25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Months
Days
Pages
r 6 SUBAT 1986 CUMHURtYET/7 tznik'ten Pahalıhk var, ama mal bol 4 yöreden Yeşil Cami müezzini 'eskiden bir paket Sana bulamazdın' diyor Bir semahın peşinde îzlenimler 1985'nın ilk haftalannda arkadaşlanmız yurdun çeşitli bölgelerinde bir tilr "nabız yoklaması" yaptılar. Seçimden seçime ülkenin kaderini oylannm rengiyle etkileyen "sessiz çoğunluğun" neler düşunduğunu, neler hissettiğini bir ölçüde de olsa yansıtabilmek için yarı ekonomik, yan politik, söyleşiler yaptılar. Bazen bir kahvenin, bazen bir caminin konuğu oldular. Günlük yaşamdan, oy sandığma dek birçok sorular yönelttiler. tlginç cevaplar da aldılar. Sütunlanmıza yansıyan bu sesleri okuyuculanmızın değerlendirmesine sunuyoruz. "Eskiden gençler gelip bu caminin avlusuna işediler, şimdi düşmanlık kalkıyor, herkes birleşiyor,Müslümanlık budurişte" diyor müezzin Yıldınm, ama dert yandığı şeyler de var "Ah kızım insanlar kötü. Şerefeye çıkıp okumadın diye beni Ankara'ya şikâyet etmişler. Müfettiş gelip mikrofonun kablosuna bakıyor, minarenin etrafında dönecek kadar uzun mu diye..." FÜSUN ÖZBtLGEN tZNİK Kubbesi iki sütun üzerinde duran mimari yapısı ile ünlu tarihi Yeşil Cami'nin içindeyiz. O kadar eski bir cami ki, taa Türklerin İstanbul'u fethinden önce 1380'lerde Çandarh Halil Hayrettin Paşa adına inşa edilmiş. Yerlerde kuçük küçük rengârenk halılar serürniş, yamalı bohça gibi. Hahlann üstüne bağdaş kurup oturmuş, caminin 27 yıllık müezzini ile konuşuyorum. Kır kısa sakallı, orta boylu, temiz ama kaba urbalar giyimli müezzin efendi, bomboş caminin orta yerinde hayali bir sancağı açmış, karnının üstunde taşıyor ve anlatıyor: "Particilik olur ama açarsın ay yıldızlı bayrağı yurürsiin. Herkes ardında loplanır." Bu sözleri söylerken bir yandan da anlattığı teatral sahneyi pekiştirmek istercesine arkasına bakıyor. Eller hayali sancağın direğini sıkı sıkı kavramış. Ardında hayali kalabalıklar. Tekirdag"dan Kim pantolonsuz koşacak? Mrakya çiftçisinin 'hali perişan' Necmettin Yılmaz: 50 hanelik köyde 2 bin kadar hayvammız vardı, şimdi 50 tane kaldı. Kooperatiften alınan gübre parasını l yıldır ödeyemeyenvar. ERHAN AKYILP1Z ~~ TEKİRDAĞ "Şeytan merkezi anyor, tamam." /"Ne var Şeytan, ben Gariban, tamam" /"Gariban, merkezi bulamıyorum yardım et, tamam" "Şeytan, 8 boşla Tekirdağ'a geliyor mesajını ilet, tamam" "Okey Şeytan". "Şeytan" bizi Tekirdağ'a götüren otobusün "halk tipi" telsizinin kodu.. Belli kı "Gariban" da bir başka otobüs firmasına ait, yardımlaşıyorlar birbirlenyle.. 15 yıl içinde çeşitli dönemlerde birçok kez gittiğimiz Tekirdağ, hemen her yeniliği çabukça benimseyiveren illerimizden biri. Tekirdağ'daki son izlenimlerimiz ise, artık politikada da hızlı bir değişimin olduğu yolunda... Konuştuğumuz partili, partisiz birçok Tekirdağh, hayat pahalılığmdan yakınıp ANAP'a yükleniyor. ANAP'a yuklenmeyenler yalnızca ANAP il yönetimi ile cevresindeki kişiler gibi... Birçok kişi "Sosjal demokratlar Tekirdağ'da en şanslı dönemlerini yaşıyor" derken, ANAP İl Başkanı Engin Bilge, ise yalnızca gulüp, "Sosyal demokratlar tek başlanna iktidara gelsin, ben pantolonumu çıkanp koşacağun Tekirdağ'ın içinde. Bunu ajnen yaz, koşmazsam sözünb tutmadı diye yazarsın" diyor.... Ziraat Odalan Birliği'nin geçtiğimiz ay Tekirdağ'a yapılan Marmara Bölge Toplantısı'nda, Bakan Karaevli'nin, "Vatandaşı da dinle", "Bizi de dinle" sozleriyle protesto edilişi, toplantının uzerinden bir aya yakın bk süre geçmesine karşın hâlâ konuşuluyor... Tekirdağ'da ilk sohbet ettiğimiz kişi Hayrabolu'nun Bayramsah Köyü'nde çiftçilik yapan Necmettin Ydmaz oluyor. Necmettin Yılmaz'a göre küçük ciftçinin durumu perişan. Yılmaz önce köy muhtarlarından başlıyor söze, sonra da sürdurüyor: "Bizim Bayramşah Köyü'niin muhtan Sabri Çelik'in 16 dönüm arazisi vardı. Esi gozunden lik bir köyiiz. 2 binin üstunde koyun ve keçüniz vardı, kala kala 50 baş hayvammız kaldı. Fenni yemin küosu 72 lira. Biz sütii hâlâ 90 liraya satıyoruz. Altından kalkamayan çiftçi ne yapsın hayvanını satıjor. Tanm Kredi Kooperatifi'nden aldıklan gübrenin parasını 3 yıldır odeyemeyenler var. Köyümüzde çoğunlukla ANAP'a o> vermiş 106 oy çıkmışt). Şimdi bir seçim olsa 34 oy anca çıkar onu da delegeleri verir..." Biz Necmettin Yılmaz'la konemedim. Evimde banyo yok, leğende yıkaruyonım. lşimiz de garanti degil. Geçen yıl 70 işçiyi çıkardılar fabrikadan. bu yıl da 30 kişinin çıkanlacağı söylentileri dolaşıyor. Bir de bu işten olduk mu halimiz harap. Şimdi ben ANAP'a oy verirsem aynaya nasıl bakanm." Rafet Tosun, Tekirdağh 20 yıllık bir kuçuk esnaf. Kentin Aydoğdu mahallesinde kasaplık yapıyor. Tosun 'un butun ekonomik ve politik değerlendirmeleri ete göre. tnsan hayatında etin rahatsız olduğu için Istanbul'a götürdiı. Goz arnelivatı için gereken 400 bin liray ı bulamadığı için toprağını sattı. Şimdi soğan ekecek yeri yok. Düşunün, bir muhtarın durumu böyle olursa, gerisi ne yapsın. 80100 dekar yeri olan küçük çiftçinin durumu perişan. Traktorü >ok, mazot zaten pahalı. işçilik yüdan yıla artıyor. Kredinin altından kalkamayınca icraja veriliyor. Geçenlerde icraya gittim, 8 bin dosya varmış. Ojsa 1982'de bin kadar dosya vardı icrada. Ben bizim koyden örnek vereyim. 50 hane nuşurken bızı sesızce dınle\en bir genç, "Abi ben de konuşunım ama adırru yazmazsan" diye söze giriyor. "Neden çekiniyorsun ki, adının yazılmasından" deyince, "Ben Salat'ta işciyim, kapının önüne koyarlar" diyor. Adının yazılmayacağı sözünu alınca anlatmaya başlıyor: "Abi, arkadaşı dinledim, çiftçinin durumu koiuymuş, ya biz ne yapalım. Elime 4050 bin lira aylık geçer. Kira mı vereyim, ev mi geçindirejim, eşya mı alayım. Yaşım 40'a geldi hâlâ evle çok onemh bir >en olduğunu, insanların artık et yemez olduklannı anlatıyor. "İyi olacak derken giın gün geri gidiyonız" diyor. Konuştuğumuz birçok Tekirdağh gibi o da dertli: "Ben 20 yıllık kasabım. 12 EyluTden önce etin kilosu 300 ttraydı. Gunde 4050 bin liralık satış yapar, 150 kilo et satardık. Bu yıl etin kilosu 1400 lira. 3540 bin liralık satış \apiyoruz giinde, bu da 30 kilo eti geçmiyor. Hayat pahalılığımn 5 yılda nereden nere> e geldiğini buradan hesaplavabilirsiniz." Adapazan'ndan Siftahı perşembe yaptını Sakarya'da ANAP'ın kuruçu üyelerinden biri anlatıyor: Özal bizim için daha iyi bir hayat vaat etti. tnandık. Şimdi bir seçim olsa... DENtZ SOM ADAPAZARI Maksat alışveriş değil, muhabbet olsun. Çocuk giyimi satan esnaf da bunun farkında ki, sabah siftahından vazgeçti, dertleşmeye başladı: "Inanır mısın, geçen yıl 6 bin liraya aldığım mata, bu yıl 8 bin 500 liraya ben aldım. Ama benden kimse almıyor. Milletin alım gücii kalmadı. Katma değer de fiyatları artünnca bizim işler otomatikman durdu. "85'in 9. ayından beri böyle durgun. Şimdilik hazırdan yiyoruz. Bu vaziyette giderse dukkân kapanacak." Dukkân, Adapazarı'nın en işlek pasajlanndan birinde. Dekorasyonu güzel. Vitrindeki mallann albenisi var. Hani şöyle, işi biraz daha büyütse, daha çok çeşit getirse, bankadan kredi alsa: "Bankadan kredi almak mı, Allah göstermesin. Bu faizlerle kredi alan kuçuk esnaf iflas etmeye mahkumdur." Bir yanda memleketi idare edenlerin söyledikleri, öte yanda vatandaşın söyledikleri. Arada bu kadar aykırıbk nasıl olur? En iyisi bir müşteri olarak değil, bir gazeteci olarak sohbet etmek: "Bu konuştuklanmızı yazacaksan, aman ismimden bahsetme. Çünku ben ANAP'ın Sakarya'daki kurucu uyelerindenim. MilletvekUlerini, beledive başkanını tanınm. Onlara karşı ayıp olur sonra. Aman isim yazma." llginç. Partisinin iktidarından yakınan bir vatandaş: "Biz oyumuzu ailece veririz. Babam horoza vermeye niyetlenmişti. Ama Özal, bizim için daha iyi bir bayal vaat etti, söylediklerine inandık. Ben de hasbelkader partinin ttyesi oldum. Seçim zamanı çok koşturduk, ANAP'a re> verilsin di>e. Bizim aile zamanında Demokrat Partiye vermiş, sonra Adalet'e. Ben ilk defa bu seçimde oy kullandım. Şimdi bir seçim olsun kesinlikle Ozal'a vennem. Bir tane esnaf arkadaşın vereceğini de sanmam. Bunu samimijetle so>lu>orum. Kandırdüar \ahu. milleti kandırdılar. Kim gelirse gelsin. ama bu adam gitsin. Dukkânı Ulusu zamanında açmıştım. Askeri hukümet zamanında durumumuz daha iyiydi. Şimdi bir seçim olsa, tercihim DYP'dir. Ama bu kadrosuyla DYP'ye de rey vermek istemem. Yok, Özal'a hayatta vermem. Akıllı başlı bir insanın Özal'a rey vermesi duşUnüiemez. 1 yıldır çektiğimi ben bilirim. Bir senedir gitmek mi zor, kalmak mı zor, çabalıyorum. Geçinmekten vazgeçtim, mahçup olmayalım diyorum." Çaylar geldi, sohbet koyulaştı: "ANAP kurulurken geldiler, partiye kaydettiler. Ama partinin yerini bilmem. Ben esasen Halk Partiliyim. O zamanki durumda rey verilecek parti >oktu. Reyimizi vermiş olmak için verdik. Şimdi SHP mi DSP mi, karanmı vermedim, ama Özal'a ister iyi olsun, ister kötü olsun herhalde rey verecek değilim. Biliyorum, seçime bir sene kala parayı serbest bırakacak, ama bu mulet de enayi değil herhalde." Sohbet koyulaşınca sormaya gerek kalmadı: "Nihat Akpak'ın babasının dükkânına Maliyeciler gitmiş. Sayım yapmışlar. Belediye Baskanı da Defierdara gitmiş. Ne yapıyorsunuz yahu, demiş, o bizim milletvekilinin babası, demiş. tyi valla, sanki biz Nibat'ın babası rahat etsin diye rey verdik." Bir an sessizlik oldu. Sessızliği yaslı esnafın aldığı derin nefes ve ardından, "Bugün günlerden ne?" diye başlayan sözleri bozdu, "Cuma mı? Perşembe akşamı dukkânı kapatırken muşteri geldi, bir gomlekie bir kazak aldı. Siftahı perşembe akşamı yaplım. Bir hafta boyunca parasız kepenk indtrdim." Pasajda, aramızda konuşuyonız ne olacak halimiz diye, ne olacağını kestiremi>oruz. Ama diyoruz ki, belki seçim yapılacak seneye bakarsın Özal para verir millete, bu sıkıntılan unutturur. Fakat ben unutmam. Aman unutma adsmı yazmak yok, tamam mı?" Tamam. Yandaki dükkâna geçtik. Burası erkek giyimi satıyor. daha büyük bir dukkân. Istanbul'dan bir gazeteci gelmiş, esnafın söylediğini yazacak, ama isim yazmayacak: "Kimseden korkacak halim >ok. Şu memlekette 40 )ildır e>naflık yapryorum. Kışhk mal alamadım. Bir tane palto var mı? Gomlekle, kazakla idare ediyoruz. Bu dukkânı 6 yıl önce açtım. Sozlerini sürdüriiyor: "Amma acarsan başka ülkenin bayrağını, o zaman kimse gelmez ardından." Yine arkasına bakıyor. Cami bomboş, hayal kalabalıklar yok olmuş. Ekliyor: "Başka ülkelerin bayrağını açıp particilik yapmağa kalktılar. Olmaaz." Gazeteci olduğumu zinhar bilmiyor. Ahşık olduğu arkeoloji öğrencilerine, meraklı turistlere anlattığı öyküleri anlatıyor. Sonra beni sınava çekmeğe başlıyor. Tarihi camiye hiç uymayan yeşile boyanmış keresteden kabasaba minberi gösterip soruyor: "Bu ne biliyor musun?" "Minber" diyorum. "Ne yapılır orada?" "Cuma gunü hutbe okunur." Beğeni ile kafasını salhyor. Sözü artık camiden günümüze geürmeye çalışıyorum. Bu kez ben başlıyorum sorguya. Kaç yıldır bu caminin müezzini? Kaç çocuğu var? tki kızj vefat etmiş, oğlan da askerliğini bitirip yeni dönmüş, ona iş ararlarmış. Oğlan tstanbul'a gitmek istemiyormuş, malum ya hayat pahalı. "Ne kadar maaş alıyorsun?" diye soruyorum söz geçimden açılmışken. "45 bin" diyor ve hemen ekliyor: "Amma o kadarla kalmaz, yan ödemesiyle 50 bini geçer." Öyle bir eda ile söyluyor ki, sanki "250 bini geçer" der gibi, övünçle. "Nedir bu pahalıhk, nasıl geçinir insan?" diye yavaştan ağzını aramaya başlıyorum. Şöyle bir düşünüyor yanıt vermeden önce. Az biraz kuşKU ile süzüyor beni. Sonra çömeliyor halının üstüne. Sozlerini dikkatlice secerek konuşmaya başlıyor: "Pahalıhk var amma millette de para var. Turistler geliyor buraya, diyorlar ki sizin memleket varlık ülkesi. Her şey var, hem de ucuz diyorlar." Bu kez üsteliyorum: "Turist olur da dolar harcarsan ucuz. Sen maaşını dolarla mı alıyorsun?" Bu kez kararlı bir biçimde hemen savunuya geçiyor: "Pahalıhk filan var amma her çeşit mal da bulunuyor. 1978'lerde, 1979'larda böyle miydi? Bir küçücuk paket Sana >ağı bulamadım. Milletin evinde teneke teneke zeytin. Basmışlar >ağı. Amma yağ deyince veren yok. 50 liralık >agı ah>orduk karaborsadan 100 lira>a. O zaman ucuz mu oluyor? Daha da pahalı oluyor. Mazot kuyrukları taa bu camiye kadar geli>ordu. Çekiyordu tankeri adam 5 kilometre öteye, el altından satıyordu yuksek fiyalla. Ne paralar kazandılar o donemde ne paralar. Şimdi öyie mi ya, git istediğin kadar al." Yeşil Cami müezzini Muzaffet Yıldınm, 1980 öncesini kötuluyor kendınce usullerle: "lnsanlanmız birbirine düşman olmuştu, İslarnda aynlık düşmanlık >oktur. O zaman gençler geldi de bu caminin avlusuna işediler..." "Nasıl yaparlar, siz tanımıyor musunuz kim bu gençler, burası küçuk bir yer herkes birbirini bilir?" "Yok canım buralı değil, ne bileyim işte kövlerden, Bursa'dan gelmişlerdir." "Hangı gençlerdi bunlar solcular mıydı?" "Tabii solculardı ya kim olacaktı?" "Hani bir de ülkücü gençler vardı ya ordar mı diye sordum?" "Yok canım onlar yapar mı? Onlar değil, solcular tabii...' "Şimdi de böyle şeyler oluyor mu?" "Olur mu, yok artık. İşte her' kesi birleşüriyor artık. Birbirine düşmanlık kalkıyor. Herkesi bir araya getiriyor. Müslümanlık budur işte, herkesi bir araya getirmek, birleştirmek." ANAP usulu dört gorüşu biraraya getirmeyi böyle ifade ediyor Yeşil Cami'nin müezzini. Konuşmamız surüyor. Derken elime bir kibrit tutuşturuyor. Minareye çıkıyorum. Minareye hoparlörler bağlanmış, yukarda bir de mikrofon duruyor. Aşağı inince soruyorum: "5 vakit ezan için her seferinde bu 70 dik basamağı tırmanıyor musun? Aşağıda okunsa olmaz mı nasılsa hoparlör var?" " Ah kızım, insanlar kötü. Hemen şikâyet ediyorlar. Şerefeye çıkmadan okudu diye. Tebligat geldi Ankara'dan, şerefeye çıkıp döne döne okunacak. Müfettiş gelip mikrofonun kablosuna bakıyor, minarenin etrafında dönecek kadar uzun mu diye." "tsa'nın Tanrı mı, yoksa insan mı olduğu" tartışmasının yapıldığı birinci Hıristiyan konsülünün toplandığı tarihi kent olan İznik'te eski Hıristiyan ve Müslüman eserleri iç içe yaşıyor. Aynen bugun İznik'in anacaddesi olan Kılıçaslan caddesinde takke ve mes satan dükkânların yanıbaşında Amerikan sigarası, Hollanda peyniri ve Japon saati satan mağazalar gibi. Akşam saatlerinde Kılıçaslan caddesinde gezerken bir kapının önünde erkekler toplanmış içerde tef, dümbelek ve kadmlar oynuyor, düğün var. iznik'in Belediye Başkanı ise SHP'li... 1SS1ZLIĞ1N TÜRKÜSÜ Isnzhk, KamanHaa Bektaş yolunda her kime rastkuhmsa, her kimfe konuştumsa, ıssızlığm, karın altında soluk alan toprağın, dumanlı dağlann türküsünü söyledL Yahuzhgın hasabadaki yüzü her kculehe sinmiş IŞIL ÖZGENTÜRK Kalın kazaklanmı, yün eldivenlerimi, atkılarımı, küçük el çantasına dolduruyomm. Az sonra yola çıkacağım. İstanbul'u lodos rüzgârlanna bırakıp İç Anadolu'nun hırçın bozkırlanna, Binboğa dağlannın eteklerine gideceğim. Hava raporlannı dinliyorum, yolum karh. Çevremdekiler beni caydırmaya çalışıyor, "Bu karda kışta hem de arabayla yola çıkılır mı, akıl kân mı?" Boşuna, insan hep akıl kârı işler yapacak değil ya, bu karda kışta biniyorum arabaya, bakahm yolumuz nereye dttşer, başımıza ne işler gelir? E5 yoluna çıktık. Arabada dört kişiyiz, iki Amerikalı, iki Türk. Amerikahlardan biri müzik profesörü, Onadoğu ve Islam ülkeleri müziği konusunda uzman, bu nedenden arabamızın bagajı silme makine. Mikrofonlar, ses kayıt aygıtlan.. Onun çizdiği yoldan ilerleyeceğiz, bu yol Türk halk mtiziğinin önemli duraklarına götürecek bizi, Hacı Bektaş, Keskin, Sarız, Pazarcık, Elbistan... Bu yol beni nelerle karşılaştıracak, hangi kapılan çalacağım, hangi hikâyeleri dinleyecegim bilmiyorum, şimdilik yoldayım. Sinsi bir yağmur yağıyor, yol iyice kaygan, yanımızdan yöremizden bizi sollayarak geçen arabalar Amerikahlann ödünü patlatıyor, "Crazy! Crazyî" sözünden geçilmiyor arabada. öylesine tedbirli gidiyonız ki, hız göstergesine bakmamaya karar verdim, ibre hep kırkı gösteriyor, bu gidişle nnı sanlanm bilmediğim sanatçılann çıplak ya da yarı çıplak resimleri, sigara dumanı ve hiç durmadan haykıran bir müzik. Masalar dolu. Erkek erkeğe içilen, eğlenilen bir yer burası. Masalara bakmamaya çalışıyorum, içkili erkek yüzlerinin bizden yana döndüğünü hissediyorum, ne kadar çabalasam masalardaki yüzleri görmemem olanaksız. Yalnız kasaba erkekleri, keyiflerinde iç paralayan bir şeyler var, yalnızhğın kasabadaki yüzü her masaya. her kadehe sinmiş. Bir masaya geçip otumyoruz. Çevreme bakıyorum. Floresans lambasmın çiy ışığında bütün yüzler uzuyor, uykusuz geceleri, düş kınkUklannı, zoraki eğlenmeyi anlatan çizgilerle doluyor. Hele genç olanlan hayat bit Kaman'da Şen Ocak diye bir restaurant... Dağ Oteli'nde kalıyoruz, Ben Türkiyeliyim, duruma uymaya alışığım, ama Amerikalı dostlanmız temiz yatak takımmda diretiyorlar. Ara sıra alakasız kişilerin getmesine alışık otel sahibi onlara temiz yatak takımı getiriyor, bize yok... miş gibi hiç durmadan içiyorlar, konuşmuyorlar artık, sanki konuşacak hiçbir şey yok. Içlerinden biri teypteki müziği kestiriyor, ardından kendi türkü söylemeye başlıyor, yemeklerimizi beklerken müzik profesörü heyecanlanıyor, içten, kendiliğinden söylenen, dağ başlarını, ıssız bozkırlan anımsatan bu türküyü kaydetmek istiyor, buna canım sıkılıyor, bu içtenliğin bir metaya dönüşmesine yüreğim elvermiyor, "olmaz" diyorum, "tnsanlan kudırmanm, eğlencelerini bozmanın gereği yok." Sessizce yemeğimizi yiyip Şen Ocak Restaurant'dan çıkıyoruz. DAĞ OTELtNDEKİ GECE Otelimizin adı Dağ Oteli. Tam karşısında karakol var. Arabayı park ederken polisler geliyor, sorgu sual. Otele giriyoruz sonunda, burası otelden çok bir yolgeçen hanına benziyor. Uzun karanhk koridorlarda yan yana yer yataklan, uyuyanların Üstüne basmamaya dikkat ederek lobi olarak kullanılan küçük odayı buluyoruz, odada iki genç adam sobanın başına oturmuş televizyon seyrediyor. Daha genç olanı bir süre sonra toparlanıyor, işe koyuluyor, otel onun, biz de müşteriyiz. Odaları, koridorun bir ucundaki pek de temiz olmayan tuvaleti gösteriyor. Tek kişilik oda olmadığından her birimiz dört yataklı odalarda kalacağız, bir ara yataklara bir göz atıyorum, görduklerim hiç deiçaçıcı değil, çantamdaki kazakları yastık niyetine kullanmayı düşününce yüreğim biraz ferahlıyor. Ben Türkiyeliyim, duruma uymaya alışığım, ama Amerikalı dostlanmız temiz yatak takımında diretiyorlar, neyse oteline ara sıra da olsa alakasız kişilerin gelmesine alışık olan otel sahibi onlara temiz yatak takımlan getiriyor, bize yok... MOTOStKLETLl İKİ İTALYAN KIZ Eşyalanmı odaya koyup televizyonun başına geçiyorum. Otel sahibi, arkadaşı bir de ben oturuyoruz. Hiçbırimizin televizyon seyrettiği yok, ama kapatılmıyor da. Otel sahibi sorguya çekiyor beni, bu arada geçenlerde motosikletli iki Italyan kızının oteline geldiğini ve pek memnun kaldıklannı söylüyor, yanmdaki arkadaşına "anlarsın ya" gibilerden göz \anımadan bizi sağlı sollu geçen arabalara bakan Amerikaiıiar "Crazy, crazy" diye bağrışıyorlar. Direksiyondaki Amerikalı profesör 40 km'yi geçmiyor. "Biraz hızlı gitsek" diyorum. Zaten emniyet kemerinı takmadığım için kızgm, hiç yanıt yermiyor... ilk durağımız Hacı Bekvaş'a bir hafta sonra varırız, diye geçiriyorum içimden. Biz Akdenizliler galiba biraz günlük yaşıyoruz, tedbir sıkıyor bizi, "tşte yol bomboş" diyorum, "biraz hızlansak", Amerikalı profesör zaten ben emniyet kemerini takmadığım için kızgın, yanıt vermemeyi yeğliyor. Kırkta gidiyoruz. Ankara hiç bu kadar uzak olmamıştı. Ondört saat sonra soğuk, yağmurlu bir akşam karşılıyor bizi Ankara'da. Oyalanmadan Hacı Bektaş'a gitmeye niyetliyiz, haritadan yolu ölçüyoruz, Üç saatlik bir yol, gece yarısı varırız, düşuyomz yola. Hava gittikçe soğuyor. BaJa'dan sonra dağlara urmanmaya başhyoruz, kar bastınyor, ardından inanılmaz yoğunlukta bir sis. Saatte kırk kilometre olan hızımız otuza indi. Bir metre ötesini görmek olanaksız. İlk kez ben de korkuyorum. Sis her şeyin boyutunu değiştiriyor, saat henüz sekîz ama sanki geceyarısında gibiyiz. Geceyarısı yoldayız, sis geçit vermiyor, çevremiz karla kaph. İnsanın hayal gücünü körukleyecek her şey fazlasıyla var. İki saat surüyor bu gerginlik, sis ansızın kalkıyor, sisin uzaklaşmasmı sevinç çığhklanyla karşılıyoruz, ama hiç birimizde hal kalmamış, en yakın köy ya da kasabada konaklamayı ve ertesi gün Hacı Bektaş'a gitmeyi planhyoruz, bu sisin az sonra bize bir oyun oynayıp oynamayacağmı bilmek olanaksız. Uzaktan sönük ışıklar görünüyor, çok geçmeden ışıklara vanyoruz, Kaman burası. Bir tç Anadolu kasabası. Burada geceyi geçireceğiz, arabayı kasabanın içlerine sürüyoruz. Merkez sandığımız bir yere park ediyoruz. Her yer karanhk, saate bakıyorum henüz on. Açık bir kahve, yemek yenecek bir ver arıyoruz, yok. Sonıp danısacak bir Allahın kulu anyoruz, yok. Ara sokaklara sapıyoruz, cıhz ışıkh bir kahve görünüyor, hemen kahveye doğru yürüyorum, kapı kapalı, içerde kimseler yok, Otel sahibi sorguya çekiyor beni, bu arada geçenlerde motorsikletli iki tlalyan kızının oteline geldiğini ve pek memnun kaldıklannı söylüyor, arkadaşına "anlarsın ya" gibilerden göz kırparak... kırparak. En iyisi bu göz kırpmayı görmezlikten, anlamazhktan gelip akıllı uslu odama çekılmek, bizim ekip çoktan uyudu. Bütün yorgunluğuma karşın bir türlu uyku tutmuyor beni. Adını, biçimini bildiğim bütün bocekler sanki az sonra hep birlikte üstüme yürüyecek, yastık sorununu yoluna koydum ama yatak çarşafı öylesine kirli ki. Üstelik otel sahibinin göz kırpmasını pek görmezlikten gelememişim, kapının anahtannı yokluyonım, iyi, kilitli. ölesiye yorgunum, uyumalıyım. Kapının usul usul vurulmasıyla sıçnyorum yerimden, "Kim o ? " diyorum ses yok, "Kim o ? " Telaşlı bir ayak sesi uzaklaşıyor. Ertesi gün uyanıp televizyonlu odaya geçtiğimde otelin genç sahibi çayla simit getiriyor bana, yüzüne dikkatle bakıyorum, kızarıyor, "Kusura bakma" diyor, "Boşver" diyorum, birden çöker gibi oturuyor kınk dökük sandalyeye "Burada hayat sıfır" diyor. "Burada ölüyor insan. Keşke başka yerlerde dogsaydım, başka diyariarda yaşasaydım." Söyleyecek ne sözüm var? "bana" diyorum, "Bir ıstanbu) telefonu bağlatabilir misin?" Hemen fırhyor yerinden aşağı kata iniyor, telefon orada, çıkarken televizyonun yamndaki teybi açıyor, Keskinli Mustafa'dan bir semah. Perdeyi kaldınp dışarı bakıyorum. Kar gözümü alıyor. Dalıp gidiyorum. Birileri beni çağınyor, lstanbul telefonum bağlanmış, telefonda "Kaman, diye bir yer var" diyorum, "Daglann arasında yitip gitmiş, böyle bir yer." Az sonra sıcacık bir mercimek çorbası için yola koyuluyoruz. Hacı Bektaş'a doğru. Kaman'da bir grup genç yemek yemek için Şen Ocak Restaurant'a gidebileceğimizi söyluyor. tçlerinden birisi "Oğlum kadm girer mi oraya?" diye çıkışmca, öteki "Boşver yahu" diyor. "Bunlar kadından sayılmaz, turist bunlar"... kapıyı itip açıyorum, çok yaşlı bir adam sandalyeleri ters çeviriyor, beni görünce şaşınyor, ona uzun yoldan geldiğimizi, bir çayı ya da kahvesi olup olmadığını soruyorum. Benim Turkçe konuşmamı yadırgıyor besbelli, arkamdaki Amerikalılara bakıyor, bir süre ayıp olup olmayacağını düşünüyor, "Ocagı kulledik be kızım" diyor. "Burada dokuzda kapaünz biz", "Peki" diyorum, "Hiçbir yer bulamaz mıyız, bir lokanta filan?" O sırada yedi sekiz çok genç insan yanımıza yaklaşıyor, "Bir tek yer var" diyor biri, "Az ötede Şen Ocak Restaurant, bir o acıktır." Yaslı adama iyi geceler dileyip açık olan tek yere doğru yürüyoruz. Bize yol gösteren gençler aralannda tartışıyorlar, biri kızgın söyleniyor, "Oğlum orası söylenir mi, kadm girer mi oraya?" öbüru "Boşver yahu" diyor. "Bunlar kadından sayılmaz, turist bunlar." Şen Ocak Restaurant'ı bulduk sonunda, kapısını açtık, bize yol gösteren gençler birden kayboldular, kapıyı açar açmaz idrar ve ucuz yağ kokusu karşıladı bizi, taş bir merdivenden usul usul çıktık yukan ve Şen Ocak Restaurant'a girdik. Acı yeşil boyalı duvarlar, duvarlarda adla Yarın: HACI BEKTAŞ BtR BAŞKA K t L T t R
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear