17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

6 28 HAZİRAN 2008 CUMARTESİ Klişesiz bir göç filmi İnan Temelkuran, Paris, Madrid ve Berlin’de bir gecede yaşanan öyküler üzerinden anlattığı ülkeden ülkeye dolaşan yabancıların hikâyesiyle Altın Koza’ya damgasını vurdu. Altın Koza film festivali bu yıl görülmemiş bir olaya sahne oldu. Bir filmin 18 erkek oyuncusu birden en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldü, aynı filmin yönetmeni de en iyi yönetmen ödülünü aldı. Made in Europe’dan bahsediyoruz. Yönetmeni İnan Temelkuran’la tezini yetiştirmeye çalışırken buluştuk, konuşurken ben SİNEM filmin etkisindeydim ama ki o da öyleydi. Made in DÖNMEZ farkındaydım Europe, bir insan filmi. Oturup sohbetlerine katılabileceğiniz gerçeklikte diyaloglara ve yaşanmışlıklara sahip bir film. Tek farkı o insanların burada değil, ‘gurbette’ olmaları. Apolitik, mantık dışında gezinen bir film değil Made in Europe. Paralel düzlemlerde ilerleyen ancak yine de asimetrik öyküler üzerine kurulu. İyiler ve kötüler arasında keskin çizgiler yok. Karakterlerin hiçbirinin tarafını tutamıyorsunuz, ki onlar Türk değiller sadece, ülkeden ülkeye dolaşan yabancılar... Temelkuran, Ankara Üniversitesi’nde hukuk okuduktan sonra Madrid’e sinema okumak üzere gitmiş. Orada dönercide çalışırken, okumaya devam etmiş. Paris, Madrid ve Berlin şehirlerinde aynı gece içinde geçiyor film. O gece de hepimizin hatırladığı Amerika’nın Afganistan’a girdiği gün. Film ilerler ve izlerken aynı gece olduğunu farkettiğinizde gözünüze takılan şey çok açıktır; arkada sesi duyulan televizyonlar olmasa, filmdeki oyuncular herhangi bir kahvede ya da bir Türk evinde olabilirler. Made in Europe filminin başrolünde diyaloglar ve yabancılık var. bu bir şakacı arabesk tarzdadır. Onu göstermek istedim. ‘Kahretsin yine para yok’ derken gülmek gibi, ‘Para yok hadi viski içelim o zaman.’ Yokluk desen değil, varlık desen varlık değil, hayat gibi işte.” ‘ÖYLE DE DEĞİLİZ BÖYLE DE..’ Türk olduğumuz için birbirimize muhtacız durumu mu? “Yok canım tam tersi. Hepsi kavga eder birbiriyle, ama arkadaşlık da ederler. Türklükten değil bu. Aynı iş yerinde çalışıyorsun, bütün gün berabersin. Dışarda oldukları için bir araya gelme hali var. Başka bir şekle bürünüyor orada milliyetçilik. Dışarıdan eleştirmek çok kolaydır. Mesela AKP ‘Bu ülkede müslümanlar eziliyor’ diye bir laf eder. İnsanlar da inanır. Türkiye’yle ilgili bilgisizlik oralarda had safhada. Bir anekdot anlatayım; Ben dönercide çalışırken, bir Arap gelir, ‘Bu et helal mi?’ diye sorar, ‘Evet’ yanıtı vermeme karşın, ‘Ben biliyorum Türkler müslüman değil’ der. Bu sırada yanında duran Arjantinli adam ‘Olur mu öyle şey Türkler müslüman’ der. Arap gider, bu kez Arjantinli, ‘Türkler müslüman ama çok da fazla domuz eti yiyorlar, ben domuz eti istemiyorum bana dana eti ver’ der. Öyle de değiliz, böyle de değiliz, bu politik durumda da böyle. Bu ülke çok ince desteklerle ayakta duruyor. Hepimize göre her an yıkılmak üzere ya bu ülke, iyi bir şey diye söylemiyorum, sürekli kriz halkinde olmak yıkılmaktan daha kötü. Hakkında anlatmak istedim.” Çok gelgitli ruh halleri var karakterlerin? “Evet aynen öyle. Bir parlıyor bir sönüyorlar.” Ama bu sadece orada oldukları için değil herhalde? “Değil zaten. Son yıllarda da çok okuyoruz. Türkiye’de o insanlar birbiriyle bu şekilde konuşsalar konuşmanın sonunda vuruyorlar birbirlerini. Sadece yol vermediği için kimbilir kaç adam öldürüldü. Dışarıdayken kavga ediyorlar, iki dakika sonra duruyorlar, sonra aynı eve dönüp, aynı müziği dinliyorlar. Biraz sakin olursak çok fazla konuşabileceğimiz şey var demek istedim.” BİR SENARYO OYUNU Afganistan’a girilen tarihi seçmeniz tesadüf değil heralde? “Ben Madrid bombalandığı sırada İspanya’daydım. Benim mahallemdeki Araplar birden ortadan yok oldu. O olay da senaryo oyunu. Naif de olsa bizim de bir ırkçılığımız var. Naif diyorum çünkü filmde Afganistan için ‘Dağıtın Arapları’ diyor bir tanesi, öteki de ‘Onlar Arap değil Afgan diyor’ yanıt da ‘Aman hepsi hırsız değil mi?’ Şöyle ki bir restoranda çalışıyorsun, ya da bir mahallede yaşıyorsun, Arnavutlar, Araplar, yankesiciler, o bölgede çalışıyor, bu adam sürekli onları görüyor ancak öte yandan onunla bir uyuşturucu alışverişi var. Babası oğluna ‘Araplarla çalışırsan seni evlatlıktan reddederim’ diyor, beş dakika sonra ‘Habibi şu kapıyı açar mısın?’ diyor. Garip bir durum bu. Afganistan meselesi bunu anlatmak için. Bizim özellikle Araplara karşı bir ırkçılığımız var, sevmiyoruz. ama çok alışverişimiz var. Aslında sevmememizin nedeni onlar bizi de kötü gösteriyor gibi düşünüyoruz herhalde bana göre.” Sadece ırkçılık mı sebep? “Bir de olaylara karşı kayıtsızlık. Benim anlatmaya çalıştığım şey biraz da lümpenlikle ilgiliydi. Olayları önemsememe, doğuracağı sonuçları ön görememe. Bu da neredeyse Türkiye’nin tamamıyla ilgili bir dert diyebiliriz. 3. dünyalıların birbiriyle olan kaderdaşlık hali vardır. AlmanyaNijerya maçı olsa Nijerya yensin ister Türkler. Bunları anlatmak için yapılmış bir oyun Afganistan’a girildiği gece geçmesi filmin.” Filmde 18 erkeğin oynamasının sebebi sizin kendi bildiğiniz ortam olması ve en iyi bunu anlatırım demeniz mi? “Yurtdışına genelde erkekler çıkıyor. O komünite erkekti ve ben bildiğim şeyi anlatmak istedim. İlerde kadınları da anlatacağım. Almanya’da koydum kadın. Ancak anlattığım geceler içinde erkeklerin kendi kendilerine kaldıkları zaman konuşma şeklini de göstermek istedim. Çok dar alanda ve dar zamanda bir şey anlattım. Onlar için de böyle gerekiyordu. O insanların bir araya geldiklerinde ortaya çıkarttıkları atmosferi anlatmak istedim.” Bu filmde alıştıklarımızdan farklı olarak Türkiye’ye dönüp dönmeme çelişkisi yoktu. Özellikle mi oldu bu? “Evet bu tip klişelere yer vermek istemedim. Örneğin küçük mafya da yoktu filmde. Ben 90’lardan sonra yurtdışına çıkan insanlardan bahsetmek istedim. Saddam, Halepçe’yi bombaladıktan sonra biz daha fazla mülteci vermeye başladık, o noktadan sonra yurtdışına çıkanları anlatmak istedim. Avrupa mültecilik hakkı vermemeye başladı arkası kesilmediği için. Bizimkiler ortada kaldı, başladılar dolaşmaya. Herkes legal durumda olmak ister. Legal durumda olmayınca sevmedigin bir iş yapıyorsundur, başka iş de bulamazsın ben bile öyleydim bir ara. Kağıdım olmasına rağmen bulamadım. O kadar dil biliyorsun ama iş bulamıyorsun. O işte haftada altı gün çalışırsın, uzun saatler, ben ilk başlarda rüyamdan ekmek bitti diye bağırarak uyandığımı biliyorum. Bir sürü klişe var hiç anlatılmayan ben bunları göstermek istedim.” ‘HAYAT GİBİ İŞTE...’ Filmdeki karakterlerin hikayeleri oluşurken nelerden esinlendiniz? “Madrid’in ilk Türk restoranında dönercilik yaptığım için, o küçük işyerinde dönen oyunlara, insanlara, yaşamlara tanıklık ettim. Hikayeleri kurarken orada tanıdığım insanlardan yola çıktım. Her yeni gelen de orada çalışıyordu, böylece çok insanla tanıştım. Filmde de bazı şeyler gerçeğe çok yakın ama o gerçekten de yola çıkarak başka bir kurguya yöneliyor.” Sizin de yaşam hikayenizle filmdeki bazı öğeler benzeşiyor. Bu kadar gerçeğe yakın olmasını nasıl sağladınız? Amacınız neydi filmi çekerken? “Göçmenlerin, yurtdışında yaşayan problemler değil, orada yaşayan insanlar olduklarını göstermek istedim. Bizim de bir yaşam kültürümüz var. Akşam insanlarla bir araya gelirsin, günün dedikodusunu yaparsın, çekiştirirsin, filmde de çok dedikodu dönüyor, sürekli birbirlerini çekiştiriyorlar. Birbirlerini çekiştirdikten sonra gecenin sonunda bir anda herkes tekrar arkadaş. Ama zaten gerçekten de bu böyledir. Orada yaşayan günlük sorunların burada yaşanan günlük sorunlardan çok da farklı olmadığını anlatmak istedim.” Göçmenler nasıl algılanıyor yurtdışında? “Göç algısı oldukça problem. Zaten bu zamana kadar izlediğim bütün filmlerde de aynı algıyı gördüm. Göçmenler, göç verenler için acılı grup olarak tanımlanıyor. Böyle bir şey yok. Evet acı bir durum ama her gün kimse de kalkıp, ‘Ulan biz de şu ülkeye bir adapte olamadık’ gibi şeyler düşünmüyorlar, dense bile çok kolay konuşulacak bir ülke değiliz. Bazı kürt arkadaşlara ‘siz orada eziliyorsunuz’ denince sinirlenenler bile var o hareketin içinde olmalarına rağmen. Beni milliyetçilik değil daha temel şeyler ilgilendiriyor.” Temel şeyler derken oradaki sorunlar mı? “Oradaki çelişkiler, psikolojik durumlar, kafa karışıklıkları ilgilendiriyor beni. Patronlar ve işçilerin aralarında kuracakları ilişki bir arkadaşlık ilişkisi mi yoksa çalışanişveren ilişkisi mi? Filmde de bu çok karışık. Beraber kart oynuyorlar, nasıl davranacaklar birbirlerine? Bunlar milyonlarca dolarları olan insanlar değiller, beraber çalışıyor bir kısmı. Çok arada kalmış durumlar bunlar. Dolayısıyla tanımlaması o kadar kolay değil, benim de kafam karışıktı.” ‘RAHATSIZ ETMEK İSTEDİM’ Paris, Madrid, Berlin’deki karakterler farklı ancak bir şekilde birbirlerine paraleller? “Evet doğru zaten dikkatli izlediğinizde bazılarının adlarının başka yerde de geçtiğini görürsünüz. İlk hikayedeki adam, son hikayedeki dönercide çalıştı mı acaba? Gemilerde çalıştım diyen adam diğer hikayede bahsesilen adam mı? Ben bu filmde ortaya bir durum koyuyorum ve soru sordurmak ve rahatsız etmek istiyorum. Kendi kendimizle yüzleşmek için. Bir araya geldiklerinde bir organizma gibi olduklarını düşünüyorum ve bu organizma biraz şizofrence, bir dediğinin ötekini tutmadığı, irrasyonel bir organizma. İnsanlara da bunu Belgesel film festivali Altın Salkım başlıyor 1960 yılından bu yana Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde hatta Kıbrıs’ın genelinde sürdürülen ilk festivallerden biri olan Mehmetcik Köyü Üzüm Festivali, bu yıldan itibaren uluslararası bir kimliğe bürünerek evrensel bir boyuta taşınıyor. 8 Ağustos’ta açılışı yapılacak olan 48. Geleneksel Mehmetcik Üzüm Festivali süresince Mehmetcik Üzüm güzeli, Kültür sokağında Kıbrıslı yazar ve şairler ile ilgili kitap imza günleri, karikatür sergisi, söyleşi ve şiir dinletileri, her yaş grubu için kum kale yarışmaları, en güzel bahçe ve sokak yarışması, şarap ve yemek kursu, şarap turu, her akşam Kıbrıs’lı müzik grublarının konserleri, hentball turnuvası, üzüm ürünleri uluslararası yemek yarışması, en uzun sucuk yapma yarışması, satış amaçlı geleneksel sokak satıcıları canlandırması ile yöresel mutfak ve el sanatları sokağı gibi etkinlikler gerçekleştirilecek. Festival, bu yıl farklı etkinlikleriyle de dikkat çekiyor. Geçen yıl ilki düzenlenen Uluslararası Altın Salkım Belgesel Film Festivali’nin ikincisi, çok daha kapsamlı programıyla buluşuyor belgesel tutkunlarıyla. Üzüm ve şarapları ile ünlü Mehmetcik beldesinin üzümlerinden esinlenilerek adını alan Altın Salkım Belgesel Festivali’nde, orada yaşayan bölge insanının sosyal ve kültürel gelişimine katkı sağlayacak atölye çalışmaları ile herkesin öyküsünü anlatması planlanılıyor. Karpazlı köylüler, yönetmen Adil Yalçın ve öğretim görevlisi Onur Eroğlu’nun 4 haftalık atölye çalışması sonucu belgesel çekimini öğrenerek kendi hikayelerini anlatacaklar. Atölye sonrası hazırlanacak olan belgeseller de film festivali süresince gösterime girecek. Festival, geçen yıl kaybettiğimiz Kıbrıslı tiyatro sanatçısı Kemal Tunç’un anısına düzenlenecek. Aynı zamanda Türk Belgesel Yönetmeni Suha Arın’ın toplu film gösterimleri de gerçekleştirilecek. Uluslararası belgesel film festivaline Amerika’dan, Fransa’dan, Kuzey Kıbrıs’tan ve Türkiye’den belgesel film yapımcıları, yönetmenleri katılacak. M. Adil Yalçın, Onur Eroğlu, Derviş Zaim, Prof. Balkan Naci İslimyeli, Güven İslamoğlu, Berrin Çölgeçen, Reha Arın ile Haldun Dormen’in katılacağı ve 17 Ağustos tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivaldeki yarışmalı bölümde filmler profesyonel ve amatör olmak üzere iki ayrı kategoride yarışacak. Yarışmaların dışında seçkin yerli ve yabanci yönetmenlerin 14 film de Mehmetcik meydanında geceleri gösterime girecek. (Ayrıntılı bilgi www.belgeselfilm.com adresinden alınabilir) Forum mu Yapsak Yoksa Devrim mi? raflardaki yerini aldı Solun naif ve çocuksu yüzü Türkiye siyasal tarihinin en örselenmiş, en fazla acıya, baskıya maruz kalmış kesiminin solcular olduğu konusunda çoğunluk hemfikir. Bu nedenle solun tarihine ve sola dair bir şey anlatmaya başlandığında ilk akla gelenler acı, keder ve gözyaşı dolu motiflerin daha baskın olduğu olaylar oluyor. Bir bakıma da doğal. Ama nasıl ki hayatın kendisi tamamen acıdan ibarete değilse, solcuların hayatları da bütün örselenmişliğine rağmen sadece acıyla sınırlı değil... Kısaca böyle özetliyor solun ve solucuların hayatını Zafer Aydın, “Forum mu Yapsak Yoksa Devrim mi?” adlı ikinci kitabının sunuşunda. Esas olarak 1978’de “başka bir dünya isteriz” diye yola çıkmış genç insanların o döneme ait anılarıyla aynı kuşağın daha sonraki yıllarda cezaevinde, poliste, siyaset yaparken başlarından geçmiş 30 yıllık öykülerinden oluşan kitapta daha önceki dönemlere ait de birkaç öykü yer alıyor. 78 Kuşağı’nı ve o dönemi anlatan epeyce roman, şiir, öykü yazılmış olmasına karşın olaya mizahi açıdan bakan neredeyse hiç kitap yok. Bu fikrin nasıl doğduğu sorusunu, “Sol hareket, Türkiye siyasal tarihinin en çok baskı, görmüş, en çok örselenmiş, hırpalanmış acı çekmiş kesimi temsil etmekte. Bu yüzden sola, solculara dair bir şey anlatılmaya başlandığında kaçınılmaz olarak ‘acının renginin’ daha baskın olduğu öyküler anlatılıyor. Genellikle önemli olaylara, önemli aktörlere ayna tutuluyor. Oysa solun bunların dışında da süregelen bir hayatı var. Komik, şaşkın, şuursuz, hınzır ne kadar çok şey yaşadık. İstedim ki birbirimize anlattıklarımız, polis kayıtlarında, mahkeme zabıtlarında, toplantı tutanaklarında, örgüt arşivlerinde bulunmayan, bizi biz olarak anlatan, bize ait duygusal çizgiler taşıyan hikayelerimiz kayıt altına alınsın. Kayıt altına alınsın ki yaşanmış olanlar zaman içinde yitip gitmesin” sözleriyle yanıtlayan Aydın’a göre ayrıca başka bir fotoğraf daha ortaya çıkıyor. Bu fotoğraf yaygın ve yanlış kanının aksine solcuların “asık yüzlü” bir hayat yaşamadıklarını ortaya koyuyor. Üstümüze örtülmüş “çatık kaşlı, ağır abi” örtüsünü söküp atmakta içimizdeki solun gülen yüzünü, hınzırlığı, dalgacılığı, masumiyeti ortaya dökmekte fayda var. Hele ki Haydar Ergüler’in deyimiyle “solsuzluğun susuzluk” gibi içimizi kavurduğu şu günlerde ... Kitapta solcuların bilinen sert imajı ile çok örtüşmeyen naif, çocuksu bir görüntü seziliyor. Öyle ki anlatılanlar “Bunlar gerçek mi” sorusunu sorduruyor. Anlatılanların tümüyle gerçek olduğunu söyleyen Zafer Aydın, hiçbir şeyi olduğundan farklı anlatmadığını üstüne basarak tekrarlıyor. Ne de olsa, hiç kimseden hiçbir şey beklemeksizin koca bir dünyaya kafa tutmak, değiştirmek için her şeyi göze almak bazen naiflik, bazen masumiyet, bazen çocukluk olarak algılanabilir. Ben bunda sorunlu bir durum görmüyorum. Aksine bizim en kuvvetli yanımız çocukluğumuz, masumiyetimiz. Bizi solcu yapan da bizi insan yapan da büyük ölçüde bunlar Aydın’a göre. C MY B C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle