18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 15 AĞUSTOS 2009 CUMARTESİ Gelin vicdanımızla bakalım Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği kısa film yarışmasına son başvuru 30 Kasım’da. Uluslararası Hrant Dink Vakfı, Dink’in “sağduyunun, vicdanın sesi suskunluğa mahkum edildi, şimdi o vicdan çıkış yolu arıyor” cümlesinden hareketle “vicdan” konulu kısa film yarışması düzenliyor. Yarışmanın çağrısı herkese; tabii vicdanı anlamlandırabilen ve doğru yorumlayabilen herkese. Mesela, yol kenarında yalnız bir kadın olmak, sokaklarımızda bir engelli olmak. Mesela, kendi ülkesinde ‘sürgün’ olmak, ana babanın dayağa kalkan elini izleyen küçük bir çocuk olmak, okullarımızda başörtülü olmak, HIV pozitif olmak, dayağa mahkum olduğu evinde hapis bir kadın olmak, cinsiyet ve cinselliği kapalı kutulara hapseden bir dünyada transseksüel ya da eşcinsel olmak, ‘duyulur’ endişesiyle anadilinde konuşmaktan korkmak. Mesela, savaşmaya, eline silah almaya, öldürmeye mecbur kılınmak, koca şehirlerde zenginliğin orta yerinde açlık sınırında yaşamak. Hatta mesela, bir sokak köpeği olmak... Dünyanın herhangi bir yerinde ‘öteki’ olmak... Bir başkasının önemsiz ya da sıradan gördüğü bir ayrıntı belki de tam vicdanımıza takılır. Bir çift göz ve vicdan Elbette vicdan sadece gözden ibaret değil. Hatta iyiki de değil. Onun elleri de var. Vicdan görmekle yetinmeyip, ona karşı harekete geçmeyi gerektirir. Sadece mağduriyeti kayda geçmekle kalmaz, bizzat mağdur için, mağdurla dayanışma içinde bir şeyler yapmanın da derdinde olur. Ve son olarak, vicdan tamamen özgürdür. En doğrusunu yine kendi bilir. Dolayısıyla Uluslararası Hrant Dink Vakfı’nın verdiği tüm bu örneklemeler, sadece projeye katılım olması için ilham ve teşvik amacı taşıyor. Yollanacak işlerin çerçevesini tanımlama ya da katılımcıları sınırlama amacını asla gütmüyor. Diyor ki; “Gelin, dünyaya şöyle bir vicdanımızla bakalım. Ve en fazla 5 dakika uzunluğunda bir kısa film çekelim.” İhtiyaç olan sadece bir çift göz, bir kamera ve vicdan. Hrant Dink’in de dediği gibi: “Gerçekliği kabul edip etmemek esasen herkesin kendi vicdan sorunudur, bu vicdan da temelini bizatihi insanlık denilen ortaklığımızdan, ‘insan’ kimliğimizden alır.” Başvurusu 30 Kasım’a dek sürecek yarışmaya profesyonel ya da amatör herkes internet üzerinden katılabiliyor. Filmlerin uzunluğu en fazla 5 dakika ve filmler www.vicdanfilmleri.org sitesine yüklenebiliyor. Hatta internet üzerinden izlenebilecek filmlere halk da oylama yapabilecek, yorumlayabilecek. Dink’in eşi Rakel Dink’in de yer aldığı jüri, Costa Gavras, Georges Moustaki, Harutyun Khachatryan, İbrahim Betil, Lale Mansur, Nebahat Akkoç, Ömer Madra, Rela Mazali, Serge Avedikian, Serra Yılmaz, Vaughan Pilikian ve Yıldırım Türker’den oluşuyor. Jürinin belirleyeceği 20 film ise Şubat 2010’da açıklanacak. Gazetemiz yazarlarından şair Ataol Behramoğlu, on beş yıldır Türkiye’nin farklı kentlerinde GAMZE şiirlerini paylaşıyor. ERBİL Behramoğlu, müzisyen Haluk Çetin’le birlikte gerçekleştirdikleri bu faaliyetin müziğine ve gazeteciliğine kattıklarını anlattı. On beş yıldır ülkenin dört bir yanında gezerek şiirlerinizi okuyorsunuz, ilginç bir deneyim olmalı. Geçmişte halk şairleri de böyle yapardı, diyorsunuz. Buradan mı esinlendiniz, yoksa başka bir ihtiyaçtan mı doğdu bu girişim? 1960’lı yıllarda şiir yazan bir kuşak olan bizler şiirlerimizi birbirimize okurduk. Yüksek sesli okunabilir şiir yazan şairler, ki ben bunlardan biriydim, böyle yapardık. Topluluklar önünde, öğrenci arkadaşlarımıza düzenlenen şiir matinelerinde de şiirlerimizi okurduk. Ben böyle bir geleneğin içinden geliyorum. 1980’li yıllarda yurtdışına zorunlu çıkışımda da pekçok kez bizim yurttaşlarımızın olduğu toplantılarda şiirlerimi okurdum. Bu arada bazı şiirlerden kurgular yapmaya başladım. Tematik bir bütünlük, ezgisel bir bütünlük içinde topluyordum şiirleri. Sonra bunu müzikle zenginleştirmeyi düşündüm. Ama altını çiziyorum, müzik eşliğinde şiir değil. Bizim yaptığımız bu değil, şiirin ve müziğin beraberliği. Şiir ve şarkıdan bir bütünsellik oluşturmak. Bir de yurtdışındayken şu hayali kuruyordum hep, Türkiye’ye döndüğümde bütün ülkeyi şiirlerimi okuyarak dolaşacağım. Elbette bizim halk şiirinde bir halk ozanı geleneği vardır, o insanlar saz eşliğinde şiirlerini okuyarak dolaşır. Avrupa’da da bu vardır. Ama benim yaptığım bundan çok, örneğin Mayakovski’nin bütün ülkeyi dolaşmasına benziyor. Ülkeye geldiğimde birkaç müzisyen arkadaşla bazı çalışmalar yaptık. Sonra 1994 yılında Haluk Çetin arkadaşla Antalya’da ilk çıkışımızı yaptık ve o günden beri kesintisiz olarak bunu sürdürüyoruz. Bir de Haluk’un bir katkısı oldu. Benim yaptığım kurgularda aradaki şarkılar farklı şairlerden farklı şarkılar oluyordu. Haluk şarkıların benim şiirlerimden yapılan şarkılar olmasını önerdi. İkinci dinletiden itibaren bunu böyle yapmaya başladık ve bu on beş yıllık sürede pekçok şiirim bestelendi. Bugün büyük bir kolaylık içinde çok farklı kompozisyonlar oluşturabiliyoruz. On beşinci yıla girmiş olduk, ben bunu çok önemsiyorum. Bizden sonra da kimi denemeler oldu ama böylesi yok. Şiirle müziğin 15 yıllık seyahati Ataol Behramoğlu’nun Haluk Çetin’le birlikte Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleştirdiği şiir dinletileri on beşinci yılını doldurdu. İki sanatçı birlikte yaptıkları bu faaliyete coşkuyla sahip çıkarken birikmiş deneyimlerini bizlerle paylaştılar. Behramoğlu, on beşinci yılda, büyük kentlerde Türkan Saylan’ın anısına dinletiler düzenleme niyetlerini dile getirdi. Fotoğraf: UĞUR DEMİR Ataol Behramoğlu ve Haluk Çetin’in ortak çalışması “Aşk İki Kişiliktir” CD’si Ataol Behramoğlu Şarkıları üstbaşlığıyla sunuluyor. duymak beni besleyen bir kaynak elbette. Bugün olduğumdan çok daha üst bir düzeyde bu ülkenin ve insanlarının sanatsal imajını ortaya koyabilmek isterdim. Bunu yaptım demek çok büyük bir iddia olur, yapabilmiş değilim ne yazık ki. Ama yer yer, şiirlerimde bu izler var diye düşünüyorum. Güçlerinin farkında değiller Gezilerinizde oralardaki sorunlarla da yüzleşiyorsunuz. Enez’de askeri bölge sorunu, Soma’da çevre kirliliği, Doğu Beyazıt’ta geri kalmışlık... Bunların şaire ya da genel olarak bir sanatçıya, aydına yüklediği bir sorumluluk var. Bu nasıl yansıyor aydın formasyonunuza? Ben tek başına şair değilim, gazeteci kimliğim de var aynı zamanda. Bu gezilerin şiirimi beslediğinden daha fazla gazete yazılarımı beslediğini söyleyebilirim. Çünkü güncel sorunlar her zaman şiire dönüşmeyebilir ama gazete yazılarına dönüşebilir. “Türkiye’nin aydınlık yüzüne yolculuklar” diye yazıyordum bunu, sonra kitap oldu: “Yurdu Teninde Duymak”. Şunu vurgulamak istiyorum: Bizim insanımızda genellikle bir karamsarlık eğilimi vardır. Eleştiri getirir ama kendi gücünün de farkında değildir. Kendini hep yalnız hisseder, yüzlercedir, milyonlarcadır ama tek başına hisseder. Ben bu gezilerimde Türkiye’nin her tarafında çok sayıda aydın kimlikli insan olduğunu gördüm, ama bu insanlar güçlerinin farkında değil. Çünkü bölük pörçük, örgütsüzler. Ben bir gazeteci, yazar, aydın sorumluluğuyla bunu yansıttım hep. Yazmaya da devam edeceğim. Bütün bu seyahatleriniz süresince Türkiye’de nasıl bir değişim gözlemlediniz, bu bahsettiğiniz aydın birikiminde bir “gerileme” oldu mu? Buna nasıl bir karşılaştırmayla yanıt verebilirim? Somut konuşalım. İskenderun’a daha önce de gitmiştik. Ama son gidişimizde daha büyük bir ilgi gördük. Karadeniz Ereğlisi de aynı şekilde. Ben bir ilgi azalması görmedim, birebir bizi dinlemeye gelenlerde de bir azalma görmedim. Hatta insanlarda daha aktif bir mücadele isteği gördüm. Galiba cumhuriyet mitinglerinin, yürüyüşlerinin getirdiği bir dinamizm var. Ama çıkışsızlık duygusu sürüyor. Süslemesiz müzik “Son Buluşma” yeniden perdede İzleyenleri derinden etkileyen, hem güldüren hem de hüzünlendiren, Kurtuluş Savaşı’nın son üç gazisinin son görüntülerinin yer aldığı ve onları ölümsüzleştiren eser Son Buluşma, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda tekrar izleyicisiyle buluşacak.Türkiye’nin bağımsızlığı için binlerce insanın şehit düştüğü, gençyaşlı, kadınerkek demeden düşmana karşı tek vücut direndiği Kurtuluş Savaşı’nın son tanıkları, Gazi Ömer Küyük, Gazi Yakup Satar ve Gazi Veysel Turan’ın günlük yaşamları ve savaş yıllarına dair anıları Son Buluşma’da gözler önüne seriliyor. “Selamsız Bandosu” ve Züğürt Ağa” gibi filmlerinin yanı sıra pek çok önemli belgesele de imza atan yönetmen Nesli Çölgeçen, Son Buluşma filmi ile gelecek kuşaklara kalacak tarihi bir belgeyi gerçek sinema türündeki belgesel yapım ile ölümsüzleştiriyor. Filmde Çorumlu Gazi Ömer Dede, önce Anıtkabir’i ardından son kalan diğer iki gazi, Yakup Satar ve Veysel Turan’ı ziyaret ediyor, savaş yıllarına dair anılarını paylaşıp birbirleriyle helalleşiyorlar. Film sayesinde üç gazinin tarihe tanıklıklarını kendi ağızlarından dinlenebiliyor. Dinletilerinizin, müzik eşliğinde şiir olmadığınızı ısrarla vurguluyorsunuz, bunu biraz açalım mı?.. Müzik ve şiir aynı anda icra edildiğinde birbirini bence bozar. Yine İstanbul’da, İzmir’de, Ankara’da ve başka kentlerde Şiirin böyle bir şeye ihtiyacı yok ki. Ama birbirini izler bir bunu yapmaya hazırız. biçimde sunulduğunda bunlar birbirini besliyor. Şiiri de şarkıyı da aşan bir yoğunlaşma oluyor. Adeta farklı, özgün bir senfoni oluşuyor. Ne sadece şiir, ne sadece şarkı, ikisinden başka bir sinerji ortaya çıkıyor. Bir şair için gezginlik önemli bir kaynak olmalı. Bir de, Haluk’un ezgileri benim şiirimin yapısıyla Kitabınızda da bahsediyorsunuz “Portakaldan bal gerçekten örtüşüyor, o süslemesiz bir müzik yapıyor, yani yapıldığını Kemer’de öğrendim” diye. sade. Sanki ezgisel söz gibi bir müzik. Evet, o “Türkiye Üzgün Yurdum Güzel Yurdum” adlı Gezilerinizde “Türkiye’nin aydınlık yüzü” ile şiirimde bir mısradır: Dağ rüzgarı, portakal balı. buluştuğunuzu anlatıyorsunuz. Türkiye gerçeğinin Bir de “memleket şairi” olma, “Türkiye coğrafyası ve bütününe dair bu aydınlık yüzden nasıl bir izlenim insanının büyük şiirini yazma” özleminizi ifade ediniyorsunuz? ediyorsunuz. On beş yıllık seyahatler sizi nasıl besledi, Başlangıçta zihnimizde nasıl bir kitleye ulaşacağımız şiirinize nasıl yansıdı bunlar? konusu net değildi. Antalya’dan başlayarak, Konya, Her geziden birebir şiir çıkmaz, bu o kadar kolay bir şey Diyarbakır, Gaziantep ve daha nice illerde, hemen her değil. Ama ülke içindeki geziler, özellikle insanlarımızın yaştan, her meslek grubundan, her toplumsal sınıftan yaşamına tanık olmak, coğrafyayı izlemek, konuşmalarını insanlarla buluştuk. Şiir ve müziğin insanları birleştiren bir yanı var, gelen insanlar yalnızca bizimle aynı görüşten olan kimseler değildi. Genellikle aydın insanlar, belli bir eğitim görmüş, orta tabaka insanları. Bu güzel ve zevkli, bir o kadar da zor olduğunu anlatıyor: süreçte on binlerce kişiye şiir “Şiir bir yönüyle nasıl edebiyatsa, bir yönüyle felsefe, resim, okuduk. Kimi zaman festivallerin fotoğrafsa bir yönüyle de müzik zaten. Şiirin kendine ait bir sesi bir parçası oluyoruz, kimi zaman var. Mesele burada bu ritmdeki, bu iç sesteki teknik meseleyi bizi dinleti olarak çağırıyorlar. yakalayıp, derinlik olarak da oradaki duyguya, derinliğe inmek. Bu Ben bu gezilerde şunu gördüm, Müzisyen Haluk Çetin, on beş yıl önceki buluşmanın ardından ikisini birleştirmek yani. İçerik anlamında da, söz içeriği anlamında bu ülkenin her köşesinde ortaya çıkan Ataol Behramoğlu ile birlikteliklerini kendisi için bir da oradaki duyguyu, hüznü, derinliği yakalamak. Bana göre iyi azımsanamayacak sayıda sanata, “kıvanç kaynağı” olarak niteliyor. Geçtiğimiz günlerde ilk solo bestenin oturmasının formülü bu.” şiire, içerikli söze hazır; onu albümü Ada Müzik’ten “Şiir içi şarkılar” adıyla piyasaya çıkan Peki bu durumda şiir müziği belirlemiş olmuyor mu? “Belirlemiş almaya, özümsemeye hazır bir Çetin, Behramoğlu ile seyahatlerinin kendisi için eşsiz bir deneyim olmuyor, çok etkilemiş oluyor. Neden belirlemiş olmuyor, çünkü kitle var. Hakkari’den İstanbul’a olduğunu söylüyor. “Bu benim için büyük bir haz. Şov adına bu orada müzisyenden de akan bir beceri, birleştirme ve duygu bu böyle. kadar rezilliğin, kepazeliğin olduğu bir ülkede bu çok önemli bir iş. yoğunluğu var. Yoksa her beste kalıp olarak aşağı yukarı aynı On beşinci yıl vesilesiyle Dinletilerimizin sonunda insanlarla birebir sohbet olanağı olurdu.” gerçekleştirmek istediğimiz bir buluyoruz. Hem dinletilerde, hem sonrasında büyülü bir akış var. Haluk Çetin, Behramoğlu ile seyahatlerinin kendisine kattıklarını başka şey, Çağdaş Yaşamı Belli değerleri kaybeden, yitiren insanların silkindiğini görüyorum, “olağanüstü” olarak nitelerken “Bizim neredeyse görmediğimiz bir Destekleme Derneği ile birlikte bunu gözlerinde net olarak görüyorum. Genç insanların şiire, karayolu, bir gar, havaalanı kalmadı. Gittiğimiz yerlerde de didik Türkan Saylan’ın anısına büyük edebiyata açıldığını görüyorum.” didik ediyoruz çevreyi. Doğayı, görülmesi gereken yerlerini, kültür kentlerde dinletiler düzenlemek. Behramoğlu’nun şiirini “yalın ve aynı zamanda derinliği olan bir merkezlerini, tiyatrosunu, varsa bir şelaleyi, mağarayı, çeşmeyi, İstanbul’da daha önce yapmıştık. şiir” olarak tarif eden Çetin, bunun müziğini yapmanın olağanüstü camiiyi. Bu çok önemli bir deneyim” diyor. Ataol Behramoğlu 15 yıldır sürdürdüğü seyahatlerinden izlenimlerini gazetemizde “Türkiye’nin aydınlık yüzüne yolculuklar” köşesinde yazıyordu. Yazıların bir derlemesi 2008 Nisan’ında “Yurdu Teninde Duymak” başlığıyla Cumhuriyet Kitapları’ndan yayımlandı. Dağ rüzgârı, portakal balı ‘Büyülü bir akış...’ C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle