16 Mayıs 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

5 EYLÜL 2009 CUMARTESİ 7 İyi ki hayatımda Bir ‘Deli Kız’ın hikâyesi Amerikalı Linda Caldwell, 12 yıldır Türkiye’de yaşıyor. İlgi alanı ise Türk kültürü. Anadolu’da gezip gördüğü yerlerde öğrendiklerinden tasarımlar yapıyor. Bu ürünler Kapalıçarşı’da Deli Kız’ın yerinde satışta. Linda Caldwell, Türk kültürünün gönüllü temsilcilerinden. Kapalıçarşı’da “Deli Kız” olarak tanınan Caldwell, aslında bir Amerikalı. Ancak 1997’ten bu yana Türkiye’de yaşıyor. Büyük bir hayranlık besliyor Türkiye’ye. Ayrıca tüm Anadolu’yu da gezmiş. Artık gözlemleri, öğrendikleri, beslendiklerini tasarımlarına yansıtıyor. Türkiye’ye ilk defa 1973 yılında eşinin işi için gelen Caldwell’in o gün bugündür kalbi hep burada. Nedenini çok da bilmediğini dile getiriyor. Ancak burada çok rahat. “Sanki sonunda evime gelmiştim” diyor hatta hissettiklerini anlatırken. Sonra da 1997 yılında eşinin emekli olmasıyla beraber Türkiye’ye yerleşmeye karar vermişler. Bu daimi bir yerleşme. Yılda bir kez, o da aile ziyareti için, Amerikaya gidiyorlar. Kendisini hiç yabancı gibi hissetmemiş Caldwell. Genel anlamda kendini asıl bu ülkede rahat hissettiğini söylüyor: “Tabii ki bazen hata yapıyorum. Bazen kültür bana tuhaf geliyor. Ama zamanın yüzde 90’ında bir Türk gibi hissediyorum kendimi.” Caldwell’in ailesi değil de arkadaşları çok garipsemiş bu tercihi. Hatta deliliğine vurmuşlar. Ama yine de en sıkı ziyaretçileri yine de arkadaşları. Bu arada neden “Deli Kız” olduğunu da sormadan edemedik. Sezen Aksu’nun Deli Kızın Türküsü’nü hatırlattı bize: “Mükemmel bir isim. Tam da bana göre ve pazarlama için harika.” Memduh Ün’ün filmlerini anlattığı kitabı bir otobiyografi niteliğinde. Hem filmlerine ve yaşadıklarına bakabiliyorsunuz, hem de bir dönemin Yeşilçam’ı canlanıyor zihninizde. Anlatırken acımasızca eleştirdiği de oluyor, özlemini yansıttığı da. Fatma Girik mi? Elbette yaşamının en özel yerinde. Memduh Ün, 90 yaşında. Her şey daha dün gibi aklında. Nice senaryolar, nice oyuncular, nice yaşanmışlıkları ZUHAL saklıyor zihninde. hiç AYTOLUN Sorduğumuzda tereddüt etmiyor, hemen ismiyle, oyuncusuyla, hikâyesiyle söze döküyor. İşte “Memduh Ün Filmlerini Anlatıyor” adlı kitabında da okuyucuyla filmlerine dair ne varsa paylaşıyor. Hem sıkı bir özeleştiri yapıyor hem de iyisiyle kötüsüyle Yeşilçam’a bakıyor. Çekim hataları, karşılaşılan zorluklar, yapılan yanlışlar, star sistemi, sansür engeli ve daha pek çok ayrıntı... Sadece beğendiği, sevdiği, kendi sinema anlayışına uygun filmlerini değil, ticari ya da çok başarısız olanları da eleştiriyor. Aralarında “Ben bu filmi niye çekmişim?” diye sordukları da var, “O zamanlar ben de üçüncü sınıf bir yönetmendim” diye itiraf ettikleri de... Çok şey yaşamış, çok şey gözlemlemiş. Hatta yaşamında istediği her şeyi elde edebilmiş. Ama uzun süre iki düğüm kalmış içinde. Biri üniversiteyi bitirememiş olmak, diğeri de uluslararası arenada ödül alamamak. Onları da zaman içinde çözebilmeyi başarmış. Gidemediği üniversitede hocalık da yapmış, ‘Zıkkımın Kökü’ filmi ile 13 ülkede ödül de almış... Fatma Girik ise yaşamının en büyük ve en özel yerini kaplıyor. Filmlerini, anılarını anlatmak mümkün değil, kendi kaleminden okumak gerekiyor. Biz Ün’le filmlerini kitapseverlere bırakıp kendi yaşamına odaklandık, sıcak bir söyleşi yaptık. Fatma var Nesnel bakabilmek Kitap okuyanı bir anda içine alıyor. Sizce neden hâlâ ve defalarca izliyoruz Yeşilçam filmlerini? Nedir sırrı? Bugüne kadar yerden yere vurulan bir dönemden söz ediyoruz aslında. Ama bu filmler hâlâ televizyonlarda otuzar kırkar kez yayınlandığına ve izlenebildiğine göre bunlarda bir sihir var. Ne olduğunu bilmiyorum ama bir sihri var. Bir yabancı filmi on kere izleyemezsiniz kolay kolay. Bazen “En özendiğim filmdi, çok kötü oldu” diyorsunuz. Bazen de “Bu filmi para için yaptım” itirafında bulunuyorsunuz. Müthiş bir özeleştiri var kitapta. Peki bunu nasıl yapabiliyorsunuz? Kendime çok güveniyorum. Çok güvendiğim için rahatça iyisini de kötüsünü de söyleyebiliyorum. Ama aynı zamanda onları hangi koşullar altında yaptığımı da söylüyorum zaten. Gayet doğal geliyor. Ben hayata, insanlara ve kendime nesnel bakıyorum. Mimar Sinan Üniversitesi’nin sinema televizyon bölümünde 14 sene hocalık yaptım. Yüzlerce öğrenci yetiştirdim. Onlara ilk söylediğim şey de buydu: “Kendinize nesnel bakmayı öğrenin.” İkimiz aynı dili konuşuyoruz ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? ? Keşkeleriniz var mı? Herkesin keşkeleri vardır. İki kere evlendim. Belki evlenmemeliydim. Neden? İnsanın kafasındaki dünya olmuyor hiçbir zaman. Bir kızla flört ediyorsunuz. Çok güzel bir dünya kuruyorsunuz kafanızda. Evleniyorsunuz, o dünya yıkılıyor belli bir süre sonra. Benim için belki böyle. Beklentilerden dolayı mı? Evlendiğim kız Beşiktaş güzeliydi. Çok güzel bir kızdı. Onu kaçırdığımda 29 yaşındaydım. Lise mezunuydu. Ben zamanla ilerledim, kendimi geliştirdim ama o orada kaldı. Beni kimse başka birşeye dönüştüremez. Kendi istediğim yolda yürürüm. Ama o benimle o yolda gelmedi. Sinemayı da sevmiyordu. Çağa ayak uyduramadı, diyalog bitti. Akşam geliyorsun, “Ne yemek var? Çocuklar nasıl? Zeytinyağı verir misin? Biraz da limon lütfen.” Bu kadar. Konuşma bitiyor. Zaten aşk da zamanla bitiyor. İnsanın karısı, kardeşi, annesi, sığınacağı liman oluyor zamanla. Fatma ile 50 yıldır beraberiz. Aynı dili konuşuyoruz. Pek çok konuya aynı paralellikten bakabiliyoruz Fatma’yla. Bu aşkı, sevgiyi 50 yıldır besleyen nedir? Dünyaya aşağı yukarı aynı açıdan bakmak önemli. Bir mesele çıktığı zaman çok fazla çatışmıyoruz. Hep aynı bakış açısına sahibiz. Aramızda her zaman diyalog var. Konuşuyoruz da konuşuyoruz işte. ‘Tıp’tan yeşil sahalara Büyük emek harcadığı şeye nesnel bakamayabilir insan. Bu aslında çok zor bir şey. Gerçekten birikiminiz var ki nesnel bakabiliyorsunuz. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu görebiliyorsunuz. Tıp fakültesinde dört yıl okuduktan sonra bıraktım. 20 yıl Beşiktaş’ta futbol oynadım. Demir yollarında, elektrik idaresinde, belediyede, maliyede çalıştım. O kadar çok işe girdim ki. Bir defa onların getirdiği bir birikim var. 11 yaşımdan itibaren okumaya başladım. Onun da getirdiği bir kültür birikimi var bende. Bir de benim çok sonradan farkına vardığım gözlemci tarafım var. Hayatı çok iyi gözlemlemişim. Sonradan düşündüğüm zaman film çekerken gözlemlerimden de çok istifade ettim. Çok fakir bir ailenin çocuğuydum. Kocamustafapaşa, Kumkapı, Ermeniler, Kürtler, çingeneler, yoksullar. Çok iyi hatırlıyorum hala her şeyi. O yüzden insanlara ait filmler yapabildim. Belleğim çok güçlüdür. 90 yaşındayım ve bu kitabı yazabiliyorum. Düşünebiliyor musunuz? Şimdilerde de anılarımı yazmaya başladım mesela. Bazı ürünlerin hikâyesi de var Türkiye’ye geldiğinde Türk kültür ve sanatını çok özgün ve özel bulmuş. Anadolu’yu da dolaşmış. Şimdi vakit bulamamasına hayıflansa da gezip gördüğü yerleri, öğrendiği kültürel değerleri kendine kâr sayıyor. Gidebildikleri yerlerde de her zaman yeni şeyler bularak üretime dahil ediyor Caldwell. Türk kültürüne ait neler mi tasarlıyor? Bebek, mutfak önlükleri, kapı aralıkları, rüzgârlık, yastaniye (yastık ve battaniye), bileklikler, tokalar, yaka iğneleri, çantalar, peçetelikler, hayvanlar, kitap aralıkları... Hepsinin de ortak özelliği mutlaka kültürümüze ait bir veri taşımaları. Caldwell, her zaman yeni şeyler ürettiklerini söylüyor. Çünkü yüzde 80’i Türklerden oluşan müşterileri, hep bir yenilik bekliyor ondan. Amerika’da da satmayı düşünmüş aslında. Ancak ticari bazı sebeplerden gerçekleştirememiş bu projesini. Bazı ürünlerinin hikâyelerini bile yazmış üzerindeki karta. Bu ürünlerin tamamı Kapalıçarşıdaki dükkânda satılıyor. Şimdilerde ilk defa bir alışveriş merkezinde, City’s Nişantaşı’nda sergileniyor tasarımları. Burayı tercih etmesinin nedeni de Nişantaşı’nın farklı kültürleri bir arada tutan, turistlerin ziyaret ettiği, özel ve tarihi bir semt olduğunu düşünmesi. Deli Kız’ın ürünleri City’s Nişantaşı’nda Eylül ayı sonuna dek bulunabilir. Yaşımı göstermem Fatma hanım için çok uğraştınız mı? Pek değil. O 16 yaşındaydı, ben 40. Ama yaşımı göstermezdim. Mesela şuan 90 yaşında der misiniz bana? Tam yaşımı hiçbir zaman göstermedim zaten. Yaş farkı sorun oldu mu? O zaman olmadı. Ama artık rahatsız oluyorum ben. Çünkü ona ayak uyduramıyorum. Yaklaşık 5 yıldır o kadar çok ameliyat oldum ki. Her birinin ardından da uzun dinlenme dönemleri girdi. Bunların hepsi 80 yaşından sonra çıktı. Peki ‘iyi ki’leriniz neler? İyi ki dünyaya gelmişim. İyi ki futbolcu olmuşum. İyi ki tanrı beni yakışıklı yaratmış. İyi ki hafızamı 90 yaşıma kadar kaybetmemişim. Oynamayacağım diye direttiğim o film de iyi ki oynamışım. Ve iyi ki hayatımda Fatma var. Bugünkü aklım olsa Türkan Şoray’la çok meyve seçer gibi figüran seçmezdim uğraşırdım Bugünkü Türk Sineması’nı nasıl görüyorsunuz? Bence dört nala gidiyor. Teknik malzemenin etkisi var mıdır, bilemiyorum. Çünkü filmi akıl yapar. Ama artık sinemaya donanımlı insanlar giriyor. Eskiden bu kadar yoktu. Onun için Türk Sineması’nın önü aydınlık. Gerçi kimi sanat için yapıyor, kimi para kazanmak için; hep böyledir zaten. Peki, sizin bugün olsa yapmazdım dediğiniz şeyler oluyor mu? Bugün olsa manavdan meyve seçer gibi figüran seçmezdim “Sen, sen diye.” O zaman ajanslar yoktu. Figüranlarla ilgilenenler de çok fazla oyuncuyu getirirdi film için. Tek tek seçerdik, kalanını gönderirdik. Şimdi düşündüğümde çok rahatsız oluyorum. Belki gönderdiklerim arasında evine ekmek götürecek insanlar vardı ve bir umutla gelmişti. Bakın bir örnek anlatayım. Atıf Yılmaz, çektiği film için figüran istemiş, aynı şeyi yapmışlar. Fatma’yla annesi de figüran gidiyor, seçilmiyorlar. Yanlarında geri dönecek yol paraları bile yok. Mecidiyeköy’den Kocamustafapaşa’ya yürüyerek dönüyorlar; ağlaya ağlaya. Şimdi pişmanım. Ama o zaman ne yapabilirmişim diye düşünüyorum. Sinemada yaşadığınız en büyük zorluk? Negatif kıtlığı ve sansür. En başarılı gördüğünüz oyuncu? Fatma Girik. En zor çalıştığınız? Türkan Şoray. Çok iyi bir oyuncuydu ama ondan istediğim rolü alabilmek için uğraşırdım. En başarısız işiniz? İlk filmim “Düşman Aşıklar” ile son filmim “Sinema bir Mucizedir.” “Sinema bir Mucizedir”i son filminiz olarak kabul ediyor musunuz? 85 yaşında, 40 derece sıcakta dönem filmi çekecek enerji yokmuş. Filmi Tunç Başaran bitirdi. “Zıkkımın Kökü” ile kapattım aslında. Birinci filmde tosladım Sinema hayatınız oyunculukla başlamasına rağmen yönetmenliğe döndü kısa bir sürede. İnsanlarda gizli yetenekler var. Onlar kaybolup gidiyor çoğu kez. Bir aktör değilim ben. Oyunculuğu çok zor kabul ettim. O film, çok büyük hasılat yaptı. Sonra baktım bu işte para var. Devam etmeye karar verdim. Kendime bir çıkış yolu bulmuştum. Şans da yardım etti. Sonra tek tek film yapmaya başladık. İyi de kazandık. 1951’de Yakut Film’i kurduk. 1954’te başladım yönetmenliğe. Birinci filmde çok fena tosladım. Türkiye’yi aşacak güzellikte bir film çekiyorum diye başladım. Çok eziyet ettim yapımcıya parasını da bitirdim. Sonra bir melodram yaptım Yetim Yavrular diye. Arkası da geldi. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle