22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 03 24/1/08 16:04 Page 1 CUMARTESİ EKİ 3 CMYK 26 OCAK 2008 CUMARTESİ 3 Eskiden sorguya çekilirdik, şimdi baskılar farklı şekilde Alman işgali altında yaşayan Picasso, sorgu odasında sanatın susturulamayacağını anlatıyor. D uru Tiyatro’nun yeni oyunu Bana Bir Picasso Gerek’i izlemek üzere gittik Kadıköy Anadolu Lisesi’ne. Önce dar bir kapıdan geçip karanlık merdivenlerden indik. Bir SS subayı karşıladı bizi elinde fenerle. Basık, izbe, rutubet kokan bir alana girdik. Mahzende oynanıyor oyun. Farklı bir enerjisi var elbette. SS subayı ZUHAL elindeki fenerle AYTOLUN yüzümüze bakarak Almanca konuşuyor. Elimizdeki biletleri kontrol ediyor. Merdivenler kadar karanlık olan oyun alanına alıyor bizi. Yaklaşık 40 kişilik bir mahzen burası. İzleyiciler, subayın yönlendirdiği yere oturuyor. Yüksek sesle emirler veren subayı dinliyor herkes. Red yok, itaat var. Gösterilen yerlere oturuyoruz. Bir mum ışığı aydınlatıyor deneme sahnesini. Sirenler çalıyor. Ve oyun başlıyor. Jeffrey Hatcher’ın yazıp Şükran Yücel’in çevirdiği Arif Akkaya yönetmenliğindeki Bana Bir Picasso Gerek, iki karakter çevresinde gelişiyor. Oyun, Alman işgali altındaki Fransa’da yaşamını sürdüren 60’larındaki Picasso’yu canlandıran Sezai Altekin ve Alman hükümetinin temsilcisi Bayan Fischer’i canlandıran Ayça Bingöl, sorgu odasında sanatın susturulamayacağını, zeki ve çarpıcı diyaloglarla anlatıyorlar. Oyun 1941 Almanya’sında geçiyor olsa da günümüzle de benzerlikler taşıyor. Zaman ve ülke farklı olsa da konu çok tanıdık. Bir galeride sergilenen ünlü bir nü tablonun bir bakanın gelişiyle üstünün kapatıldığı, heykellerin kırıldığı, tiyatro binalarının yıkılarak yerine ticaret merkezi yapılma projelerinin planlandığı için hala da geçerli. Sanatın işlevini ve muhalif duruşunu, ülkemizdeki algısını Sezai Altekin ve Ayça Bingöl ile konuştuk. Fransa, cinsel ayrımcılıktan mahkum UĞUR HÜKÜM Bazı toplumlar geriye doğru yürüyedursun, 22 Ocak 2008’de yani geçen Salı günü cinsel özgürlükler ve insan hakları bir mevzi daha kazandı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) bir Fransız ilkokul öğretmenin açtığı davayı haklı bularak Fransa’yı “Cinsel Ayrımcılık Yapmak” suçlamasıyla davacıya 10 bin avro tazminat ödemeye mahkum etti. Fakat bu dava pek o kadar sıradan bir dava değildi. Söz konusu olan ne erkekler kadar “maaş”ı hak etmediği ileri sürülen bir kadındı, ne de erkek olduğu için “küçük yaştaki çocuğunun bakımını üstlenemeyecek” olduğu söylenen bir babaydı. Bu kez Strasbourg’daki 1 numaralı üst mahkeme jürisinin değişik uyruklardan oluşan 17 üyesinden 10’u Fransa’yı bir “Eşcinsele karşı cinsel ayrımcılık yaptığı” gerekçesiyle mahkum ediyordu. Bu karar Fransız devleti, Fransız adaleti açısından tarihi bir “ilk”ti. 45 yaşındaki anaokulu öğretmeni Bayan Emmanuelle B. resmî kayıtlara göre bekârdır. Aslında Emmanuelle psikolog olan eşi Bayan X.Y. ile 1990’dan beri birlikte ve düzenli bir aile (!) yaşamı sürdürmektedir. Lezbiyen çift 10 yıl önce bir evlatlık edinmeye karar verir. Emmanuelle buldukları bir çocuğu nüfusuna geçirmek üzere gerekli işlemler için idari makamlara kişisel olarak başvurur. Fransa’nın İsviçre sınırına yakın Jura bölgesinin yetkili mercileri, küçük bir araştırmadan sonra bu talebi derhal reddeder. Halbuki 1996’da çıkan bir yasa bekarlara bireysel olarak “evlat edinme hakkı” tanımıştır. Emmanuelle, “Evlatlık edinecek olanak ve kişiliğe sahip olup olmadığını denetleyecek müfettiş evime, evimize geldiğinde bir kadınla birlikte yaşadığımı saklayacak kadar namussuz olmazdım. Dürüst olmak zorundaydım. Ayrıca savunduğum hakkım, haklarımız vardı...” şeklinde konuşuyor. Tabii ki, Emmanuelle ve hayat arkadaşı dürüstlüklerinin bedelini ödüyorlar. Yetkili makamların kararı çok açıktır: “Yasadan yararlanma hakkınız yoktur.” Gerekçe, “Çiftte çocuğun kimlik yönünü belirleyecek ölçüt eksikliği...” Başka bir deyişle, “Baba otoritesinin yokluğu.” Esas anlaşılması gereken nedense ailenin “Eşcinsel” oluşudur. Lezbiyen çift yılmaz. 1999’da önce Jura Bölge İdaresi Başkanlığına gider. Talep aynı gerekçeyle reddedilir. Mahkeme üstüne mahkeme. Her yerden, her makamdan yüzüstü geri dönerler. Son olarak 2002’de başvurdukları Yargıtay’ın kapıları da hemen hemen aynı sözcüklerle suratlarına kapanır. Yaklaşık aynı tarihlerde Philippe Fretté isimli bir başka Fransız eşcinselin (çiftin) AİHM nezninde girişimi de başarısızlıkla sonuçlanır. Alt daire jürisi 3’e karşı 4 oyla, “Fransız makamlarının belirli bir ‘özel değerlendirme sınırı’ olduğu” takdirinde bulunur. Ancak Philippe bu kararın temyizine, bir üst merciye gitmez. Emmanuelle ve eşi de ilk ağızda AİHM’ye başvurmayı düşünmezler. Fakat sorunu örgütlü bir biçimde gündeminden düşürmeyen “Association des Parents et Futur Parents Gay et Lesbiens / APGL / Gay ve Lezbiyen Ebeveyn ve Müstakbel Ebeveynler Derneği” Emmanuelle ve XY’in davasını bir kez daha AİHM’ne taşımaya karar verir. Mahkemenin üst dairesinin 22 Ocak’ta karara bağladığı tarihi zafer işte böyle bir mücadele sürecinin sonucudur ve Fransız hukukunda bir içtihat oluşturmaktadır. “Peki, niçin 5 sene önce değil de şimdi?” sorusunu Aile Hukuku uzmanlarından Daniel Borrillo şöyle yanıtlıyor: “Her şeyden önce son yıllarda toplumun kamuoyunun eşcinsellere bakışı değişti, evrime uğradı. Çeşitli yasalar aracılığıyla her insan gibi eşcinsellerin bir takım çok basit sosyal hakları tanındı. Yüce Divan çoğu zaman belirli bir uzlaşma yaklaşımıyla çalışır. Evrimi nazarı itibare alır.” APGL’den verilen bilgilere göre bugün Fransa’da eşcinsel ailelerde yaşadığı sanılan çocuk sayısı 20 ile 40 bin arasında. Bu olgu toplumunda her kesiminde görülür, görülebilir bir boyuta ulaşıyor. Fransız toplumu gerçekten de, her cepheden bir takım gericiliklerin boy göstermesine karşın bireyin özgürce tercihlerini saygıyla yaşamak yolunda kalıcı olması dilenen adımlar atıyor. Kaldı ki Fransa’nın eşcinsellerin tek veya çift olarak evlatlık edinmesi veya çocuk sahibi olması konularında Avrupa’da epeyce gerilerde yer aldığı çoğu uzmanın da ortak gözlemi. Bugün aralarında Almanya, Belçika, İngiltere, İspanya, İsveç gibi üyelerin bulunduğu 9 AB ülkesi çoktan sözü edilen hakları tanımış durumda. Ayrıca Strasbourg AİHM danışmanlarından, Londra King’s College profesörlerinden Robert Wintmute şöyle bir gerçeğin de altını çiziyor: “Eşcinsel aileler, çocuk eğitimleri ve ilgili yasalar üzerine bilimsel ve karşılaştırmalı araştırmalar yaptık. Sonuçlar teşvik edici. Bu konularda geri kalan Fransa...” Kazanılan hukusal zafer yalnızca Fransız eşcinsellerinin yargıya, idareye, resmi makamlara karşı veya eşcinsellerin en doğal insani hakları adına kazanılmış bir zafer değil. Zihniyetlerin evrimi, her türlü farklılığa içten saygılı ve aydınlık bir toplumu kurmak doğrultusunda bir ilerleme söz konusu. Eşcinselliği sapıklık, hastalık sayan, kadını erkeğin kümes malı gibi görüp evine kapatan, kaz sürüsü gibi ardına takan ve de bunu “özgürlük” kisvesiyle yutturmaya çalışan Orta Çağ özlemcilerinin mumu elbette bir gün bütün dünyada sönecektir. SANAT SUSTURULAMAZ Sistem itaat eden bireyler istiyor. Sanat ise muhalif duruşuyla bir bilinç yaratıyor. Sizce sanatın doğası gereği politikayla ilişkisi nedir? Altekin: “Sanatın muhalif bir duruşunun olması, itiraz etmesi, yanlışa işaret etmesi gerekir. Sanat bir isyan sesi çıkarır. Doğasında bu var. Uzlaşmaz. Uzlaşma arıyorsanız motivasyonu başka yerlerde aramak lazım.” Sanat susturulabilir mi? Bingöl: “Sanat susturulamaz. Çalışılabilir ama susturulamaz. Sonucu nasıl etkili olur o bir soru işareti. Bizim işimiz göstermek. Sonuçta partizan ya da militan değiliz. Ama bunu göstererek dikkati çekmek ve bu anlamda gidilmesi gereken yolları sunmak olabilir görevimiz. Oyunda da bunu söylüyor. Picasso ne yapabilir? Savaşı bitiremez. Ama Guernica’yı yapar. İnsanlar ona bakınca olanları hatırlar. Oyun sanatın neler yapabileceğini o kadar net söylüyor ki. Oyun 1941 yılında geçiyor olsa da, bunlar bugün de yaşanıyor. Türkiye’de heykele tükürülüyor, nü heykelin üzeri kapatılıyor.” Altekin: “Eskiden turneye giderdik, sorguya çekilirdik kimi zaman. Şimdi ise hemen yargıya yansıyor. Ses getiriyor. Ama artık baskılar farklı şekillerde.” Sanat nasıl bir ihtiyaçtır? Altekin: “Belediyeler altyapılara ağırlık verdiği gibi, sanat ihtiyacını da giderirlerse toplumun çöp sorununu gibi başka sorunlarını da çözer zaten. Çünkü sanat insanı yüceltir, sosyal yapar. Sebebi ortadan kaldırdığın zaman gelişim başlar. İnsanlar, insan gibi düşünmeye başlar. Toplumun temeline yapılan bir yatırımdır sanat. Bu yolla gelişimi durdurmak imkansız. Bazı gençler nasıl bir çağı yaşadıklarının farkında ve bilinçli bir şekilde ilerliyor. Bazıları ise Turgut Özal’dan sonra kestirme yollar görmüş; o yolları kullanıyor. Onlar da beni umutsuzluğa sürüklüyor. Apolitik, kestirmeci, üçkağıtçı toplum...” Bingöl: “İdealleri olan insanlar yok artık. O jenerasyonu çok yakından gözlemliyorum. Başka noktalardalar.” YAZAR YÖNETMEN YETİŞMİYOR Sezai Bey, uzun yıllar sahnelerden uzaktınız. Nasıl ikna oldunuz dönmeye? Altekin: “1314 yıldır emekliyim ve Bodrum’da yaşıyorum. Arif, sürekli gidip gelip tekstler getiriyordu. Oysa benim içim ölmüş, tiyatro yapmak istemiyorum. Tekstleri de beğenmiyorum. Şehir tiyatrolarında yıllarca memur tiyatrosu yapmışım. ‘Ben bu tür oyunlardan kaçtım, sen bana böyle oyunlar getiriyorsun’ dedim. Bir gün bu oyunun tekstini koydu önüme. ‘Ben yatıyorum abi’ dedi. Bütün gece okudum teksti. Sarsıldım, ağlamaya başladım. Sabah kalktım ve kabul ettim oyunu. Arif bana hayat verdi. Çünkü ateşleyici buji oldu bu oyun benim için. Bir daha da oynayamam herhalde. Böyle bir oyun bulamayız. Ama Arif yine ‘Buluruz’ diyor.” Türkiye’deki sanat ortamını nasıl yorumluyorsunuz? Altekin: “Ödenekli ya da ödeneksiz tiyatrolarda çalışanlar genç arkadaşlar bu işe soluk getiriyor. Devlet tiyatroları ise 30 yıl öncesinin oyununu oynuyorlar. Ben oynamak istemem. Müze tiyatrosu yapmak istemiyorum. Bir soluğu, bir güncelliği olsun isterim oyunun. Onun için kaçtım aslında biraz da. Bu genç arkadaşlar tiyatro havarisi gibi. İyi iş çıkarıyorlar. Onların nefesiyle yürüyor tiyatro. Malum Türkiye karışık bir dönemden geçiyor. Geçecek bunlar bir müddet sonra. Saçma dedikodu programlarından bıkacak ve vazgeçecek insanlar. Bir müddet sonra sanatın bir ihtiyaç olduğunu toplum anlayacak. Bu gelişmeyi kimse durduramaz. Tabii o zaman da tiyatrocu ve sanatçıların donanımlı olması gerekir. Tiyatroya ilginin azalmasında kaynağının kurumasından gelen bir sebep var. Yazar ve yönetmen yetişmiyor artık. İnsanlar da canlı, soluklu şeyler istiyorlar. O kültür devrimi bir gün gelirse inşallah sanatçıların da hazır olması gerekir.” Şimdiki kuşak hem şanslı hem şanssız Bengü Şen, İstanbul Belediyesi Konservatuvarı’nı bitirdi. İlk kez, Kenterler Tiyatrosu’nda Hamlet oyununda oynadı. Ayfer Feray Tiyatrosu’nda profesyonel oldu. Nisa Serezli, Gülriz Sururi, Engin Cezzar Tiyatrosu ve Dormen Tiyatrosu’nda çalıştı. HÜSEYİN 1977 yılında evlendi ve Almanya’nın Münih şehrine yerleşti. Münih’te 8 yıl KIVANÇ Volkshochschule’de Türk mutfağını tanıttı ve yemek kursları verdi. Münih’te, ODTÜ mezunu Ercan Kola’nın kurduğu Nokta Tiyatrosu’nda altı yıl oyunculuk yaptı. Şimdilerde Binbir Gece dizisinde oynuyor. Yıllar sonra oyuncu olarak neden Türkiye’ye döndünüz? Öncelikle vatan özlemi yüzünden. Yakınlarımı, dostlarımı çok özlemiştim. Yıllarca çalışmadığım için annelik ve ev kadınlığı yaptığım için ki bunları severek yaptım. Bir oğlum, iki kızım var. Çocuklar büyüdüklerinde, kendi ayaklarının üzerinde duruyorlar. Bu dönem içinde de kendimi çok yalnız hissettim. Ve kendim için bir şeyler yapmaya karar verdim. Eski mesleğimi yeniden hayatıma katmak ve tekrar beslenmek istedim. Bunu, ailece konuştuk. Ve İstanbul’a dönmeme karar verildi. Kaldı ki ailemle aramdaki mesafe, uçakla iki saat. Zaman bulduğum anda, Münih’e gidiyorum. Oğlum Efe Çaman, Kocaeli Üniversitesi’nde doçent. Büyük kızım İrem Şanlı, otelcilik yüksekokulunda (Almanya’da). Küçük kızım Elif Şanlı ise Almanya’da pedagoji ve psikoloji okuyor. Türkiye’ye döndüğünüzde hangi projelerde yer aldınız? Geçen yıl Kanal D’deki Sağır Oda dizisinde oynadım. Eylülde, yine Kanal D’de gösterilen Binbir Gece dizisinde çalışmaya başladım. Sevgili arkadaşım Aliye Uzunatağan’ın yol göstermesiyle oldu bu iş. Binbir Gece yapım şirketi TMC’den çok memnunum. Bugünlerde bir de SKY TV’de eski dostum Barbaros Şansal’ın Çengelli İğne adlı programında tiplemeleri oynuyorum. Çok eğlenceli ve gerçekten doyurucu bir çalışma oluyor. Eski oyunculuk anlayışıyla şimdiki oyunculuk arasında ne gibi bir farklar var? Bizim kuşak 68 kuşağı. O dönemin tiyatro oyuncularını çok şanslı buluyorum. Bu kadar çok oyuncu yoktu. Büyük ustalarla oynama ve çalışma olanağı vardı. Aldığımız para da iyi kötü idare ediyordu. Bu kadar çok televizyon kanalı olmadığı ve sadece TRT televizyonu olduğu için insanlar tiyatroları dolduruyordu. Şimdiki kuşaklar hem şanslı, hem şanssız. Oynadıkları dizilerde yaşamlarını sürdürebilecekleri parayı kazanıyorlar. En büyük şanssızlıkları da o kadar tiyatro mezunu oyuncu var ki.. mezun olanlar önce tiyatroda oynamayı hayal ediyorlar. Ama maalesef bu yetenekli gençler, yeterli tiyatroya sahip değiller. Ve de izleyicileri yoktur. İleriye dönük projeleriniz var mı? Yaşım ilerlemesine rağmen tabii ki yapmak istediğim çok şey var. Öncelikle senaryo yazıyorum. Ama yapımcılara ulaşmak çok zor. Tiyatroda oynamayı çok istiyorum. Ama tiyatroda kazanacağım parayla geçinemeyeceğim için öncelikle dizilerde oynamayı tercih ediyorum... ugur.hukum@gmail.com
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle