm yaptırmak için buyük paralar harcavıp uluslararası piyasada tanınmış artistlere film çevirtiyor. Demek ki bir fayda umuluyor bu film işinden. Mesela gecen hafta televizyonda yapılan, bu filmle ilgili açıkoturuma, İsveç büyükelçisi, fılmin kendi ülkesinde çekilip kısmen tsveç yaşanusını yansıtmasında duyduğu memnuniyeti belirtmek için şişe şişe şampanya göndermiş... Kim ne derse desin, Türkiye'de gösterilmesi yasaklanan 'Gcct Yansa Ekspresi' fılmi, çok daha büyük paralar harcanarak yapılabüecek bir kötü propagandadan daha fazla zedelemiştir itibarımızı dış ülkelerde. Ülkeyi tamtmak, reklam yapmak için mutlaka çok para harcayıp yabana gazete ve dergilere ilan vermek gerekmiyor. Bazen bir konser, bir film, üzeri TM.' yazılı bir ihraç malı yeterli oluyor. Çoğu zaman da insamn ayağına gelen fırsatlan değerlendirmesine bağlı bütün bunlar... Artık şu örf, adet, gelenek, görenek ve dış mihrak işlerini bir yana bırakıp daha gerçekçi olma zamanı geldi mi ki... Bir Güney Koreti için ka:: çorbası, güçlü bestn ve sağlık demek tir. Ama bize soğuk gelir böylesi. SeuVden Duisburg'dan Kan çorbası. Hangi yaşam biçiminde olursa olsun, 'kan' soğuk bir sözcüktür. Hiç de güzel çağrışımlar yapmaz: Ya küfür yerine kullanılır ya da beddua olsun diye. ALİ RIZA BALAMAN SEUL Hangi yaşam biçiminde olursa olsun "kan" sözcüğü, hiç de güzel çagınşımlar yapmaz. Kimi kültürlerde küfür, kimilerinde beddua olarak kullanılan kan, Uzakdoğu'da özellikle de Kore"de, besleyici ve sağaltıcı değeri bilinerek daha akılhca kullamlır; yenilir, içilir. Ne var ki, Batıda bulunmuş, Batılılann kan konusundaki değer yargılannı bilen Koreli dostlarım, hayvan kesimini ve karunın nasıl paketlendiğini görmek için mezbahaneye gitmek, mezbahane çevresinde (Ma Zang Dong) iyi kalite kan çotbası pişiren lokantalarda "kan çorbası" içmek, geyik çifüiğinde kesilen boynuzdan geyik kanı içmek türünden eylemleri yerinde görmek istediğimi benden duyduklarında "gitme" demediler, ama Kore'de herkesin kan içmediğini, içenlerin de hastalıktan kunulmak ya da hasta olmamak için içtiklerini söylerek, Batı değerlerine ders düşmenin özenÛ çabası içindeydüer. Oysa, uygulanan farklıydı. Evet, Hıristiyan olan Koreliler, belki de din yasağı olduğu için kan içmiyorlardı, ama kan çorbası satan lokantalar yalnız sabahları değil, öğle ve akşamlan da doluydu. Ve geyik çiftliğinin sahibi, geyiğinin boynuzunun kanını içecekleri, yeterinden fazla başvuruda bulunanlardan gönlünce seçiyordu (kan içmeye kaülma, 100.000 Won 120 dolar ödemekle mümkün). Avcılar, vurdukları uçar ve kaçar yabanıl hayvanın özellikle kanına, etinden daha çok önem veriyorlardı. Farmakologlar, gerçekten kan içmenin bedene sagladığı yararları bilimsel olarak kanları analizlerden geçirerek hastaları için doktorlann hizmetine sunmuşlar ve bir gram geyik kanında, bir gram dana kanında nelerin ne kadar bulunduğunu, madenler yönünden demirden bakıra, manganezden silikana kadar; beslenme yönünde proteinden potasyuma ve karbonhidrata kadar çağdaş tekniğin yardımıyla bir bir hesaplaşmışlar. Bu konunun bütünUyle teknik alanda kalanı dışında biz, Kore'de görüp ettiklerimizi anlatmaya çahşacağız: Genel sınıflama içinde en değerli kan, çiftliklerde kimyasal besinlerle beslenmeyen yabanıl hayvanların kanıdır. Bunlar içinde de birincı sırayı geyik akr, onu karaca ve bulunursa yaban keçisi izlemektedir. Yaban domuzun kanı değerliyken evcil domuzlann kanı ilgi görmüyor. Korecede "He Cang Guk", yaygın adıyla bilinsn kan çorbası, özellikle sabahları, önceki akşamdan içkiyi çok kaçıranlar tarafından yeğlenir. Gerek mide ve bağırsaklarda biriken alkol toksinlerini atmak, gerekse yine alkolün neden olduğu sulu bir şeyler içmek gereksinimini karşılamak için kan çorbası içilir. Ayrıca pekliklerde kabızlıkta bağırsakları yumuşatmak için de kan çorbası önerilir. Sıradan bir beden işçisinin en az günde 20.000 Won (25 dolar) kazandığı bu ülkede, yanında pirinç pilavı ve birkaç tür turşulu (kimçili) yan yiyeceklerle bir doyurucu porsiyon kan çorbası için 1000 Won (1.20 dolar) ödenir; öğle ve akşam yemeklerinde öğiln olarak da yenilir. Kore'de yemek ölçü birimleri bizim ölçülerin en az iki katı. Üstüne ustelik bizdeki "yanm porsiyon" olayı burada parasız; böylesi bir istek karşısında lokantacı, "benim pişirdiğimi çok seviyorlar" diye bu fazlayı, kendi eliyle ve müşterisini selamlayarak sunar. Bir başka özellik de sırası gelmişken içebildiğiniz kadar su da bedava. Koreliler yemek yerken su içmezler, konuşmazlar ve kesinkes yerr.eklerini soğutmadan tüketirler, suyu da yemekten sonra içerler. Bizim yayla sulan kalitesindeki musluk suları, çok eskilerden kaJma âdet üzere, kaynatılarak içilir. Su gereksinmesi için içilen bu kaynatılmış sular, her zaman az kavrulmuş arpa, mısır, buğday ya da darı püskülüyle birlikte kaynatılır. Rerfde turna avlamak "Birasız liman turu, kuru öpücüklere benzer" diyerek, "Konig Pilsener'le merhabalaşıyoruz. Konig (kral) Pilsener rekİamlannda, "sadık kalınan bira" yazılı. Krala itaate dayanan geleneksel Prusya sadakati 87'lerde bira reklamına kadar girmeyi başarmış. 1858yılından beri Duisburg'ta tek kral durumıındaki kopi çeşitleme yapmıyor. Tek tür bildik tat sloganıyİa Alman pazarının iddialı biraları arasında. Tam bir bira klasiği. Biranın rengi berrak, Ren'in rengi bulanık; sarı, gri, nefti, boz, kurum karası, pas ve kurşun rengi. Sanayi kokuyor. Vinçlerle haşır neşir. Kıyılarındaki düzenli, eğimli kararmış setler, bu dev nehrin yıllarca önce uysallaştırıldığını gösteriyor. Üzerinde irili ufaklı sayısız gemi, mavna, salapurya, çekici ve itici. Yoğun birdeniztrafiği... E B yaygın taşıma yöntemi, 240 metre uzunluğundaki kocaman mavna dizilerini önlerine katıp götüren dev iticiler. Fabrika düdükleri, gemi düdükleri, vinç ve lokomotif gıcırtıları, trafiğin arka plandaki uğultusu bir sanayi senfonisi gibi uzayıp gidiyor. Bu senfoni eşliğinde yılda 60 milyon ton yük boşaltıyor gemiler. Böylece deniz limanı Hamburg'un bile önüne geçip, "en biiyiik benim" diyebiliyor Duisburg. Rakam sevenlere birkaç not daha: 213 hektarhk bir alanı kaplayan 20 yapay liman havuzu, 43 km. uzunluğunda rıhtım şeridi, 48 km.'lik demiryolu şebekesi ve üç istasyon, 26 km.'lik özel liman otobanı ile ünlü Ruhr havzasının atardamarı gibi Duisburg limanı. Thyssen, Krupp, Mannesmann gibi devler ve binlerce sanayi kuruluşu Ren'in kollarında büyümüş. Demir çelik tekellerinin bölgede şu anda içine düştükleri krizde ise, yaşlı nehrin bir suçu yok. Bu devlet, diğer AT ülkelerindeki rakipleri gibi devlet desteği alamadıklan için, şu anda dünya pazarında geriliyor ve bazı işyerlerini kapatıyorlar. Liman Müzesi'nin rıhtımında baglı duran ve 1968'de hizmet dışı kalan, Ren'in son yandan çarklısı "Oscar Huber" ise kuşkusuz erken emekliliğe sevk edilen yaşlı çelik işçilerine, yorenin altın çağlarını anımsatıyor... Rüzgâr, ara sıra uzak denizlerden ürpertili esintiler getiriyor. Liman kentlerinin sarışınları da rüzgârlıdır. Deniz adamlarının gel geçliğinden, insan mutluluğunun uçarılığından süzülen bir sevecenlik vardır bakışlarında. Sıcak ve kalender gülerler. Tur gemisinin garson kızı da bu tür sarışınlardandı. Surekli guverteye inip çıkmaktan biraz yoruluyormuş, yine de bu işi seviyormuş, parası da iyiymiş, yaşlanınca karada çalışacakmış, gemiyle uzak denizlere hiç gitmemiş... Tur bitiminde kıyıdaki balıkçıları görunce biraz şaşırdım. Yabancıların bizim Haliç'te balık tutanlara hayret ettiği gibi. Olta sallayanlardan biriyle ayaküstü lafladık. Oltanın ucunda bizim mercanlar büyukluğünde canlı bir yem vardı. "Kırmızıgöz" diyordu. Onu da Ren'de tutuyorlarmış. Turna yakalamak istiyordu. Bisikletiyle bir şeyler almaya giderken, oltayı bir süre tuttum. Kırmızıgöz kıpır kıpırdı. Ren henüz ölmemişti. Bu kente yaşamının tümünü son damlasına kadar vermiş olan genç kuşaklara bile hâlâ olta başında küçük mutluluklar bağışlıyordu. Peki genç balıkçılann yiizündeki hüzun, bu yaşlı ve fedakâr nehre sunulan ince bir ozur müvdu?.. Rüzgâr, arasıra Ren'e ürpertili esintiler getiriyor. Ve Ren 'de balıkçılar var. Sanayi kokan, paslı akan Ren'de balıkçılar... Şaşınyor insan. Tıpkı Haliç'te şaşırdığı gibi. Demek, Ren henüz ölmemiş. Genç kuşaklara hâlâ küçük mutluluklar bağışlayabiliyor. KEREM ÇALIŞKAN DUISBURG Nehirlerin insan hayatına karıştığı yerler vardır. Duisburg işte böyle bir yer. Isviçre Alplerinden kopup gelen ve Rotterdam limanında Kuzey Denizi'nin serin sulahna kavusan Baba Ren (Vater Rhein) kente, "dünyanın en biiyiik iç limanı" unvanını kazandırmış. Ruhr ve Ren n».hirlerinin birleştiği yerde, sayısız kanallarla ve köprülerle örülü bir coğrafyada, şirin beyaz bir nehir gemisiyle liman turundayız. Fransa'dan gelmiş bir öğrenci grubu, ilkokul son sınıftan Alman öğrenciler, ticari görüşmeleri kent turuyla renklendiren işadamlan... Stuttgart'tan Irkçılığa karşı tiyatro Almanya'da Yahudi Tiyatrosu, bundan altı ay önce Heidelberg'de kuruldu. Küçük, küçücük bir topluluk. Topluluğu yaratan kişi, William F.Lampert. Berlinli rejisör çoktandır böyle bir topluluğu kurmayı düşlüyormuş. AHMET ARPAD STUTTGART Kuçuk Park Tiyatrosu'nun fuayesinde sıgara kokusu. Perde arasında seyirciler dışarı çıkmış. Gençler çoğunlukta. Kazaklı, uzuh eıeklı ya da blucinli. Kuçük büfede duran yaşlı kadın şarap, bira ve portakal suvu yetiştirmeye çalışıyor. Duvarlarda unlu sanatçıların fotoğrafları. Burada bir zamanlar sahneve çıkmış Elke Sonuner, Lisl Christ ve Martin Held. Heidelberg Bensheım'daki tiyatronun kuçük sahnesi bütun sanatçılara açık. Son aylarda hiç tanınmamış amator bir topluluğa da. "Almanya'da Yahudi Tiyatrosu" bundan altı ay kadar once Heidelberg'de kuruldu. Kuçuk, kuçucuk bir topluluk. Beş oyuncu. iki teknisyen, biraz da dekor. Eski mi eski kuçuk kamyonları hepsini taşıyor. Turneye çıkarlarsa. Topluluğu yaratan kişi genç WilUam F. Lampert. Berlinli rejisör böyle bir tiyaıro kurmayı çoktandır duşlemiş durmuş. Heidelberg1 de kurulmasının nedeni oyunculann çoğunluğunun çevreden gelmesi. Eyalet Kultur Bakanlığı'nın Yahudi Tiyatrosu'na parasal desteği küçümsenemeyecek ölçüde. Perdelerini Gillies Segal'ın "Lodzlu Kuklaa" adlı oyunu ilk Park Tiyatrosu'nda açtıktan bir süre sonra çeşitli kentlerden ve şölenlerden davetler alan topluluk bir sure once Stuttgan'a da geldi. Rejisör Lampert, Ernst Tollcr ve Max Zweig gibi yazarlann eserlerini de sahneye koymayı amaçlıyor. İkinci Dunya Savaşı sonrasında Almanya. Yahudileri takip etmeler, onlan kamplara tıkıp, gaz odalarında öldurmeler artık bitmiş. Lodzlu kuklacı Samuel Finkelbaum hepsinden kurtulmuş. Yaşıyor. Ancak henüz korku içinde. Yıl 1950. Savaş biteli çok olmuş. Fakat Samuel'in korkusu geçmemış. Hâlâ saklanıyor. Berlin'deki tavanarası odasında. Ürkuyor, korkuyor, hiç kimseye güvenmiyor. Köksuz bir bitki gibi yaşamak çababinda. Duşünde savaş öncesinin mutlu yıllan. Gunlük yaşammda Nazı teröru. Gunlerini kuklası ile geçiriyor. Savaşta yitirdiği eşi Ruchele şimdi kuklada yaşıyor. Sonunda bir dostu onu gerçek vaşama döndürmeyi başarıyor. Lodzlu kuklacı Mkhael Gabel'e kukla rolünde Anna Kaiser eşlik ediyor. ! 9 3 : yıhnda Berlın'de Alman Yahudileri Kultur Birliği kurulmuş. Ma\ Liebermann, Jacob Bassermann ve Martin Buber gibi unlulerin yanı sıra kentin sevilen, sayılan başka Yahudileri de bu birliğin kurucuları arasmdaydı. O yıllarda Yahudi sanatçıların oynadığı Yahudi eserlerini sahneye koymak izni >alnız bu birliğe verilmişti. Nasyonal Sosyalistlerin başka tiyatrolarda sahneye çıkmasını yasakladığı savısız oyuncu, rejisor, şarkıcı ve muzisyen bu birliğin bunyesinde toplanmıştı. Üne kavuşmuş Yahudi sanatçılar Almanya dışına kaçmayı başarmıştı. Çoğunluk ise ulkede yaşamak ve çalışmak zorundaydı. Doğu Avrupa ve Avusturya'dan gelenlerle sayılan sekizbininuzerindeydi. Berlin Alman Yahudileri Kultur Birliği bunyesinde çalışmak isteyen tiyatro oyuncusu, şarkıcı, muzisyen ve dansorun sayısı iki bindı. O günlerde Yahudi toplumunun tıyatroya gitmesi yasaklanmıştı. Birliğin oyunlanna da kimlik göstererek girebiliyorlardı. Alman yayın organlan oyunlanndan soz etmiyordu. Yetkililerin mutlaka oynanmasını istedikleri dışında. Baskı altındaki bir topluma zorunlu tiyatro göslerileri! Bir sure sonra savaşın başlamasıyla da Yahudi Küitür Bırliği'ne Alman yazarlarının eserlerini oynaması yasaklandı. 1941 yılında da Gesıapo birliğin kapısına kilıt vıırdıı. Herb«rt Freeden'ın "Nazi Almanvası'nda Yahudi Tivatrosu" kitabı o gunlerı anlaıan onemli bir belgesel. Ren ırmağı, hâlâ yafadtğmı kanıtlamak istercestne, kıyıstnda konaklayan bahkçılan bağnna basıyor. BrükseVden Piyano için çeşitlemeler Kraliçe Elizabeth Müzik Yanşması her yıl keman, piyano, kompovsyon ve şan dallannda tekrarlamr. Yani her branş dört senede bir yenilenir. özellikle piyano dalındaki müsabaka, Varşova'daki Chopin ve Moskova'daki Çaykovski yanşmalarıyla birlikte dünyanın en elitist üç yarışmasından biridir. HADİ ULUENGİN BRÜKSEL Kemalist devrimle birlikte yeni ulusun üstyapı kurumlannı radikal bir biçimde değistirmeyi arzulayan cumhuriyet ideolojisinin kayda değer özelliklerinden biri, Garp musikisini Türkiye'de hâkim müzik beğenisi kılmak isteraesiydi. "Muassır medeniytf sevi>«sine" ulaşmakta bir adım olarak algılanan ve kendi mantık silsilesınde son derece tutarlı bir yaklaşım arzeden bu rnüdahaleden hareketle, çok sesli Batı müziği resmi ideolojinin simgelerinden biri durumuna geldi. Gazi "Turk bestelerinin" manevi hamıliğini üstlenirken, rnilli şef ve çok önemli bolümu evinde yaİnız alaturka dinleyen cumhuriyet ricali, Riyaseti Cumhur Orkestrasfnın butün konserlerinde frakla hazır bulundu. Devlet tekelindeki radyolarda, senfoniler, konçertolar, oratoryolar bilinçli olarak on plana çıkartıldılar. İnsanlann müzik beğenisini son tahlilde kulak şartlanma ve disiplini tayin ettiğinden de. çocukluğunu ellili yıllarda yaşamış ve Ukokulda İsveç şarkılannın Türkçe versiyonların öğrenmiş olan benim büyuk şehirli kuşağımın bir bölumü. ister istemez, kendisini Çaykovski, Mozart ya da Beelhoven'İara, Dede Efendi, ltri ya da 3'uncü S«lim'lerden daha yakın hi^seltı. Bu durmııa daha sonra mantıki açıkl?malar getirebilse dahi, yine isteı inemez, müzik beğenisiyle seçkinler arasında yer aldı. İşte bu yiizden, ben, 30 mayıs cumartesi akşamı, Bruksel'deki tbrahim Tatlıses konserıne gitmedim de, "Kraliçe Elizabelh Müzik Vanşması"nın fınalinı gece ıkiye kadar televizyondan izledim. Piyano finalinde hazır bulunamamamın tek nedenini ise. bilet kalmamıs olması oluşturdu. Kraliçe Elizabeth Müzik Yanşması, her yıl keman, piyano, kompozisyon ve şan dallarında tekrarlamr. Yani, her branş dort senede bir yenilenir. Özellikle piyano dalındaki müsabaka, Varşova'daki Chopin ve Moskova'daki Çaykovski yanşmalarıyla birlikte, dünyanın en elitist uç yarışmasından biridir. Burada derece alabilen genç pivanist için kariyer kapıları açılır. Resitaller garantiye bağlamr ve plak şirketleri kontrat imzalamak için kuyruk yapar. tlk on ikiye dahil olunabildiği takdirde, küçuk Rubinstein ru>aları gormek meşrudur. Ne var ki, Kraliçe Elizabeth Muzik Yarışması'nda dereceye gırebilmek her babayiğidin harcı değildir. Dünyanın dort bir memleketinden Bruksel'e toplanan >1ızlerce genç müzisyen, ilk elemeden sonra yirmi dort kişi kalır. İkinci elemede finalısllerin sayısı on ikiye iner. Sonra bunlar. bir hafta boyunca, Waterloo Ormanı yakınındaki 'Sırca Koşk'e "hapsedilirter". Onlerıne, bimdi>e kadar hiç gormedıkleri ve yanşma için özel olarak bestelenmiş bir konçertonun partısyonu konur. Telefon da dahil olmak üzere, dış dünya Ue bütun ilişkileri yasaklanır. Bu bir haftada, hem zorunlu kompozisyonu en mukemmel biçimde icra etme>i oğrenmeleri gerekir, hem de kendi seçecekleri'iki parçayı egzersiz eımelerı istenir. Yanşma haftasında da, pazartesiden cumartesiye kadar, her gece ikişer ikişer hem jurinin hem seyircilerin karşısına çıkarlar. Cumartesi, gece yarısından sonra jüri topianır ve kararını bildirir. Bu arada, yarışmayı naUlen veren radyo ve televizyon seyircileri de, telefonlar ederek kendi bırincilerini seçerler. Bu yıl benim favorim, Sovyet asıllı Andrei Nikolskv idi. O kazandı. İkinciliği, Japon Wakaba\shi. uçuncüluğü de Alman Plagge aldı. Gerçekten olağanustu yetenekli pıyanıstlenn katıldığı bu yılki yarışmamn diğer ıkı özelliği ise, on iki finalistten altısının Uzakdoğu'dan gelmesı ve Rahmaninofun uç numaralı pirano konçertosunu ilk uç fınalistin de icra etmiş olmasıydı. Her ne kadar benim Rahmaninof tercihim do minor ikinci konçertodan vanaysa da, Nikolsky"nin uç numarası dahiyaneydı. Ancak, Ibrahim Tatlıses konserıne gidemeyecek kadar seçkin bir cumhuriyet çocuğu olan benim için, elitist Kraliçe Elızabeth Muzık Yanşması'nın en çekici yanlarından biri, jnusabakanın genel atmosferidir. Bir kere, Bruksel ahalisinin belirli bir bolümü uç hafta boyunca yarışmamn heyecanıyla vaşar ki, bu, elitizmi r.ispeten demokratikleştirir. Sonsuz cazibeli bulduğum ikinci nokta ise, final konserleriyle paralellik arzeden ve "raonden" olarak tanımlanabilecek her şeydır. Macar yarışmacı Szokolavın kendisini misafir eden ailenin kızıyla ışi pışirdiği, jüri uyesi ve 78 yaşındaki ünlü müzikoloğun kulaklarmın aslında işitmediği, zavaUı Hung Kuan Chen'ın "Sırça Kösk" te verilen Avrupa yemeklerinden ishal olduğu ve bu yuzden "Gaspard de La Nuil"yi çalarken iyi performans gosteremediği, Kraliçe Fabiola'nın tuvaletinin "vıilger" olduğu, zorunlu konçerto "Rotalions n un biraz Satie'nin "Heures Secubires Et Instantanees"indeki "Sabah Şafağı" bolumunu andırdığı, bu yıl Baron Lambert'in locada değil de parterde oturmayı tercih ettiği dedikoduları dayanılmaz güzeldir. Bu dedikodular, ya herkesin biraz kendisini göstermek istediği amraklarda fuayede cigara içerken ya da konser bitiminde "Şablon" mevdanındaki kahvelerden birine gidip, mermer bara yaslamp, garsona az nar şurııbu karıştınlmış beyaz şarap ısmarlandığında yapılır. Bu arada, dedikodu yapan ve Kraliçe Elizabeth Muzik Yarışması'nı izleyen kadınların. mermer bardan kadehleri alırken, ellerinin piyanist elleri kadar biçimli ve bakımlı olduğu farkedilir. Bu ozeliik, dedikodu arasında bir kompliman olarak sıkıştırılabilir. Hatta, başka bir mekânda hem dedikoduya devam etme hem de, resitalden olmasa bile kompaktan Debussy'nin "alü eski epigraf'ını dinleme teklif edilebilir. Bu gerçekleşebilir. Cumhuriyet ideolojisinin Garp musikisini hâkim muzik beğenisi kılmak için yaptığı mudahalenin hiç tartışılamayacak yanı, Kraliçe Elizabeıh Muzik Yanşması çıkışında, zorunlu konçerto "rotations"un biraz Satienin "Heures Seculaires Et Instanlanees"den aşırma o'duğuna dair dedikodu vapmaya ımkân vermesi ve Dehussy'nın "altı eski epigraf'ını dınlemek için bakımlı elli kadınlara başka mekânlar onermeye ımkân tanımasıdır ki, bunlar da hayatta onemli şeylerdir. Bizim burada yok yok! JfokkMokk, eskiden adı Talvatis olan bir Lapon kasabası. 'Dere dönemeci' anlamına geliyor ve Laponca'da 'j' harfı V sesi verdiği için 'yokmok' diye söyieniyor. işte ben de bu fırsatı değerlendirip espriyi yapıveriyorum: YokMok'ta yok yok! TEKİN SÖNMEZ ' JOKKMOKK 16. yüzyılda adı Tahatis olan Jokkmokk, yaklaşik 20 bin kişiyi banndınyor. Merkezde ise 3 bin kişi oturuyor. Talvatis, Laponca "kişflik oturma yeri" anlamında. Jokk dere. rookk ise dönemeç oluyor. Kısacası Jokkmokk dere ya da çay dönemeci demek Laponca. Baştaki (J) harfi bizdeki (Y) sesini veriyor. Söylenişi bi?deki yokmok gibi. Bu sese bağlı kalarak ben, burada bu adı (J) ile değii de (V) ile sürdürürken, Türkçe sğız tadını yeğiemek değil de, öteki dilde bu harfin sesini tam duyurmak istiyorum ve diyorum ki, Yokmok'ta yok, yok! Yokmok'ta şu günlerde gece yok. Yazları izine çıkan gece, ktşlan gündüze izin veriyor. Gecenin izine çıktığı yaz boyunca, Fransız Alman ve öteki komşu ülkelerle birlikte ülke tçinden gelenlcr, bölgenin insan toplamını 30 bine çıkan yor. Yokmok'a gelir geîmez, ren geyiklerinden ve onlann dü^sel serüvenleriyle yüklü masaliardan başka bir şey düşünemezken, güneşin hiç batmadığını apansız ayrımsayıverdim. Oysa ben uzun kış gecelerinin beyaz kar gulleriyle süslü gökyüzu imgelemini' ve kocaman boynuzlu bir yaban geyiğinin çektiği bir Lapon kızağını kendime önkoşul yapmışum yol boyunca. Bunları düşleye düşleye buraya, siyahbeyaz fotoğraf sergimin açılış hazırlıklan için gelişimin hemen ardından. güneşli uzun yaz gerçeğine vanr varmaz, Yokmok'ta uyku yok, dedim. Guneş, yeryvizünün tam tepesüıde minik bir eğimle yolunu surdürüyor ve bunu yaparken de, kutup çemberinin içini, gece boyu ışığa boğuyor. Gsrçeği kendimle somutlaştırmanı ve duyumlarımlaalışkanlıklarım arasında bir köprü kurup sonra söylemem gerekiyorsa, geceyle gündüzün bu civcivli oynakhğı, beni Yokmok'ta yokluk duygusu ile örselemiyor. bu kısa gezi boyunca. Ne ki bu ayrımın genelde kuzey yaşayanlannı nasıl etkilediğini duymuştum. Hele, Yokmok beiediye küitür sekreteri Cedllia BertvaH'tn eşedosta verdiği bir hafta sonu içkili yemeğinde, Yokmö\t'taki yokluk duygusunu daha iyi an]adım bu açtdan. Adı akşam yemeğiydi ama harh kuşluk vakti ışıklarıyla donanan bir gökyüzu altında, gece yarısını da iki saat devirdiğimizde, ben kaldığım yere dönerken, kuşluk pırıltılan hiç durmaksıztn aşk ve meşk ilişkisini sürdürüyordu. Bense, elektriğe gerek duymadan oturabildim > azı makinemin yanına. Yokmok hemen eıeklerinde akan suyla ülke elektrik üretiminin Ve 15'ini karşıhyor. İsveççe adı Biiyiik Lule Irmağı ve Küçük Lule Irmağı diye iki parçayia aşağıda birleşen su; üzerinde 15 adet elektrik üretim santralı banndınyor. Genel kışhk soğuk ortalamaları eksi 40 derecede oynaşırken. arada bir aklına esip. ülkenin soğuk rekorlanru da kınveren Yokmok, birkaç gün öncesine kadar, gerçekten, yaz cennetini bekliyor ve balık avcılığı, geyik avcılığı gibi daha birçok sporu da kendine uygun bularak, "benim adım Yokmok ama bende her şey var" diye övünüyordu. Modern toplumlarda olan her şey var. Örneğin telefax var. TeIex yok. Yani çağdaş teknolojinin her yeniliği bulunuyor JokkMokk 'tan