19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

10 22 AĞUSTOS 2009 CUMARTESİ Izİzlenim Izİzlenim ÜMRAN BULUT ? Umudu yeniden örenlere Gülhan Kırdı, ‘Kırılma’ sergisinde 17 Ağustos’ta yaşanan acının fotoğraflarını sunuyor ve umudu canlı tutmanın yollarını araştırıyor. teşekkür sergisi basamadım. Her zaman söylediğimiz şey; “İnsan hayatına değer verilmiyor”. Bunu çok acı bir şekilde gördüm. Bu aralar herkes “Gerçek nedir, doğru görecelidir” tartışmaları yapıyor. Hayatta da her şey muğlaklaşıyor. Deprem bunları kesip atan bir olaydı. Bütün çıplaklığıyla gerçeğin ne olduğunu bize gösterdi. Neden “Kırılma” adlandırmasını seçtiniz? 18 Ağustos sabahı İstanbulHalkalı’da depremi belgelemeye başladım Düzce depremi de dahil bir çok yerde çekimler yaptım. Şunu gördüm ki; kırılan sadece fay hattı değildi; insanların umutları kırıldı. Biliyorum ki, insanların umutları kırılınca her şeyleri kırılmış olur. Sergimle, bu kırılmanın acısını, yarattığı yokluk duygusunu anlatmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflar yalnızca yıkımı değil, aynı zamanda deprem sonrası yaşanan çadırkent vs. gibi tecrübeleri de görüntülüyor. Bu “kırılma”yla nasıl ilişkilendiriliyor? Ve sizin “umut” hakkında söylediklerinizle... Deprem bölgesini gezerken aradığım hep umut oldu. Hiçbir yerde umut yokken yorulmadan bunu aradım. Başında olduğum sanat hayatımda, ortaya koymak istediğim birkaç başlık var. Umut da onlardan biri. Her çalışmamda, konuya yaklaşımımda umut kavramı önemli bir çıkış noktası olacak benim için. Depremde de bunu yaptım. İnsanların yeniden nasıl hayata devam ettiklerini, umutlarını nasıl örmeye çalıştıklarını belgeledim. Bu konuda çadır kentler bana çok iyi veriler sunuyordu. Depremde “Nazım Çadırkent”te çalıştım. Buradan oradaki arkadaşlara çok teşekkür ederim. Bana çok yardımcı oldular. Sergimdeki çadır hayatı fotoğrafları Nazım Hikmet Kültür Merkezi’nin kurduğu Nazım Çadırkent’indendir. Orada bir şey daha öğrendim umut yeniden ancak mücadeleyle örülebiliyor. Çadırkentte sanatçısıyla, aydınıyla, öğrencisiyle oradaki insanlara sahip çıkıldı. Herkes elele vererek hayatı yeniden kurdu. Sergiyi yardım çalışmalarına katılanlara adadığınızı söylüyorsunuz, bunun nedeni nedir? Evet sergimi, küpeli ve uzun saçlı oldukları için garipsenen kızlı erkekli gençlere, Zonguldak’tan kalkıp gelen maden işçilerine, su sıkıntısını televizyon haberlerinden duyup, poşetlerde içme suyu doldurup getiren köylülere ve insani değerlere, bu değerlere sahip çıkan insanlara adadım. Bu insanlar, umudun yok olduğu, çaresizliğin yaşandığı o günlerde umudu örmeye çalıştı. Hiç birimiz onların isimlerini bilmiyoruz ya da televizyonlarda onlardan bahsedilmedi. Hatırlarsanız o dönemde televizyonlarda kahramanlar vardı. Ama hiç kimse gerçek kahramanları tanıyamadı. Sergimi adadığım insanlar sessiz kahramanlardır. Birileri onlara teşekkür etmeliydi. Umudu örmede gösterdikleri çabalarından dolayı. Ben bu sergiyle bunu yapmaya çalıştım. İstanbul Resim Heykel Müzesi ile yeniden buluşmak Ülkemizdeki arkeolojik buluntuların zenginliğini gösteren çalışmalar gibi resim, heykel sanatımızın ilk dönemleri için hazırlanan plastik sanatlar sergileri de, sanat kültürü katmanlarımızın tanınmasına yardımcı olabiliyorlar. İstanbul Resim Heykel Müzesi’nde izlediğimiz “Serginin Sergisi” bunlardan biri. Sergiden, Müze’nin 20 Eylül 1937 yılındaki açılışına atıfta bulunan içeriği, yani o koleksiyondaki resim ve heykellerden birçoğunu kapsaması ile kendinden bahsettiren özelliğini belirtip aynı zamanda da gelecekte yapılacak çağdaş çalışmaların ön habercisi olduğunu belirterek bahsedelim. İstanbul’un ulaşımı en kolay semtlerinden birinde, Beşiktaş’ta olan Resim Heykel Müzesi belki de son yılların en az gezilen müzelerindendi. Bakımsızlığı adeta gözden çıkarılmışlığa örnekti yıllarca. Üzücüydü. Giderek sanat alanında öğrenim gören öğrencilerin bile uğramadıkları üstelik ilk resim heykel müzemiz olarak on binin üzerinde eser barındırdığını bildiğimiz müzemizin geldiği son nokta tüm sanatseverler için yıkıcıydı. Oysa, müzenin kuruluş aşamalarından notlar düşen zamanın Milli Eğitim Bakanlığı Güzel Sanatlar Şubesi Müdürü Cevat Memduh Altar’ın, Akademi Müdürü Burhan Toprak’ın ve Müze Müdürleri Halil Dikmen’in, Nurullah Berk’in yazılarında gidişatın ileride daha iyi olacağını yansıtan açıklamalar bulmak çok kolaydı. Ama öyle olmamıştı, ilk kapanış savaş yıllarındaydı. Ardından alışılagelmiş bir durumda birbirini kovalayan kapanmalarla müze neredeyse kendisini unutturacaktı. 1963’e gelindiğinde, müzeden eserlerin başka kurumlara yollanmasında hiçbir sakınca görülmemiş, müzecilik çalışmalarının yapılmaması ise sorumsuzluk ya da bilgisizlik örneklerinin başına yerleşmişti. Türkiye tarihinin önemli sayfalarından birini oluşturan 17 Ağustos depremi onuncu yılını geride bıraktı. Bu önemli olayın dizi hikâyesi, belgesi var. 17 GAMZE bir Ağustos Türkiye toplumunun belleğine farklı biçimlerde ERBİL kazındı, çeşitli sanatsal üretimlere konu oldu. Geçen günlerde açılan bir fotoğraf sergisi de 17 Ağustos’un hatırlanması temennisini taşıyor. Fotoğraf sanatçısı Gülhan Kırdı, 15 Ağustos günü İstanbul Fototrek Fotoğraf Merkezi’nde açılan sergisini böyle bir temenniye dayandırıyor. Halihazırda Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Fotoğrafta Sosyal Belgesel Kavramı” üzerine tez çalışmasını sürdüren Kırdı, sergisini Türkiye’nin dört bir yanına taşıma niyetinde. “Kırılma” isimli sergiyi 5 Eylül’e kadar ziyaret edebilirsiniz. Gülhan Kırdı ile 17 Ağustos, fotoğraf, kırılma ve umutlar üzerine sohbet ettik. ‘Kırılma’nın acısını anlatmak Neden 17 Ağustos konulu bir sergi? Galiba daha önce de depremle ilgili bir serginiz olmuştu. Deprem sonrası fotoğraf çekmeyi niye tercih ettiniz... Evet daha önce deprem konulu bir sergim oldu. Aralarında bir dört yıl kadar fark var. Bundan sonra da bu sergiyi açmak konusunda ısrarlı olacağım. Bu yıl içinde Türkiye’nin dört bir tarafında bu sergiyi dolaştıracağım. Bu yıl biliyorsunuz depremin 10’uncu yılı. Ve değişen bir şey yok. Bir kez daha fotoğrafın gücünü kullanarak bir zihin tazelemenin iyi olacağını düşündüm. Sergimle şunu söylemek istedim: Depremi engellemek olası değil. Ama, insanları deprem değil, binalar öldürür. Bilimin bugün ulaştığı seviye depremde ölümleri en aza indirmeyi mümkün kılıyor. Ama kâr hırsını besleyen bir düzen oldukça bu iş zor. Geleceğimize sahip çıkmanın yolu bugünden mücadele etmekten geçiyor. Ben kendi adıma ikinci defa tekrarladığım bu sergiyle bu mücadele sürecine katkı koymak istedim. Deprem, benim öğrencilik yıllarıma rastlar. Kendime o yıllardan itibaren hedef olarak “sosyal belgesel fotoğrafçılığı” koydum. Bu kimlik size toplumsal olaylar ‘Yaptığım bir tür tarih işçiliği’ karşısında bir sorumluluk yüklüyor. Her toplumsal değişim ve olayda orada olmalısınız. Aslında yaptığım ya da hissettiğim duygu bir tür tarih işçiliği. Depremin hemen ertesi günü Halkalı’ya giderek fotoğraf çekmeye başladım. İçinde yoğun bir trajediyi barındıran olaylarda işler biraz karışıyor. Bana göre fotoğrafçılık biraz hastalıklı bir iş. Çünkü kendinizi olayın dışında tutarak konuya yaklaşmaya çalışıyorsunuz. Bazen, gelişen olaylar karşısında bulunduğunuz konumuzu sorgulatmaya neden oluyor. Böyle durumlarda fotoğraf makinemi bir kenara bırakıp depremzedelere yardım ettiğim oldu. Eğer orda bir kişinin hayatını kurtarmakta, benim yardımım olacaksa makineyi bir kenara bırakıp işe koyuldum. Evet, depremin yaşandığı bir yerde fotoğraf çekmek “zor” olsa gerek... Zordu. 17 Ağustos her yönden yıkımdı. Deprem bölgesine ulaştıktan sonra uzun bir süre deklanşöre Atatürk ve manevi kızı Ülkü, İstanbul Resim ve Heykel Müzesi açılışında Müze, 1937 yılında Atatürk’ün emriyle kuşkusuz eğitici, sanatı koruyucu, ulusal ve uluslararası sergilerle çağdaş oluşum düşüncesiyle halka açılmıştı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki Batılılaşma Hareketleri ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda önemsenen modernleşmenin sanat alanındaki somut belgesi olarak tanımlanacak bir kurumdu. Ne yazık ki, yıllarca çeşitli nedenlerle olumsuzluklar yaşandığını bildiğimiz, (son yıllarda ise tanık olduğumuz) müze, yıllarca bakımsızlıkla boğuşup eskimişti. Bu konuda yapılan çağrıları parasal destek sağlayarak yanıtlayan eski Bakan Abdüllatif Şener gibi 29 Haziran 2009’da açılan “Serginin Sergisi”ni himaye eden TBMM Eski Başkanı Köksal Toptan, 2007’de başlatılan restorasyonla, neredeyse yok olmaya yüz tutmuş mimari özelliklerin tekrar ele alınmasında, Türk Plastik Sanatları’nın belleğini oluşturan arşivi ve barındırılan resimlerin ve heykellerin korunması ve gün yüzüne çıkartılmasında katkıları olan siyasiler olarak anılacaklardır. Müzede şimdilerde depo nitelikli olmayla sınırlarını belirlemiş halin ötesinde bir yaşam var. Artık günlük 250300 ziyaretçiyle müzemiz, restorasyon çalışmalarının hızla sürdürülmesi, mekanın kullanımına ait projelerin hayata geçirilmesi için ya da yüzünün çağdaş oluşumlara açılmasından yana izlenen kararlılıkla ilerisi için umutlanmamızı sağlıyor. Çalışanları kutlamak gerek. “Serginin Sergisi” Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Rektörü Prof. Rahmi Aksungur’un, Müze Müdürü Prof. Dr. Ferit Özşen’in, Proje Yürütücüsü Prof. Dr. Oğuz Ceylan’ın, Müze yöneticileri Mehmet Çetiner, Z. Dilek Çetiner’in, sergi düzenleme kurulunun, yayın editörlerinin, çabaları ve diğer çalışanlarla oluşturulmuş bir ekiple sürüyor. İstanbul Resim Heykel Müzesi bu yaz gezilmesi görülmesi gereken olumlu çalışmalardan biri olarak değerlendireceğiniz restorasyonu ve Türk resim ve heykelinin başlangıç dönemlerini Harbiyeli, Darüşşafakalı Ressamlardan Osmanlı Ressamlarına, 1914 Kuşağı Ressamlarından “d”Grubu Sanatçılarına kadar irdelemeniz için önemli bir fırsat sunuyor. Sergiyi 28 Ağustos 2009’a kadar gezebilirsiniz. İyi seyirler, www.umranbulut.net Başınızı kaldırıp saat kulelerine bir bakın ZUHAL AYTOLUN Cep telefonu kol saatlerinin, kol saatleri saat kulelerinin pabucunu dama attığından beri bu güzel mimari harikalarına başını kaldırıp bakan pek fazla insan kalmadı. Oysa ki saat kulelerinin görevi yalnızca zamanı göstermek değil. Onlar bulundukları meydan, hatta şehir için bile bir sembol. İzmir Saat Kulesi, Dolmabahçe Saat Kulesi, Amasya Saat Kulesi... Örnekleri o kadar çok ki. Bunun yanı sıra eski saat kuleleri bakımsızlıktan çürümeye yüz tutmuşken, hâlâ yenileri yapılıyor. Hem de eskilerin kötü taklitleri olarak üzerlerinde son derece kaba kent simgelerini taşımaya çalışıyorlar. Meltem Cansever, hem zamanın göstergesi olması nedeniyle hem de tarihi değerleri için düşmüş peşine saat kulelelerinin. İnancı çevremizi oluşturan yapıların ve kentlerin farkındalığıyla yaşamlarımızı derinden etkileyen deneyimler edinebileceğimiz yönünde. Günlük koşuşturmaca içinde başımızı kaldırıp yapıların arkasındaki hikâyeye ve hatta arkasındaki anlamlara bakmanın peşinde olmak gerektiğini söylüyor. Onun için bu yok olmaya başlayan kulelerin izini araştırmak bir de sosyal sorumluluk projesi; geçmişe sahip çıkmak ve onu yaşatmak adına. zaman bir meta!” diye çınlıyordu. Bir yandan da merkezileşmeye başlayan otoritenin sesiydi bu. Tüm ülkenin, devletin saati her yerdeydi. Yerel birimlerin, tarımın değil, endüstrinin gelişini haber veriyordu saat kulesi. Osmanlı’da ise Doğu zamanından Batı zamanına geçişin mesajını taşıyorlardı. Namaz vaktini değil, trenin saatini hatırlatıyorlardı; postanenin, ticari işlemlerin… Osmanlı topraklarında da, Batı’daki gibi merkezi otoriteyi cisimleştirme işlevini de üstlenmişlerdi. Anadolu’da birçok saat kulesi hükümet konaklarıyla aynı zamanda inşa edilmiş mesela. Bugün ise, özellikle küçük yerleşimler için, bir tür rüşt ispatlama mesajı ilettiklerini düşünüyorum: “Bakın ne güzel bir kulemiz var, biz de kent olduk. Belediye çok iyi çalışıyor” gibi… Köy statüsünden ilçe statüsüne geçen yerleşimlerde hemen bir kule yapılıyor mesela ya da yeni kurulan, geçmişi olmayan semtlere sanki bir “tarih” kazandırıyor bunlar. olup gitmiş. (Bakırköy Hastanesi’ndekinin saati bulunmuş) Liman Lokantası’nın saati de müzede. Gerçi herbirinin birbirinden ilginç ve özgün öyküleri var ama sizin en çok ilginizi çeken hangisi oldu? Amasya Saat Kulesi’nde Milli Mücadele sırasında yaşanan olay çok heyecanlı. Aktarılanlara göre, İngilizlerin indirdiği Türk bayrağının yerine koydukları bayrakları aniden çıkan fırtınayla paramparça oluyor ve halk yeniden bayrak dikiyor kuleye. İzmir Saat Kulesi’nin hazırlık aşamasındaki coşku da ilginç. Yapının inşasından bir yıl öncesinde kule maketi yapılıp büyük kutlamalar yapılıyor, değerli taşlarla bezeli gümüş maket de İstanbul’a yollanıyor. Tabii açılış törenleri bambaşka bir heyecan. Bir yapıya bunca anlam yüklenmiş olmasının ilginç olduğunu düşünüyorum. İzmir Saat Kulesi Cansever, bir süre rehberlik yaptıktan sonra yapılar, mimarlık ve sanat tarihine ilgi duymuş. İTÜ Sanat Tarihi Bölümü’nde yüksek lisans yaptıktan sonra da yıllarca sanat, dekorasyon ve mimarlık dergilerinde çevirmen, muhabir, genel yayın yönetmeni olarak çalışmış. Hâlâ da Radikal Tasarım dergisine yazıyor ve NTV Yayınları için de serbest zamanlı editörlük yapıyor. Cansever’le zamanı bildirmekten çok daha fazla işlevi olan saat kulelerini konuştuk. Nedir sizi saat kulelerinin peşine düşüren? Saat kulelerinde işin içine zaman giriyor. Hem Batı’da hem de Türkiye’de, bu yapıların tarihi modernitenin tarihiyle neredeyse bire bir koşutluk gösteriyor. Bu da bana akıcı bir yol çizmiş oldu. Doğu ile Batı arasında hem zamana bakışı, hem mimarlıktaki dönüşümleri somutlaştıran saat kuleleri hakkında yazmak harikaydı. Ayrıca çoğunun kötü durumda, bakımsız kalmış olması, hatta geçmişte nedensizce yok edilmiş olmaları sosyal bir sorumluluk üstlenmenin doyumunu da getirdi. Çok küçük bir kesime de olsa, etrafımızdaki saat kulelerinin varlığını hatırlatmak, bunlara sahip çıkma fikri de uyandırabilir diye düşünüyorum. Bir saat kulesi nasıl mesajlar barındırıyor? Dün ile bugün arasında ne gibi anlamlandırma farkları var sizce? Saat kuleleri, Batı’da ilk ortaya çıktıklarında saati gösterirken aynı zamanda da geniş anlamda “zamana bakış”taki değişikliği haber veriyordu. Feodaliteden burjuvaya geçişin zamanını. Çanın sesi, esas olarak “Artık Zamana bakıştaki değişiklik Yeni saat kuleleri yapılmaya devam ediyor. Sizce bu gelişmeler nasıl? Maalesef son hızıyla devam ediyor. Kemençe biçimiyle Karadeniz’i simgeleyenleri mi istersiniz, yoksa ekseni etrafında dönenleri mi? Şurasına burasına birer motif iliştirerek kenti simgeleyenleri mi? Yıktırılmış olan fallus biçimli bir “karikatür” bile var. Üstelik bunlara para dökülüyor. Eskinin bire bir taklidi olan ucuz mobilyaları andırıyor bir kısmı da. Dört kadranı dört farklı zamanı gösterenler de var. Saatler ise ucuz dijital parçalar. Geçmiş yaşatılmak isteniyorsa mekanik saat kullanılmalı. İçinizi acıtan ya da etkisinden çıkamadıklarınız oldu mu gördükleriniz arasında? Çoğu çok kötü durumda. Üstlerinde anlamsız kablolar, yazılar, yol levhaları, ilanlar var. En çok İstanbul Modern’in bahçesine atılmış Tophane (Nusretiye) Saat Kulesi’ne üzülüyorum. Herhalde kültür yaşamımızda bunca önemli yeri olan Eczacıbaşı grubu bir şeyler yapacaktır bu konuda. Peki ya İstanbul’daki diğer kuleler? İstanbul’daki tarihi kulelerin tümü bir yapının parçası olarak yapılmış. Dolmabahçe Sarayı, Yıldız Sarayı, Nusretiye Kasrı, Şişli Etfal, Deniz, Bakırköy, Balıklı Rum hastaneleri, İstanbul Üniversitesi, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi, Sirkeci Garı… Dolayısıyla Anadolu’dakilerden farklı olarak birer mihenktaşı, randevu noktası değiller. Ama Dolmabahçe Saat Kulesi, hem anıtsallığıyla hem de tanıklık ettiği olaylarla ikonlaşmış bir yapı. Sinemada da çok kullanıldı. Şimdi üstün nitelikli bir restorasyondan geçiyor. Diğerleri yine kötü durumda. Bakırköy ve Balıklı Rum hastanelerindekiler yok Tarihin tanıkları C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle