19 Kasım 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 12 ARALIK 2009 CUMARTESİ Semir Aslanyürek 7 Avlu’nun setinde... Seyirlik bir film ihtiyaçtan değil Türkiye’deki reklam sektörünün fenomenlerinden biri Ali Taran. “Yetenek Sizsiniz” yarışmasında da jüri. Şimdi bir de film çekti, ismi “No Ofsayt”. Herkes filmi sinemalarda izleyecek. Çünkü gala, basın gösterimi, hatta düzgün bir fragmanı bile yok. Evet, Ali Taran film yaparsa böyle olur demek mümkün. Peki ya iyi bir reklamcı neden film yapar? Ali Taran Türkiye’deki reklam sektörünün en eski, başarılı ve tanınan isimlerinden. Saymaya başlasak dilimize pelesenk pek çok reklamın yaratıcısı. Bir ALİ DENİZ süredir “Yetenek Sizsiniz” yarışmasında USLU jüri olarak boy gösteriyor. Ama onu habere konu yapan çektiği film. İsmi “No Ofsayt”. Filmin kahramanı da tanıdık, 1993 yılında hayatımıza reklamlarla giren Ali Desidero. Derdi, futbolseverlerin en az bir kere sordukları bir soru; “Ofsayt olmasa ne olur? Neden Ofsayt var? Bunu kaldıralım!” Filmi Ali Taran yapınca her şey farklı oluyor elbette. Filmin galası ve basın gösterimi yapılmadı. Hatta bildiğimiz şekliyle bir fragmanı bile yok. Taran’la da görmediğimiz bir film üzerinden konuştuk. Bunun bir pazarlama hilesi olduğu eleştirilerine yanıtı özgündü: “Ben sinemanın yapılarıyla ilgilenmiyorum. Herkes bu filmi sinemada görecek. Galayı da anlamlı bulmuyorum. Burada gördüklerim beni buna itti. ‘Paradan kaçtı’ diyenler oldu. Kaçar mıyım? Hadi canım. Anlamlı gelmiyor bana o kadar! Hem benim gala yapmamam galaya gelecek 500 kişiyi ilgilendirir.” Dinlerin kardeşliği değil zengin kardeşliği var Semir Aslanyürek “7 Avlu”da yedi Antakya hikâyesi ile, Antakya’nın kültür mozayiği ile karşımızda. Filmi, çokdillilik, çokkültürlülük gibi tartışmaların, bu alandaki “açılımların” yoğun yaşandığı bir döneme denk gelen Aslanyürek, mevcut tartışmalara mesafeli. Bu konuda yoğunlaşan faaliyetlere ilişkin ise, “Kimse eşitsizlik, haksızlık, zulüm, talan, ülkenin zenginliklerini birilerine peşkeş çekmeyle ilgili konferans düzenlemiyor” diyor. Sinema eğitimini Moskova Devlet Sinema Enstitüsü’nde (VGIK) tamamlayan Semir Aslanyürek, son Bursa İpek Yolu Film Festivali’nde GAMZE sergilenen “7 Avlu” filmiyle Antakya filmlerine ERBİL bir yenisini ekledi. Aslanyürek Şellale (2001) ve Eve Giden Yol (2006) filmlerinden sonra kentin çok dilli ve kültürlü yapısının farklı öykülerle sergilendiği 7 Avlu ile karşımızda. Filmin bütün hikâyeleri gerçek yaşamdan uyarlanmış ve yeniden kurgulanmış. 1993’ten beri Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi SinemaTelevizyon Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalışan Aslanyürek, bu dönemin başından beri Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Akademisi’nde de ders veriyor. Aslanyürek ile, sinema, sanat, film yapmak ve son filmi “7 Avlu” üzerine konuştuk. Çok bildik bir soruyla başlayalım. Türk sinemasının bugünkü durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu tabloda kendi rolünüzü nasıl görüyorsunuz? Türk Sinemasını yıllar önce nasıl değerlendirdiysem öyle... Biçim değişse de zihniyet değişmiyor. Türkiye’de hâlâ “dolmuşçu”, “kaptıkaçtı”, “seyyar satıcı” zihniyetiyle film yapılıyor. Bu işi daha da kolaylaştıran bir olgu digital kameralar... Ama yine de umutluyum. Bu kaostan mutlaka işe yarar şeyler çıkacak. Hangi film ne kadar yaşayacak, ona bakmak lazım... Bu tabloda benim rolümü zaman belirleyecek. Kalıcı şeyler yapmaya kararlıyım. Umarım tarih beni mahcup etmez... Diller değil zihniyetler sorunlu Film yapmak sizin için ne ifade ediyor? Film yapmak benim için... Mücadele, mücadele, mücadele... Yani yaşamak neyi ifade ediyorsa... 7 Avlu ilk ne zaman aklınıza düştü? Hatay sizin memleketiniz aynı zamanda. Bunun nasıl bir etkisi var filmi kurgulamanızda? Yıllarca önce... Yedi Avlu’nun bütün hikâyeleri gerçek yaşamdan uyarlanmış ama farklı kurgulanmıştır. Eleni’nin karakteri benim kuzenin hanımıdır. Gerçekten eşi öldü ve üç kızıyla yalnız kaldı. Dul kalınca bir şekilde dışlandı ve iletişim kurmak için her gün bir bahaneyle mahalle kapılarını çalıyordu. Eski solcular da günümüze kadar böyleler. Avlusunda hazine arayan adam benim öz teyzemin oğludur. Tabii bir şey bulamadı. Diğer hikâyeler de öyle... 7 Avlu ile ne anlatmak istediniz? Film 2009’da değil de mesela 90’larda gündeme gelseydi, mesajı ne olurdu? Bir yönetmen anlatmak istediğimi söyleyecekse film yapmasına gerek kalmaz. İnsanlar ne anlıyorlarsa o... Ama yine de söyleyelim de, insanlar “ne anlatmak istediğini bilmiyor” demesinler. (gülüyor) Farklı dillerin değil, farklı zihniyetlerin sorun yarattığını ve iletişimsizliği mümkün kıldığını anlatmak istedim. Bu benim VGİK’teki tezim aynı zamanda. “Babil’de Yalnızlık” adlı kısa filmde de aynı sorunu ele almıştım... Bu filmi ne zaman yapsam mesajı yine o olurdu. Zihniyet kısa sürede değişmiyor çünkü... ‘Film yapsan çok tutar...’ Reklamcı neden film yapar? Ya da yaptığı film nasıl olur? Sorular, sorular... Taran’a göre yaptığı reklamcı filminden ziyade bir Ali Taran filmi. Evet, Türkiye’de reklamcılık onunla özdeş. Peki ya neden sinema? Taran anlatıyor: “Pek planlı olmadı bu iş. Halkın nabzını tuttuğumu söyleyip ‘film yapsan çok tutar geyiği’ vardı. Futbolla ilgili bir adam olarak aklıma bu geldi. Konuyu yazmaya başladım ama ne olarak yazmaya başladım, farkında değildim. Senaryo kuralları falan beni irrite etti. Zaten kuralları hiç sevmem. Amacım okunabilir olmasıydı. Ofsaytın kaldırılmasını biri kafasına takar, kim takar dedim Ali Desidero ‘bunu hallederiz’ der diye düşündüm. Kendi adımla eğlenmek için de Ali Taranski, Taranova, Tarinero derken Tarantula ismi geldi.” ‘Akım yok, moda var’ Eğitiminizi Suriye ve Rusya’da tamamladınız. Bu deneyiminizin dünyaya ve sinemaya bakışınızdaki etkisi nedir? Suriye deneyimi iyi bir deneyimdi. Birçok Avrupa ülkesinden ve sosyalist bloktan bir sürü öğrenci arkadaşım vardı. Bazılarıyla aynı evde yaşadık. Olgun ve çalışkan insanlardı, beni çok iyi yönlendirdiler. Sovyetler Birliği ise başlı başına bir olaydı. Mucize gibi bir şey. Hayatımın en güzel, en özgür ve kendimi gerçekten insan olarak hissettiğim bir dönemiydi. Neyse... Şimdi yine komünizm propagandası yapıyor diyecekler... (gülüyor) Bu deneyim bana sosyalizmin bir gerçek ve sosyalizmden sonraki yaşamın bir cehennem olduğunu kanıtladı. Sinemanın da sosyalist toplumun egemen sanatı olduğunu. Bu tezimi daha önce de dile getirdim ve bir sürü insan bunu “sadece sosyalist ülkelerde sinema yapılabilir” şeklinde anladı, ki bu öyle değil. Ama kapitalist ülkelerde parayı veren düdüğü çalıyor, aradaki fark burada. Sosyalist ülkede yönetmen sadece vicdanına hesap verirken kapitalist ülkede parayı verene hesap veriyor. Şunu da eklemek gerekirse, Sovyetler Birliği’ndeki sinema anlayışım Türkiye’ye döndükten sonra kelimenin tam anlamıyla bozuldu. Artık film yaparken “bu film ne kadar izleyici yapar” veya “şu veya bu lobi bu filmi ne kadar tutar” şeklinde düşünmeden edemiyorum... Yakında bunu da aşabileceğime dair derin bilincim var... Kendinizi hangi sanat “ekolüne” dahil görüyorsunuz? VGİK ekolündenim. Ama hangi akım derseniz bütün akımları reddediyorum. Akım diye bir şey yok! Moda var! Ve oldum olası modaya ayak uyduramadım. Her akım veya moda sanatın gerçekliğini kendi işine gelecek şekilde çarpıtmaktan başka bir şey değildir. Sanatçılar lobilere çalışıyor Filmdeki “insanlık halleri”nin bir bölümü, sanki ülkemizin bugünü veya geçmişine dair doğrudan göndermeleri içeriyor. Biraz bunlardan bahsetsek… Evet... Özellikle bir zamanlar solcu olup şimdi solculuktan intikam alırcasına solculuğa veriştirenlere. Artık bu nedenle solcu lafı hele de eski solcu bana çok eğreti gelmeye başladı. Bunu zaman zaman dile getirdim ve “ben solcu değilim, sosyalistim” demeye başladım. Bir de mesela Antakya’da postmodern çok kültürlülük babından “Dinlerin Kardeşliği”, “Kültürlerin Kaynaşması” adı altında bir sürü konferans veya etkinlik düzenleniyor. Ama “zengin kardeşliği” veya “çıkar kaynaşması”ndan başka bir şey yok ortada! Kimse eşitsizlik, haksızlık, zulüm, talan, ülkenin zenginliklerini birilerine peşkeş çekmeyle ilgili konferans düzenlemiyor. Sanatçılar bile artık sadece “lobilere” çalışıyorlar. Yapılan filmlere bakın, ülkenin hangi sorunları dile getiriliyor? ‘Ali Taran yaparsa böyle olur...’ Ali Taran yaptığı işten memnun. Reklamcılıkta hep aracı olduğundan yakındığı için şimdi kendi ürününü görünür kılmanın mutluluğunu yaşıyor. Tüketici ile bire bir iletişim halinde. Filmini nasıl tanımladığı sorusunun yanıtı; “bu film dram da değil komedi de, eğlencelik. Seyirlik bir film aslında yani ihtiyaçtan değil.” Fragmanın olmaması ya da tanıtımında filmden görüntü olmaması konusuna dönersek. Taran, “filmin en güzel yerleri fragmanda görünür mantığına karşı, ortada kalmamak adına bu işi yaptık” diyor, “öyle bir görsel şölen var demek de değil elbette bu. Ali Taran film yaparsa böyle olur, başka bir derdi tasası yok da.” Belli ki Taran epey eleştiri almış. Bu yüzden bir savunma hali var. “Bu bir sinema eseri değil ama benim reklamlarıma da kurallarla bakarsan sınıfta kalır” diye karşılıyor söylenenleri. “Kendini film etmiyor musun?” diyenleri “kendi filmim uğruna bunu yaparım” diye yanıtlıyor. Bir de yılların kurt reklamcısı Ali Taran’ı jüri üyeliğiyle tanıyanlar var. İşte onun sıkıntı duyduğu “gündeme gelme” polemiği de burada başlıyor. Taran başlıyor salvolara, “Ben 15 yıl akıl edemedim değil mi televizyona çıkmayı? Bana bu yarışmanın hiçbir faydası da yok. ‘Aa bu adam jüri hadi ona daha fazla reklam verelim mi?’ diyecekler. Görünür olarak zihinsel mastürbasyon yapmam ki ben. Kaç yaşına geldim.” Reklamın dahi çocuklarından Jacques Seguela bundan yıllar önce yazdığı kitabında “Anneme Reklamcı Olduğumu Söylemeyin... O Beni Bir Genelevde Piyanist Sanıyor!” diyordu. Taran bu önermeye de ciddi kızgın. “Gençliğimde reklamcılığı çok ciddiye aldığım için bu lafa çok sinir olurdum. Ben onu şöyle çevirdim; ‘Anneme reklamcı olduğumu söyleyin, sevinsin o...!’ Bu ironik bir espriydi, bu şekilde ifade etmem gerekiyordu. Reklamcılık gerçek ve ciddi bir iş.” Yüzde on barajını geçemedi” diye özetliyor. Türkiye’deki reklam işlerini de sıradan buluyor, iyi işlerin nadir olduğunu düşünüyor. Yaratıcı reklamın kriteri ise sonuçları. Başarısını akılda kalıcılıkla ölçmüyor. “Sloganları hatırlamanın müşteriye ya da markaya çok faydası olmaz. Hatırlamamaya göre daha iyi mi? Tamam da fayda yok, dürtü yok. Beyinde kalan tortuyu ölçemeyiz. Çağırışımlar, reklamın ömrü falan filan yorucu. Hem ben psikolog değilim bunu değerlendirmem.” Kendi yaratıcılığından ise şüphesi yok. Ürün ve hizmetlerin reklam sürecinde attığı adımlarda mesafesini koruduğuna emin. Tavrını ve anlayışını, oluşuma, üretime koymayacak kadar yaratıcı olduğuna inanıyor. Yetenek Sizsiniz’de kaç Michael Jackson taklidi geliyor, saymaktan bıkmış. Elbette Jackson’a lafı yok ama bu topraklardan beslenenlerin özgünlükleriyle gelmemelerinden sıkıntılı. “Saz çalan adamlar nerede? Yanık sesli, bizi yakacak adamlar bekliyorum. Ama yok işte, şu ana kadar gelmedi hiç. Bardak yiyen adam geliyor, ben ne yapayım onu. Yetenek mi, yaratıcılık mı yoksa ne?” diyor. Bakalım, bu hafta “No Ofsayt” vizyona girmiş olacak. Yetenek mi yaratıcılık mı? Biz de göreceğiz. Yetenek mi yaratıcılık mı? Taran deyince akla bir de Cem Uzan ve Genç Parti efsanesi geliyor. Hikâyeyi, “Telsim benim müşterimdi. Reklam veren sıfatındaki Cem Uzan bana danıştı. ‘Ben olmasa daha iyi olur’ dedim ama bir karar vermişlerdi. Gönülsüzdüm ama ‘evet’ dedikten sonra gönülsüz çalışamazdım. Benim en çok canımı sıkan onu sıfırdan yarattığım iddiası. Yalnızca bana gelen bilgiler ışığında konuşma metinlerini yazıyordum. Yok gömleğini kıvıracakmış, terli görünsün diye gömleğine, sırtına su döktürmüşüm, döner pilav falan, bunlar şaka gibi... Sonuç bana göre başarısızlık. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle