13 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

2 14 ŞUBAT 2009 CUMARTESİ İstanbul Modern’de sekiz sanatçının yapıtlarının yer aldığı yeni serginin adı Gölgeye Övgü. Serginin küratörlüğünü Paolo Colombo üstleniyor. Colombo, Türkiye çağdaş sanat ortamının yakından tanıdığı bir isim aslında. 1999’da ESRA gerçekleştirilen 6. Uluslararası ALİÇAVUŞOĞLU İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü yaptıktan sonra, esraali?yahoo.com tıpkı Rene Block ve Rosa Martinez gibi, burası ile ilişkilerini sürdüren; hatta İstanbul Modern’in sanat danışmanlığını da yapan biri Colombo. “Tutku ve Dalga” başlığıyla gerçekleşen bienalin sanat ortamından pek çok isim tarafından eleştirildiğini hatırlayanlar olacaktır. Aslında çok hüzünlü, sıkıntılı ve karmaşık bir döneme, deprem sonrasına denk gelmişti Colombo’nun küratörlüğü. Şehrin farklı yerlerine dağılması planlanan etkinlikler ve kutlamalar iptal edilmiş; serginin afişi depremi çağrıştırıyor diye değiştirilmiş, ilk kez, bugün depomüze olarak kullanılan Dolmabahçe Kültür Merkezi bienalin ana mekanı olarak kullanılmıştı. Eleştiriler çoğunlukla Colombo’nun, “şiirsel ve romantik” başlığına ve sanatçı seçimine yönelikti. Bugün baktığımızda aslında biraz da haksızlık edildiğini itiraf edebiliriz Colombo’ya. Sonuç olarak seçilmiş bir küratördü ve kişisel yaklaşımını bienalin odağına yerleştirmesinden daha doğal ne olabilirdi ki? Ama sanırız onun bu denli eleştirilmesinde İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın korumacı ve yapılanların “eleştirilemez” olduğunu cümle aleme kabul ettirme isteği etkili olmuştu. Oysa Colombo sanatçıların bireysel tarihlerini, küçük hikayelerini anlatmalarına olanak veriyordu. Zaten uzun zamandır kendimize, Foucault’nun, “neden herkesin yaşamı bir sanat yapıtı olmasın?” sorusunu sormuyor muyduk? Sanatçı seçimi eleştirisi ise zaten hemen her bienal küratörünün tartışılan özelliklerinden biri değil miydi? Sonuçta pek çok açıdan şanssız bir başlangıç olmuştu Colombo’nun Türkiye ile tanışıklığı. Diğer yandan 6. bienal örneğin, deprem felaketinde zarar görenler için hazırlanan rehabilitasyon programlarında kullanmak üzere yaklaşık 20 sanatçının çalışmasının uluslararası bir müzayede ile satılması gibi ilkleri de içinde barındırıyordu. Gölge oyunu bizi çağırıyor... Merhaba Helsinki’de 2001 yılında Dünya Bankası Başkanı pastalı protestoya uğrayınca geçtiğimiz hafta yitirdiğimiz değerli hocamız Prof. Türkel Minibaş, “Bereket versin, yöneticilerin suratına pasta atarak maskelerini aşağı çekme daha çok Batı toplumlarına ait bir protesto dili. Yoksa Türkiye’de ne kadar çok pasta ziyan olurdu, bir düşünsenize” diye yazmıştı. Türkel Hoca ne kadar da haklı. Yoksulluğun, işsizliğin, yolsuzluğun, açlığın ortasındaki bir ülkede, pastalı protesto eylemi büyük bir israf olurdu doğrusu. Belki de bu yüzden Batı’nın protesto yöntemlerinden olan pastayı almadık ama yumurtasından bol bol yararlandık. Özellikle de oğlu pastörize yumurta işleriyle uğraşan Maliye Bakanı Kemal Unakıtan işin içine girince... Karşısındakini yaralamayan, öldürmeyen sadece ve sadece aşağılamaya yönelik tepki niteliğini taşıyan tek kişilik protestoların son yıllardaki en çarpıcı örneği Iraklı gazetecinin Bush’a attığı bir çift ayakkabı oldu. İslami kültürde büyük bir aşağılamanın sembolü olan ayakkabıya maruz kalan son siyasi isim ise Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’ti. Ayakkabı eski ABD Başkanı Bush da olduğu gibi Çelik’de de hedefi bulamadı. Bakalım internet sitelerinde Bush olayında olduğu gibi Çelik için de ayakkabı atma oyunları icat edilecek mi? Bekleyip göreceğiz... Protestoların dini kültürlerle bir ilişkisi var mı yok mu bilemem ancak bilinen bir gerçek var ki, dünyanın neresinde olursa olsun insanlar kitlesel eylemlerden sonuç alamayınca öfkelerini ve kızgınlıklarını bireysel olarak dile getirmek için birbirinden çarpıcı yöntemler bulabiliyorlar. ABD’nin eski Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’a ellerindeki kanı hatırlatan boyalı eylem, dönem dönem birçok başbakanı ve bakanı hedef aldı. Türkiye’de ise geriye dönüp baktığımızda neredeyse toplu protestolar bir yana tek kişilik protestoya maruz kalmayan siyasi lider yok gibi. Hemen hepsi en azından bir yumurtalı eylemle karşı karşıya kalmıştır. Bu hafta Gamze Erbil, belleklerde iz bırakan tek kişilik eylemleri hatırlatıyor. Koç yumurtasından ayakkabıya, Çankaya önünde soyunan kadından akrostişli protestoya kadar birçok eylemi okuyup anımsarken müstehzi tebessümden kaçamayacaksınız. İyi hafta sonları. GENİŞ BİR YELPAZE Colombo’nun Türkiye’deki çağdaş sanat ortamı ile ilişkisi 10 yılı geride bırakmış durumda. Bu süre içinde İstanbul Modern’de çeşitli video seçkileri düzenleyen küratörün ilk büyük sergisini izliyoruz şu günlerde. Gölgeye Övgü, gerek başlığı, gerekse içerik yapısı olarak Colombo’nun küratöryal tavrını devam ettiren; içinde şiirselliği, geleneği ve nostaljiyi barındıran bir sergi. Yelpaze geniş; geleneksel gölge oyununun 20. yüzyıl başında sinemaya nasıl uyarlandığından tutun da, çağdaş sanatın gölgeyi nasıl bir anlatım aracı olarak kullandığına kadar farklı bağlamları bir araya getiriyor bu sergi. İzlerken öğreneceğiniz, keyif alacağınız çeşitlilikte bir seçki sunuyor Gölgeye Övgü. Gölge Oyunu geleneğinin yüzyıllara dayandığı ülkemizde bu sergi, Karagöz Hacivat’la büyümüş hemen her kuşağı içine davet ediyor, bunun sinema ve çağdaş sanatta nasıl bir dönüşüme uğradığını çok sayıda yapıtla izleyiciye aktarıyor. Colombo sergiyi, “gölge, gölge tiyatrosu ve silüetler üzerine, eski ve çağdaş halk hikayelerini, minimal ifadelere dayanan basit anlatıları temel alan bir sergi” olarak özetliyor. Ve bu serginin temelinde, Türk ve Yunan gölge tiyatrosu geleneklerinin, özellikle başına gelen yüzlerce macera ve talihsizlikten sıyrılmayı başaran, düzenbaz Karagöz karakterinin (Yunanistan’da Karaghiozis olarak geçiyor) yattığını söylüyor. Colombo bu sergide de Tutku ve Dalga’da olduğu gibi yine, Türk ve Yunan kültürlerinin ortaklıklarından yola çıkarak oluşturuyor serginin başlangıcını. Nathalie Djurberg, William Kentridge, Katarina Lillqvist, Jockum Nordström, Lotte Reiniger, Haluk Akakçe, Christiana Soulou, Kara Walker, Ladislas Starewich ve Andrew Vickery’nin işlerinin yer aldığı sergide, Kara Walker’ın gölge yerleştirmeleri ve videoları özellikle dikkat çekici; sergilenen çizimler ise onun sanat pratiğini anlamak için önemli bir rol üstleniyor. Haluk Akakçe’nin yapıtı ise serginin bütününe yayılan “şiirsel” etkiyi mekanikliği ile bozuyor. Gölgeye Övgü’de şu sıralar Galeri Nev’de işleri sergilenen Nermin Er’i görmek ne iyi olurdu? Geleneksel kağıt kesme tekniği ile üç boyutlu “gölgeli” işler üreten Er’in, Colombo’nun bu sergi ile ortaya koymaya çalıştığı bağlama son derece uygun işler ürettiğini söylemeden geçmemek gerek. William Kentridge’in Mozart’ın Sihirli Flüt’ünün kısaltılmış bir yorumu olan çalışması için gerçekleştirdiği ön çizimler ve minyatür tiyatro maketi de görülmeye değer. Sergide Lotte Reiniger’in 192326 yılları arasında Berlin’de çektiği, sinema tarihinin ilk uzun metrajlı animasyon filmi Prens Ahmet’in Maceraları ve özgün sahne çizimleri, Nathalie Djurberg’in kil animasyon tekniğiyle yaptığı videoları sergiden akılda kalanlar. Gölge oyununun kaynağını gösteren, sınırlarını arayan, çağdaş sanat pratiğindeki yolculuğunu aktaran bu serginin pek çok yan etkinlikle de desteklendiğini belirtelim. Gölgeye Övgü, İstanbul’dan önce İrlanda Modern Sanatlar Müzesi’ndeydi, Mayıs ayında ise Atina’daki Benaki Müzesi’nde olacak. İstanbul Modern “Gölgeye Övgü” 22 Ocak 6 Mayıs 2009 Meclisi Mebusan Cad. Liman İşletmeleri Sahası Antrepo No: 4 Karaköyİstanbul Tel: 0212 334 73 00 Baba ve çocukların ‘Biz/Bis’ buluşması Fotoğraf: NECATİ SAVAŞ Müzik yoksa yapıtlar olgunlaşmamıştır Bir şeyi çok merak ediyorum. Sizin resminizin müziği var mı hocam? Yaptığım deniz, martı, güvercin resimlerimde konuların belleğimizden çağrıştırdığı seslerin dışında resimlerin renk, biçim, ritim ve desenlerinin ve bunların hepsinin uyumluluklarından oluşan bir müziğin varlığına inanırım; resim, heykel ve şiirde sese dönüşmemiş müzik yoksa yapıtlar olgunlaşmamış diye düşünürüm. O zaman bir şeyler aksar zaten… Bilimsel araştırmalar da ses ve renk frekanslarında benzerlikler bulmuştur. Resimlerde yapılan araştırmalarda titreşimlerin, frekansların, dalga boylarının rakamlara dökülmesine kadar gidilmiştir. Ama bilimsel ölçülerin dışında algılanan müziktir önemli olan; onu ta derinlerimizde duyumsarız. Zaman zaman benim resimlerimdeki renk armonilerinin Debussie’nin müziğini çağrıştırdığını söyleyenler olmuştur. Resimlerimi o yumuşak müziği duyumsamadan bitmiş saymam. Sergilediğim resimlerimin bazılarında sergiden sonra da çalıştığım olur o sözünü ettiğim müziği duyuncaya dek. Erenus Sanat Galerisi’ndeki son “Biz/Bis” adlı serginizi çocuklarınız Zeynep ve Barış Eren ile açtınız. Çocuklarınızla birlikte sanat yapmak hoş bir duygu olsa gerek… İlkokul çocuklarının kağıt üzerine kolalı toz boya ile yaptıkları resim sergisine götürmüştüm Barış’la Zeynep’i. Öğretmen hanım çocukların nasıl çalıştıklarını anlatmıştı… Bize toz boya al, biz de böyle resimler yapalım, dediler. Boyaları aldım küçük kutulara kolayla karıştırarak her renkte boyalar hazırladım. Adil Han’daki küçük atölyemi onlara bırakıp birkaç saatliğine bir yere gittim. Dönüp geldiğimde atölye duvarlarının silme resimle dolduğunu görünce şaşkınca ne yaptınız böyle, dediğimde yanıtları “sergi açtık” oldu. İkisi de ilkokuldaydılar. İlk ortak sergimiz bu oldu, duvarlara birer iğne ile iliştirilmiş A4 kağıtlara kaşık, çatal, tarak, sivri uçlu aletler, çeşitli fırçalar ve parmaklarla, elleri boyaya batırarak yapılmış harika çocuk resimleriyle doluydu duvarlar… Her yanları boya içindeydi. Altmışlı yılların sonuna doğru Fransız Kültür Merkezi’nde açtığım vitray sergisine bizde katılacağız dediler ve üçlü bir sergi oldu… İsmet Paşa’yı Bülent Ecevit alıp getirmişti o sergiye… Üçüncü ortak sergimiz Galeri Toyan’da oldu. Artık ikisi de birkaç tane kişisel sergi yapmıştı. Berlin’deki Türk Kültür Derneği’nde büyük bir sergi açtık üçümüz, dördüncü sergimiz o oldu. Beşinci sergiyi yine Berlin’de Urania Alman Kültürevi’nde yaptık. 6. sergimiz Fransa’nın Lyon kentinde belediye salonunda yapıldı. Erenus galerisindeki bu sergi yedinci ortak sergimiz oluyor… Barış Ankara konservatuarında tiyatro eğitimi gördü; Zeynep Ankara Üniversitesinde Antropoloji okudu. Benim resim, seramik ve vitray çalışmalarıma küçük yaşlarından başlayarak her zaman katıldılar. Görerek ve de uygulayarak sanat eğitimlerini aldılar. İlkokulda öğretmenlerinin verdiği ödevleri bana yaptırmak istemelerinde, “Hayır” dedim. “Kendiniz yapacaksınız, ne yapabilirseniz onu götüreceksiniz öğretmene” diyerek kendi kişiliklerinin önemini bilinçlerine yerleştirmeye çalıştım. Bu gün ikisi de kendilerine özgü çalışmalarıyla ayrı ayrı kişilikler sergilediler. Çocukluklarının büyük döneminde üçümüz hep birlikte olduk. Baskıcı bir baba olmadım sanıyorum. Şimdi benimle birlikte, ama kendi kişiliklerini ortaya koyarak sergiler yapmamızdan gurur duyuyorum. ‘Resim, heykel ve şiirde sese dönüşmemiş müzik yoksa, yapıtlar olgunlaşmamış demektir’ diyen Cemil Eren, çocukları Barış ve Zeynep’le birlikte Erenus Sanat Galerisi’nde. Resmin müziği olur mu? Ressam Cemil Eren “Olur” diyenlerden. Eren’e göre, sese dönüşmemiş müzik içermiyorsa eğer, tıpkı şiir gibi, resim de, heykel de olgunlaşmamış demektir. Beyazın ve güvercinlerin ressamı olarak bildiğimiz Cemil Eren, çocukları Barış Eren ve Zeynep Eren ile birlikte Erenus Sanat Galerisi’nde açtığı “Biz/Bis” adlı sergiye ilişkin sorularımızı yanıtlarken iç dünyasını da yansıttı bize: Bir kaç yıldır Bartın ve çevresinde uzunca süre zaman geçirdiniz. Resimlerinizin izlenimleri Doğu Karadeniz’in nedense “hırçın” diye tanımlanan doğasında geçti. Hırçın değil bence Karadeniz, delikanlı gibi, genç kız gibi delişmen sadece. Durulduğunda tüm dinginliği ile geri geliyor... İnsanları ve denizi de öyle. Resimlerinizde aynı izlenimler var gibi... Gördüğüm ilk deniz Karadeniz olmuştu; Ege’yi Akdeniz’i sonradan tanıdım. İlk deniz izlenimim biraz yeşile çalan koyu mavi uçsuz bucaksız dümdüz bir su… İlk şaşkınlığımdı bu. Uzun yıllar Bodrum’un denizlerini yaşadım ve boyadım… Üç yıldır Karadeniz’e gidiyorum. Fırtınalarla rahatsız edilmezse o da diğer denizler gibi düz, dalgasız ve mavi… Ama bir karıştırıldı mı, açıklar kara laciverte dönüşürken kıyılar köpüren dalgalarla bembeyaz kesilir… Tepelerdeki kıvrım kıvrım yollarda giderken kıyıları döven dalgaları izlemek romantik lise yıllarımda hayal ettiğim kıyılardaki sivri kayaların tepesinde patlayan inci benzeri köpükleri tekrar gözümün önüne getirir… Karadeniz baktığınız yere ve zamana göre çeşitli görünümler verir. Ben resim yapmak için Karadeniz’in beyaza dönüşmüş köpüklü zamanlarını seçtim. Denizler kıyılarında yaşayan insanların kişiliklerinin oluşumuna büyük katkıda bulunur; Karadeniz insanları da öyle. Karadeniz gibiler… Üç yıldır yaz aylarının önemli bir kısmını aralarında geçirdiğim Karadenizlilerle çok güzel dostluklar oluşturduk, bundan onur duyuyorum… Siz güvercinlerin ressamı idiniz. Son serginiz ile martılara da pencere açmışsınız. Güvercinler benim çocukluğumun motifleridir… Evimizin avlusu güvercin kafesleriyle doluydu, büyük ağabeyim beslerdi onları… Çocukluğumun kafeslerinde uğul uğul öten, havada taklalar atarak yaşama sevinçlerini sergileyen güvercinler tuvallerimde bana eşlik ederler, onları çok severim. Martılarla, Bodrum Torba’da denize hemen hemen sıfır uzaklıkta olan, yan tarafında balıkçı iskelesi bulunan küçük bir kulübede yaşarken tanıştım. İskeleye doğru süzülen balıkçı teknelerinin peşinde çığlıklar atarak evimin önünden geçişleri sanki bana hoş geldin der gibiydi. Denize dalıp balık yakalamalarını uzun uzun izledikten sonra resimlerini yapmak hevesine kapılıştım 1976 yazında. Kanadı kırık martıyı Barış getirmişti deniz kıyısında yattığı yerden alıp. Uyguladığımız iyileştirmeyi ve beslenmesi için verdiğimiz balıkları yemeyip, kendini ölümün ellerine bırakması martılar hakkındaki düşüncelerimi derinleştirdi; saygın bir yaratıktı martı. O martının ölmeden önce ve öldükten sonra resimlerini yapmıştım. 1976 yılından bu yana zaman zaman martı resimleri yaptım. Bu son martılar İren’in bana Kuzey Denizinden yolladığı martılardan esinlenerek yaptığım martılardır, resimlerin hepsi de martıların havada yaptıkları dansları betimler. Martılar onurlu, başı dik, yalakalıktan uzak, martı olmanın gururunu sergileyen yaratıklar olduğu için benim ilgi alanıma girdiler. IŞIK KANSU hafta?cumhuriyet.com.tr C MY B C MY B İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Miyase İlknur Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim Yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No.2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 0 212 251 98 7475 0 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle