Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Günler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Le Monde diplomatique Cumhuriyet Gazetesi’nin ücretsiz ekidir. 2 Mart 2020 Sayı: 2 ABD BAŞKANI DONALD Trump’ın planı ya da Filistin’de sömürgeci vizyon ısrarı ‘Ortadoğu’da barışa son vermek’ ALAIN GRESH* 2 8 Ocak’ta Beyaz Saray’da, yanı başındaki ABD Başkanı’nın sözlerini hayranlıkla dinleyen İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun yüz ifadesi memnuniyetini yansıtıyor. “Asrın anlaşması” (1) diye nitelediği planını nihayet açıklayan Donald Trump’ın karşısında dost bir seyirci kitlesi var: İncil’in, Musevilikteki kutsal yerlerin ve İsrail’in varlığında vücut bulan mucizenin dile getirilmesinden ortak bir mistik coşku duyan ultra milliyetçi ve/ veya dindar Yahudiler ile kendinden geçmiş Evanjelist Hıristiyanlar. İki ülke arasındaki birlik o denli güçlü ki Başkan Trump, planın mimarlarından biri olan David Friedman’a “büyükelçiniz” diye hitap ederek teşekkür ettiğinde, onu Kudüs’teki Amerikan büyükelçisi olarak mı yoksa Washington’daki İsrail büyükelçisi olarak mı nitelediğini pek anlamıyoruz. Bu tören sırasında Filistinlilerden çokça söz ediliyor. Ne de olsa tüm bunlar onların ve topraklarının geleceğiyle de ilgili. Oysaki orada hiçbir temsilcileri bulunmadığı gibi, bu plan da zaten onlar olmadan kotarıldı. Filistinlilerin arzularını görmezden gelen ya da hor gören İsrailliler ve koyu Siyonist Amerikalılar tarafından kaleme alındı. Zaten, Batı Şeria’nın üçte birinin İsrail’e verilmesi de bu bakış açısını doğrular nitelikte. Bu tarz büyük ayinler bizi bir asır öncesine; ilgili halkların hiçbir söz hakkı olmaksızın, takım elbiseli ve şapkalı diplomatların Yakındoğu’yu emrivakiyle parçalara ayırdığı zamana götürüyor. Tam da benzer bir şekilde 2 Kasım 1917’de Britanya İmparatorluğu’nun Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, Filistin’in kaderini tayin ediyor ve “Majestelerinin Hükümeti, Filistin’de Museviler için bir milli yurt kurulmasını uygun karşılamaktadır” diye duyuran bir mektuba imza atıyordu. Siyonist harekete verilmiş bu sözün çok daha az alıntılanan ikinci bölümünde ise “Filistin’deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve dini haklarına (...) zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır” diye belirtilmekteydi. Bu koşula rağmen nüfusun yüzde 90’ı siyasi ve ulusal haklarından mahrum durumda. Dün olduğu gibi bugün de fikirleri sorulmadı, dün olduğu gibi bugün de ulusal kimlikleri tanınmıyor. Bu vizyonun bir adı var: Sömürgecilik. Çelişkili bahane... 1917’de kuralları belirleyen bu vizyondu. Britanya ve Fransız imparatorlukları kendilerini ölümsüz görmekte, Asya ve Afrika’nın “alt sınıf” halklarının kaderini tayin etme hakkına koşulsuz sahip olduklarını düşünmekteydiler. Bir yüzyıl sonra sömürgeci sistem yıkıldı ve bu yalnızca, Jules Ferry’nin sahiplendiği “medeniyet ödevi”ne ya da Rudyard Kipling’in mısralarıyla yücelttiği “be yaz adamın yükü”ne nostalji duyan kişilerin üzüntü kaynağı oldu. Halbuki 28 Ocak’ta Trump tarafından sunulan “vizyon”un her bir paragrafından aynı bakış açısı fışkırıyor. ABD Başkanı’nın sömürgeci dönemde yaşamadığımızın farkında olması ya da Filistinlilerin kendi devletlerine sahip olma haklarını içeren bir vizyon sunduğu için kendi pozisyonunun dengeli olduğunu düşünmesi bu durumu değiştirmiyor. Kaldı ki buradaki hiçbir şey yeni değil: George W. Bush, bu hakkı 25 Haziran 2002’de tanıdı (2), Netanyahu ise bu düşünceyi 19 Haziran 2009’da yaptığı bir konuşmada kabul etti (3). Hatta Trump tarafından da tekrar edilen şekilde bu hakkın sınırlarını çizdi: Yüzölçümü ve sınırları ne olursa olsun (haritaya bkz.) gelecekteki Filistin Devleti, başta egemenlik olmak üzere bir devletin sahip olduğu hiçbir niteliğe sahip olmayacaktır. Metni kaleme alanlar, kendilerini haklı göstermek adına istemsiz bir mizah ile “Egemenlik zaman içinde evrilmiş değişken (amorphous) bir kavramdır. Karşılıklı bağımlılığın giderek artması ile her ulus başka uluslarla ilişkiye girmekte ve her biri kendi için önemli olan parametreleri belirlemek üzere anlaşmalar yapmaktadır” diye açıklıyor. Yalnızca kendi ulusal çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini söyleyen iki devletten geldiği düşünülürse epey çelişkili bir bahane! Devamı 3. sayfada KORKU DUVARI AŞILDIĞINDA HALK HAREKETLERİNİN GÜCÜ ORTAYA ÇIKIYOR ‘Arap Baharı’nın artçı şokları HICHAM ALOUI * Deprembilimciler şu olguyu gayet iyi bi lir: Artçı şoklar genellikle ana depremden çok daha fazla zarar meydana getirir. 20112012 yılları arasında yaşanan “Arap Baharı”, korku duvarları aşıldığında halk hareketlerinin nasıl bir güce ulaşacağını göstererek bölgede hüküm süren otoriter sistemde derin çatlaklar bıraktı. Bu hareketin en büyük artçı şoku ise 2019’da birçok ülkede kurulu düzeni sarsan protesto dalgası oldu. Cezayir, Mısır, Irak, Ürdün, Lübnan ve Sudan’da yakın zamanda yaşanan kıpırdanmalar, “Arap Baharı”nı daha da ileriye götürmüş gibi görünüyor. Bugününden ve geleceğinden endişeli, her daim ekonomik ve sosyal eşitsizliklerle karşı karşıya kalmış toplumların kolay ko lay teslim olmayacağını bir kez daha kanıtlıyor. Ama elbette, karşılarında bulunan despot rejimler iktidarlarını korumakta kararlı, hayatta kalmanın yollarını bir şekilde bulmaya çalışıyorlar. Genç nüfus... Zayıf ekonomi... 20112012 ayaklanmalarından bu yana, isyana sebep olan yapısal veriler değişmedi ve artçı şokları körükleyen de bu. Bu verilerin ilki, gençlik. Arap coğrafyasının üçte biri 15 yaşının altında, diğer üçte birlik kısmı ise 1529 arasında. Son 10 yılda Arap dünyası, en genç, en eğitimli ve demografik açıdan en önemli olan neslinin yetişkin hale gelmesine tanıklık etti. Bu yaş grubunun önemli ayırt edici özelliği ise sosyal medyaya ve çevrimiçi teknolojilere hâkim olmasıydı. İkinci sabit veri ise ekonomi. Bölgenin ekonomik gelişim seyri uzun zamandır hastalıklı. İşsizlik ve yoksulluk oranları, Körfez’in zengin monarşileri hariç neredeyse tüm devletlerde daha da kötüleşmiş durumda. Dünya Bankası’na göre Arap gençlerinin yüzde 27’si işsiz, bu da dünyanın diğer tüm bölgelerinden yüksek bir oran (1). Büyük oranda ekonomik gerekçelere dayanan göç etme arzusu, bugüne kadarki en yüksek seviyede. Araştırma kuruluşu Arap Barometresi’nin (2) 2018’de yayımladığı bir rapora göre Cezayir, Irak, Ürdün, Fas, Sudan ve Tunus’ta görüşleri alınan insanların en az yüzde 35’i, ülkeyi terk etmek istiyor. Fas’ta 1829 yaşları arasında olan gençlerin yüzde 70’i, başka bir ülkeye yerleşme hayali kuruyor. Yozlaşmış hükümetlerse bu kanayan yarayı durdurmak için fazla bir şey yapmazken kötü ekonomik gidişata karşı ses çıkarma potansiyeli olan memnuniyetsiz gençleri ise görmezden geliyor. Devamı 7. sayfada GEÇ GELEN BREXIT KARARI Amerikan usulü karnından konuşmak Serge HalImI İ ngilizlerin Avru pa Birliği’nden (AB) ayrılma kararı çok geç alındı. 18. yüzyılın sanayi devriminden bu yana serbest ticareti temsil eden, Winston Churchill’in AngloAmerikan “özel ilişkisi” söyleminden beri Washington’la uyum sağlayan, İngiliz ekonomisinin ve politikasının Londra şehri tarafından yönetilmesinden öteye finansallaşan ve Margaret Thatcher’dan beri açıkça neoliberalizmi savunan bir devletin AB’den ayrılma kararı, birlik için mükemmel bir haber olabilirdi. Bağımsız mı... Ancak AB’nin bir hapishane olmadığını hatırlatalım. Bazı devletler hâlâ girebildiğinden, bir diğerleri de günün birinde çıkabilmelidir. İngiliz politikacılar en azından bu açıdan uzun süre oyalandıktan sonra halklarının kararına saygı duydular. Günümüzde bu tür bir demokrasi dersinin önemi yadsınamaz. Bununla birlikte, Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılmasının birliği ve özellikle de Almanya’yı liberal ve Atlantikçi çekimden kurtaracağını umut edenler hayal kırıklığına uğrayabilir. General de Gaulle’ün 1963’te korktuğu “Amerikan kontrolü ve liderliği altındaki devasa Atlantik topluluğu”, Eski Kıta’ya kendi yasasını dikte etmek için artık İngilizlere ihtiyaç duymuyor. Birlik, özellikle 2004 yılından itibaren çoğunluğu Washington’ın isteği üzerine Irak’a asker gönderen bir düzine devleti üyeliğe kabul etti. Bu yeni üyelerin bazıları hâlâ İngilizce dışında ve tercihen ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından yazılan sözcüklerle başka bir dilde iki kelimeyi konuşamıyor. Abartı mı? Avrupalıların 28 Ocak’ta Beyaz Saray’a sunulan İsrailFilistin “barış planı”na verdikleri tepkiye bakılırsa, pek sayılmaz. Washington, uluslararası hukuku ihlal eden teklif önerilerinden hemen sonra İsrail’in Kudüs ve Ürdün Vadisi’ni ilhak etmesi, Batı Şeria’nın kolonizasyonu müttefiklerinin coşkuyla tekrar edeceği bir basın açıklamasının unsurlarını hazırladı: “Başkan Trump’a bu çok eski çatışmayı ilerletme çabaları için teşekkür ediyoruz”; “Ciddi, gerçekçi ve iyi niyetli bir teklif”; “Bu vizyon sayesinde bu çatışmanın bir çözüm bulabileceğini umuyoruz.” Oysa, ABD’nin bu “önerilerini” planın açıklanmasından sonra Batılı yöneticilerin tepkileriyle karşılaştıran Le Figaro, “hâlâ ihtiyaç varsa Washington’ın müttefikleri üzerindeki etkisini (1) vurgulayan dilde birçok benzerlik olduğunu” fark etti. İngiltere her zamanki gibi en uysal olanlardan biri gözüktü. Ancak, AB üyesi bazı devletler, Beyaz Saray’ın papağanlığı rolünü üstlenmek için İngiltere ile yarıştı. Ve Paris’in tepkisi şaşırttı. Fransa açıkça “Başkan Trump’a teşekkür etmedi” ama... “Başkan Trump’ın çabalarını memnuniyetle karşıladı”! AB bağımsızlığının, Londra ile veya Londra olmadan, kesinlikle gerçekleşmeyeceği sonucuna varmalı mıyız? Çeviri: Diane Dilek Cat (1) Referans makalesi: Geor ges Malbrunot, “ABD uluslararası topluluktan İsrailFilistin planını desteklemesini nasıl istedi?”, Le Figaro, Paris, 1 Şubat 2020.