Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
7 2 MART 2020 KİTLELERİN TALEBİ EŞİTSİZLİĞİ, ADALETSİZLİĞİ YARATAN ESKİ SİYASİEKONOMİK SİSTEME AİT TÜM YAPILARIN PARÇALANMASI ‘Arap Baharı’nın artçı şokları HICHAM ALOUI (*) Baş tarafı 1. sayfada B u genel hoşnutsuzluk halini besle yen üçüncü yapısal neden ise yönetim şeklinde iyi yönde ilerleme olmaması. Demokratik siyasetin ve pratiğin (Tunus dışında) eksikliği, nüfusun gittikçe daha da fazla marjinalleşmesine sebep oldu. Vatandaşların çoğu, yolsuzluğun kronikleşmiş olduğunu, iş bulma veya kamu hizmetlerinden yararlanmanın, belli bir ilişki ağına mensup olmaktan geçtiğini ve liyakatin yok sayıldığını düşünüyor. Bu sosyal ve siyasal yapı, aynı kalmayı sürdürdüğü müddetçe yeni eğilimleri de beraberinde getiriyor. İlk olarak, ayaklanmanın öznesi olan kitleler, özellikle askeri ve güvenlik kurumlarının hâkim olduğu alanlardan el çekmemesi ve siyasi oyuna yeni kurallar getirilmemesi durumunda, yöneticileri devirmenin rejim değişikliği anlamına gelmediğini fark etti. Bu nedenle protestocuların, acilen seçim düzenlenmesi gibi bir talepleri yok. Cezayir’de ve Sudan’daki aktivistler, 2011 Mısır devrimindeki (3) hataları tekrarlamaktan kaçınıyor ve otoriter sistemin tüm bileşenlerinin yok edilmesini istiyor. Buna ek olarak protestocular, bilgi teknolojilerinin avantaj ve dezavantajları konusunda daha da bilinçlenmiş durumda. Sosyal medya, geçmişte sansürü aşmak ve devlet baskısından kurtulmaya yarıyordu. Bugün ise aynı zamanda devlet karşısında, yöneticilerin ve kurumların meşruiyetini sorgulayan paylaşımların yanı sıra sanat ve mizah yoluyla da mücadele eden, elbette sanal ancak kalıcı bir siyasi duruş sergilemeye yarıyor. Muhaliflere baskı... Bu tip bir muhalefet, özellikle protestocuların meydanları da ihmal etmediği Cezayir ve Lübnan’da görülüyor, ama aynı zamanda Batı tarafından daha sakin olarak algılanan ülkeleri, örneğin Fas ve Ürdün’ü de etkiliyor. Arap dünyasında sosyal medya, bir kaçış aracı olma statüsünden devletle toplumun bir kesimi arasındaki çatışmanın sahasına dönüştü. Bunun protestocular açısından en büyük dezavantajı ise iktidarların da artık interneti, propagandasını yaymak, en aktif olan muhalifleri saptamak ve daha sonra da bastırmak için kullanıyor olması. Halk hareketlerindeki yeni eğilimlerin sonuncusu ise büyük ideolojilerden uzaklaşılmış olması. Halihazırda “Arap Baharı”, diğer toplumsal hareketlerden, panarabizm, İslamcılık, sosyalizm ve milliyetçilik gibi büyük ideolojilerin yarattığı hayal kırıklığıyla ayırt ediliyor. Kitle hareketleri artık ütopik vaatlerden etkilenmiyor, bunun yerine daha iyi yönetilme amacı taşıyan günlük mücadeleleri tercih ediyor. 20112012 depreminin artçı şoku ise kitlelerin demokrasiye olan inancına son noktayı koyarak bu eğilimi daha da pekiştirdi. Muhalefet güçlerinin öncelikli talebi, eşitsizliği ve adaletsizliği yaratan bu eski siyasiekonomik sisteme ait tüm yapıların parçalanması. Öte yandan, eski düzene karşı radikal eleştirilerin aynı zamanda patriarkal (ataerkil) yapıyı da hedef aldığını düşünen kadınlar da bu halk hareketlerinde önemli bir rol oynamakta. Otoriter rejimler de son on yılda yaşananlardan ders çıkardı. Tunus’un eski Cumhurbaşkanı Zeynel Abidin bin Ali ve Yemenli mevkidaşı Ali Abdullah Salih’in kaderleri, onlara, görece demokratik talepler karşısında oyalama taktikleri uygulamanın tehlikeli olduğunu gösterdi. Halk hareketlerinin öfkesi sisteme yöneldiğinde iktidarların kazanma stratejisi artık, muhalefete tolerans göstererek bu iyi niyet vaadinin kendilerine zaman kazandırmasını ummak değil. Onlar için artık rasyonel olan, aksine halk hareketlerini bastırmayı devam ettirmek. Suudi Arabistanlı muhaliflerin sürgündeki akıbetleri, tehdit teşkil eden herhangi bir unsuru bertaraf etmek için başvurulan radikal yöntemlerin en büyük örneği. Ve bu uygulanan şiddet, bugüne dek hiç olmadığı kadar silik bir tepkiyle karşılandı: Rejimlere, cezasız kalacakları teminatı verildi. “Uluslararası toplum”, insan hakları ihlallerini kınayabilir ancak günün sonunda dış güçler, Arap devletlerinin demokratik muhalefetle başa çıkma yönteminden çok da rahatsız değil. Batı’nın kıymetli müttefiklerinden Mareşal ve Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah Sisi rejimi, ne seçilmiş hükümeti devirmekten ve 2013 yılında Kahire’deki Rabia Meydanı’nda yüzlerce insanı katletmekten (4), ne de eski Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin Haziran 2019’da duruşma sırasında şüpheli koşullarda ölümünden hesap vermek zorunda kaldı. Suudi gazeteci Cemal Kaşıkçı’nın, 2 Ekim 2018’de ülkesinin İstanbul’da bulunan konsolosluğunun içinde öldürülmesi (5) de Riyad ve dünyanın geri kalanı arasındaki ilişkileri bozmadı. Suriye’deki iç savaşta yaşanan katliamlara rağmen Beşşar Esad hâlâ ülkeyi idare ediyor. Ocak 2011’de, dönemin Fransa Dışişleri Bakanı Michèle AlliotMarie’nin Tunus’ta Bin Ali rejimine yardım etme teklifi bir skandala neden olmuştu; ancak bugün, Libya’da Birleşmiş Milletler’in arabuluculuğunu desteklerken Halife Hafter’e bağlı birlikleri silahlandırması neredeyse gündem bile olmuyor. Sudan, “Arap Baharı”nın artçı şokları açısından özel bir durum teşkil ediyor. Karışıklık halindeki diğer devletlerin aksine, Sudan’daki barışçıl müzakerelerin, demokrasinin yolunu açma ihtimali bulunuyor. Seferberlikler, muhalefet liderlerinin kamuoyunun nabzını tutması için önemli fırsatlar oluştururken iktidardaki “babalar”ınsa uluslararası sponsoru bulunmuyor. Ama bu durum bir istisna olmayı sürdürüyor. Sudan, diğer Arap devletlerinden, sivil toplumdaki canlılığı, aktif mesleki örgütlerin varlığı ve militanların askeri yöneticileri müzakere masasına götürme istekleriyle ayrılıyor. Zira bu coğrafyada sendikalar, sivil toplum örgütleri gibi kurumlar onlarca yıldır siyasi oyuna dahil olmakta isteksizdi. Bunun tam aksine Irak, Lübnan ve Cezayir’de “Arap Baharı”nın mevcut artçı şokları, eski siyasi elitleri tamamen ortadan kaldırma arzusu ve derin bir “degajizm”le (eskinin tasfiyesini savunma) şekilleniyor. Ama bu radikal talebe, rejimle başa çıkmaya yarayacak hiçbir politik yapı eşlik etmiyor: Protestocular, yönetici sınıfla en ufak bir temasın güvenilirlik yitimine sebep olacağı korkusuyla siyasi arenadan uzak kalıyor. Seferberlikler, ayrıca bir lider ya da sözcü oluşumunu engelleyen yatay örgütlenmeyle şekilleniyor. Bu durum başlarda yöneticilerin ayaklanmayı kolayca bastıramaması açısından bir avantaj yaratsa da protestolardaki lider eksikliği artık krizden çıkış ihtimalini tehlikeye atıyor. “Degajizm”, bazen çıkmazlara yol açıyor. ‘Mezhep’ kartı artık eskisi gibi sahada tutmuyor... Öte yandan birçok ülkede eylemciler, iktidara baskı yapmak için gerekli ekonomik araçlardan yoksun. Cezayir ve Irak rejimlerinde ekonomi, coğrafi ve sosyolojik olarak toplumdan uzak endüstriyel alanlarda işletilen hidrokarbon ihracatına bağımlı. 2019 Cezayir protestolarını ifade eden ismiyle “hirak” (toplumsal hareketler), bahsi geçen ülkelerde rejimin ekonomisini bu nedenle kalbinden vuramıyor. Otoriter rejimler ve muhaliflerin “Arap Baharı”ndan çıkardığı derslere ek olarak, bölgedeki mezhepsel ve jeopolitik durum da çok değişti. İktidarlar ve halk kitleleri arasındaki mevcut çatışmalar artık, özellikle Körfez’in bazı monarşilerinin temsil ettiği karşıdevrimci “Sünnicilik”le İran cephesi arasındaki rekabetin bir parçası değil. 20112012’deki muhalif momentuma set çekmek isteyen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirliği (BAE) öncülüğündeki karşıdevrimci blok, toplumda ayrışma yaratma, demokratik muhalefet ve İran cephesine nifak tohumları sokma umuduyla mezhep çatışmalarını bilinçli olarak kızıştırdı. Tahran ve ona bağımlı olanlar da (Lübnan Hizbullah’ı, Esad rejimi, Yemen’deki Husiler ve Iraklı milisler) bu çatlağın derinleşmesine büyük ölçüde katkıda bulundu: Riyad ve Abu Dabi tarafından körüklenen Sünni şovenizm, çeşitli ulusal çatışmaları tetikleyen ve Şii cephe saflarındaki aktörlere desteği meşrulaştıran, kullanışlı bir geri püskürtme aracıydı. Ancak bu bölgesel stratejiler halihazırda çökmüş durumda. İran’da mezhepsel söylemler, genç militanlar için çekiciliğini yi tirdi. Lübnan ve Irak’ta ise hâkim olan “degajizm” anlayışı hiçbir mezhebi kayırmıyor. Irak’ta Şii protestocular, İran’ın diplomatik misyonlarına saldırmaktan çekinmiyor (6). Tahran da elindeki kartları birer birer yitiriyor. İran artık, hem ülke içinde (teokratik rejime karşı aralıklarla tekrar eden protestolar) hem de sınır ötesindeki nüfuz alanlarında çifte meydan okumayla karşı karşıya. Suudi ArabistanBAE blokunun karşıdevrimci kampanyası da başarısız oldu. Bazı Arap liderlere tahsis edilen açık çekler, rejimlerinde istikrar sağlamaya yetmedi. Körfez ülkelerinin yardımlarına rağmen Mısır’daki Sisi yönetimi, otoriterliği, hızlı ekonomik gelişme ve siyasi istikrarı bir potada eriten güçlü bir rejim modeli inşa edemedi. Aksine ordunun, ekonominin tüm sektörlerine sirayet ederek yağmacı bir güce dönüştüğü Mısır, hiçbir Arap ülkesinin uygulamak istemeyeceği bir antimodel haline geldi. Sünni koalisyonun başarısızlığı, Suudi nüfuzunun sınırlarını ortaya çıkarması açısından da aydınlatıcı. Bunun son örneği, birçok Arap devletinin, İsrailFilistin çatışmasına son verme amacıyla ABD Başkanı Donald Trump tarafından ortaya atılan “Yüzyılın Anlaşması”na karşı düşmanca tutumuyla gün yüzüne çıktı. Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın (MbS) çabaları, İsrail sağının hayallerini gerçekleştiren planı zorla kabul ettirmede başarılı olamadı. Suudi Arabistan’ın bir diğer başarısızlığı ise Yemen. Vekâlet savaşının insani boyutta trajik sonuçlara yol açarak adeta bir bataklığa dönüştürdüğü Yemen, bugüne dek Riyad’ın hiçbir stratejik zaferine sahne olmadı. Aksine krallığın ülke içindeki askeri zayıflıklarını ve sınır ötesinde askeri gücünü sergilemedeki eksikliklerini ortaya çıkardı. Son olarak, ülke içinde hidrokarbon ihracatına olan bağımlılığı azaltarak ekonomiyi çeşitlendirmeyi amaçlayan milli hedef de başarıya ulaşmaktan çok uzakta. Kamu petrol şirketi Aramco’nun geçen yıl sonunda Riyad Borsası’na girmesi, uluslararası yatırımcılarda beklenen coşkuyu yaratmadı. Bu operasyon muhtemelen, “Ritz Carlton skandalı” olarak anılan, Kasım 2017’de birçok prens ve iş insanının Riyad’daki bu büyük otelde alıkonulması, daha sonra ise Suudi hazinesine önemli katkılar karşılığında serbest bırakılması (7) olayının da perde arkasını oluşturuyor. Aralık ayında Aramco hisselerinin açılış fiyatı konusunda tereddüt eden birçok Suudi yatırımcı, kendi işletmelerinin varlıklarını riske atma pahasına grubun senetlerini satın almaya zorlandı, bu satışı finanse etmeye mecbur edildi. Aramco’nun devasa tanıtımlarla ilan edilen halka arzı, bir özelleştirme açılımını ya da ekonominin çeşitlenmiş olduğunu değil, aksine daha çok, monarşinin ekonomi üzerindeki kontrolünü artırdığını gösteriyor. ABD’nin stratejik değişimi Karşıdevrimci Sünni cephe, aynı zamanda ABD’nin jeopolitik stratejisinde meydana gelen derin değişiklikleri de hesaba katmak zorunda. Bir süper güç olarak Washington, Arap dünyasını artık olmazsa olmazlardan saymıyor. ABD ekonomisi, dünyanın diğer büyük pazarlarında olduğu gibi, yeni tedarik kaynakları sayesinde Ortadoğu petrolünün üretimindeki aksamalara daya nabiliyor. Ayrıca IŞİD ya da İran gibi düşmanlar, bir zamanlar El Kaide’nin yarattığı gibi varoluşsal tehdit yaratmıyor. Buna ek olarak Ortadoğu’da sürekli tekrarlanan çatışmalardan bıkan kamuoyu, İran’ın İsrail’e saldırdığı durumlar haricinde ABD’nin bölgeye müdahale etmesine karşı çıkıyor. Açık ki Trump yönetimi, Körfez ülkelerini İran’a karşı koruyucu rolünü fiilen terk etti. İranlı General Kasım Süleymani’nin ocak ayında öldürülmesinde Washington’ın motivasyonu daha çok, Irak’ta Bağdat’taki ABD Büyükelçiliği’nin güvenliğini de tehdit eden karışıklık karşısında sertliğini gösterme arzusuydu. Bu zamana kadar ABD, Körfez’de petrol gemilerinin Pasdaranlar (Devrim Muhafızları Ordusu) tarafından alıkonulması, bir Amerikan insansız hava aracının (İHA) imha edilmesi veya Suudi petrol rafinerisine yönelik saldırıda bile İran karşıtı askeri operasyonlara katılmayı reddetmişti. Aynı şekilde, Washington’ın Suriye’nin kuzeydoğusunda Kürt müttefiklerini yarı yolda bırakması ve Türkiye’nin bölgeye yönelik askeri müdahalesi karşısındaki pasifliği de bu stratejik değişimi kanıtlıyor. ABD dış politikada, ülkenin 7. Başkanı Andrew Jackson’ın uygulamalarına atfedilen, “Jacksoncu” bir aşamaya girdi. Dış müdahaleyi, sadece iç güvenliğini sağlama amaçlı, uzun vadeli taahhütlerden kaçınarak yapıyor. ABD hegemonyasının yoğunluğundaki bu azalma, Suudi Arabistan ve İran’ı da yeni anlayışları benimsemeye zorluyor. Riyad, artık ABD desteğinin koşulsuz olmadığını biliyor. Tahran, bölgesel nüfuzunun ve zarar verme kapasitesinin sınırlı olduğunu inkâr edemiyor, Suudi petrol rafinerilerine yönelik saldırısının, siyah altının fiyatı üzerinde çok az etkili olması da bunun bir göstergesi. Elbette, İsrail’in güvenlik sorunu etrafında bölgede bir çatışmanın alevlenmesi hâlâ mümkün. Ayrıca ABDİran arasındaki sınırlı çatışmalar da devam edebilir. Tüm bunlar bölgede istikrarsızlığı besleyecektir elbet, ancak Amerikan ve İranlı güçlerin açıkça savaştığı büyük bir çatışma boyutuna ulaşmayacaktır. Doğu Akdeniz’e yansıyan rekabet... 2010’lu yıllarda Ortadoğu’yu tanımlayan bölgesel kurallar, şimdi yeni bir mantığa göre yeniden düzenleniyor. Suudi Arabistan, bir kuşak boyunca dış politikada yaptığı en büyük hatasını, 2017 baharında Katar’a uygulamaya başladığı ambargosunu yavaş yavaş gözden geçiriyor. BAE ise Yemen’deki askeri yükümlülüklerinden kurtuluyor. Hem Riyad hem Abu Dabi, bölgesel tansiyonları dindirme umuduyla İran’la doğrudan ilişki kurma konusunda daha istekli. Ancak bu, Suudi Arabistan ve BAE’nin İsrail’le yakınlaşmadan vazgeçtikleri anlamına gelmiyor, bunun esas nedeni ise güvenlik. İsrail’in savunma, gözetim ve bilgi işlem teknolojileri, bu zorunlu evliliğin ağır basan etmenlerinden. Tel Aviv’in her nerede olursa olsun, İran ve müttefiklerinin çıkarının bulunduğu bir noktaya askeri saldırı düzenleme kapasitesi de bir başka faktör. Suudi Arabistan, bölgesel ortakları ve İran, Körfez’de ip cambazlığı stratejisinin sınırlarının ve aralarındaki gizli çatışmanın akıldışılığının farkına vardı. Bu aktörler birbirlerine artık başka bir yerde meydan okuyor, bölgesel rekabetler Doğu Akdeniz civarında açığa çıkıyor. Burada, iki yeni ittifak kuruldu. Bir tarafta, donanma varlıkları ve artan askeri işbirlikleri, açık denizlerdeki doğalgaz rezervlerinin kullanılması konusundaki ortak çıkarlarıyla açıklanan Mısır, İsrail, G. Kıbrıs ve Yunanistan bulunuyor. Bu blokun karşısında ise Katar, Türkiye ve Trablus merkezli Libya hükümeti var. Söz konusu yapılanmada Libya, iki blok arasındaki şiddetin vekâletle ifade edilebileceği son alan olarak öne çıkıyor. Bölünmüş, birçok aktörün de dahil olduğu iç savaşın kurbanı olan bu ülke, dış güçlerin açıkça taraflardan birini desteklediği ve yabancı paralı askerlerin, İHA’ların cephe hatlarında kol gezdiği bir anarşi sahası haline geldi. Libya birçok yönden, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da mevcut jeopolitik düşmanlıkların yeniden şekillenmesinin belki de esas kurbanı. Bu yeni yapılanmada Rusya, özel bir durumda. Suriye’de varlığını sürdüren, Libya’da aktif olan bu ülke karşıdevrimci dürtülerle hareket ediyor ancak bu, küresel bir stratejinin parçası değil. Moskova için bazı otoriter rejimler, belirli koşullarda kendi çıkarlarına hizmet eden diğer tüm ortakların da önüne geçiyor. Rusya’nın eylem yelpazesi, artık küçük üsler gerektiren ve genellikle müttefiklerinin çağrısı üzerine gerçekleştirilen düşük maliyetli ama bir o kadar da etkili askeri müdahaleleri içeriyor. Wagner güvenlik şirketi, Amerikan Blackwater’ın başaramadığını başardı, operasyonları Suriye’den Orta Afrika Cumhuriyeti’ne kadar uzanıyor. Moskova’nın bölgesel düzen konusunda uzun vadeli bir vizyonu yok, bunun yerine, mevcut çatışmalardan doğan jeopolitik çıkarları en az maliyetle cebe indirme fırsatını kolluyor. Yani Rus vizyonu, stratejik olmaktan daha çok taktiksel nitelikli. Statükoyla mücadele... Sudan dışında bütün protesto hareketleri tıkanmış durumda. Bu da şu soruyu gündeme getiriyor: Monarşiler siyasi istikrarın sağlanması açısından tek çözüm mü? Bu soru, 2010’lu yılların başında, Tunus Devlet Başkanı Bin Ali ve Mısırlı mevkidaşı Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından bir kez daha gündeme düşmüştü. Elbette monarşiler, toplumun tüm katmanlarını saran kültürel ve sosyal köklerinin kendilerine sağladığı dev meşruiyetten yararlanırlar. Ayrıca hızlı cevap verme özelliği ve siyasi bir kurum olarak partizan karışıklıkların üstesinden gelme esnekliği sayesinde, çatışmalara arabuluculuk etmeye, krizler sırasında ülkenin lideri olmaya daha elverişlidir. Siyasi yaşamın (Kuveyt hariç) bulunmadığı Körfez krallıkları ve emirliklerin aksine parlamento seçimlerinin yapıldığı Fas ve Ürdün, uzun süre Arap dünyasındaki monarşilerin savunuculuğunu körükleyen iki ülke oldu. Aktif bir krallıkla siyasi parti çeşitliliğini bir potada eritti, ki bu partilerin bazıları, monarşiye meydan okuyacak kadar ileri gitmeyen bir muhalefet ortaya koydu. Gelgelelim son yıllarda, bu ülkelerdeki yönetim şekli ulusal düzeyde giderek daha da fazla tartışmaya açıldı. Ve ne Rabat ne de Amman, bir zamanlar özellikle muhalefetin bir kısmını da içine katarak krizleri etkisiz hale getirmelerini sağlayan esneklik ve tepkisellik kapasitesine sahip olduklarını gösterebildi. Buna karşılık protestocular da geçmiş deneyimlerden kendi zararları pahasına bir ders çıkararak monarşiyi sorgulamanın geçilmeyecek bir sınır olduğunu öğrendi. Bu sınırı geçmekten kaçındıklarında ise monarşik rejimler eski muhafazakâr alışkanlıklarını, yeni durumlara adapte ederek sürdürebildi. Ekonomik bir metafor kullanacak olursak: Pazar üzerinde tekele sahip bir ürün değişime asla izin vermez, ancak rakip bir ürün ortaya çıkarsa hayatta kalmak için kendini geliştirmelidir. Bu doğrultuda protesto hareketleri de artık monarşilerin tartışılmaz kutsallıklarını bozarak kendilerine izin verilen sınırların dışarısına çıkmaya başladı. Cumhuriyetçi taleplerin ortaya çıkmasının koşulları nihayet oluştu. Statüko savunulamaz hale geldiğinde ise kraliyetlerin tek derdi, kalan meşruiyetlerini ve siyasi kaynaklarını cumhuriyetçi çözümü engellemek için nasıl kullanacağı olacak. * ABD, Harvard Üniversitesi’nde araştırmacı, “Sürgün Prensin Günlüğü” (Grasset Yayınları, Paris, 2014) kitabının yazarı Çeviri: Ezgi Kardeş (1) Dünya Bankası, https://data.worldbank.org (2) “Araplar dini partilere ve liderlere inancını yitiriyor”, Arap Barometresi, 5 Aralık 2019, www.arabbarometer.org (3) Alain Gresh, “Askerin gölgesinde Mısır devrimi”, Le Monde diplomatique, Ağustos 2013 (4) “Mısır: Güvenlik güçleri aşırı ölümcül güç kullandı”, İnsan Hakları İzleme Örgütü, New York, 19 Ağustos 2013 (5) Akram Belkaïd, “Riyad, Kaşıkçı olayı nedeniyle baskı altında”, 15 Ekim 2018, https:// blog.mondediplo.net (6) Feurat Alani, “Iraklılar İran nüfuzuna karşı”, Le Monde diplomatique, Ocak 2020 (7) Ibrahim Warde, “Washington ve Riyad’ın yalnız arkadaşlığı”, Le Monde diplomatique, Aralık 2017