22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 02 24/1/08 16:20 Page 1 CUMARTESİ EKİ 2 CMYK 2 26 OCAK 2008 CUMARTESİ ‘Rüzgâr saçlarıma dokunduğunda ağlamaya başladım’ Türbanı çıkardım, Ürdün’lü yazar Fadia Fagir, türbanı reddettiği için yıllarca babasıyla çatıştı. Şimdi 51 yaşında olan ve İngiltere’de yaşayan Fadia, babasıyla olan yüzleşmesini The Guardian’a yazdı abam beni 3 defa türban takmaya zorladı ve ben de 3 defa çıkardım. Hikâyemin geri kalanında, türbanı nasıl çıkardığımı anlatacağım. Son 23 yıldır İngiltere’de yaşamama rağmen, AmmanÜrdün’de doğdum ve büyüdüm. Ailem tutucu Müslümandı fakat annem babama göre daha liberal sayılırdı. Babam, eğitime inanmasına rağmen, tüm çocuklarının 9 kardeşiz özellikle kızlarının iyi nitelikli, dürüst, temiz, dindar Müslümanlar Çeviren: olmalarını isterdi. Bizler de onun YASEMİN dilediği gibi çocuklar COŞKUN olmak istedik fakat çoğumuz onun aradığı niteliklere yeterli derecede sahip olamadık ve bu yüzden başaramama ve suçluluk duygusunu hep hissettik. Babam kalpsizdi, gaddardı. Bir keresinde benden 10 yaş büyük ağabeyimin başına dikilmiş, onu sigara içerken yakaladığı için bir paket sigarayı ağzına doldurmuştu. Bütün aile yemek odasında onların etrafında toplanarak olanları izliyordu. Orada öylece durduğum için kendimi hiçbir zaman affetmedim ama çok küçüktüm, henüz 16 yaşındaydım. Merhaba Kitle iletişim araçlarının işlevlerini ve etkisini araştıran bir kaç temel tezden biri olan liberal kuram, magazinel programların eğlence kültürüyle toplumsal yükü hafiflettiğini savunuyor. Nurdan Gürbilek’in 1980 sonrası Türkiye’deki kültürel iklimi yansıttığı Vitrin’de Yaşamak kitabında da söz ettiği gibi magazin programları ve sabah kuşağı kadın izlenceleri, ‘iyi ki’ ve ‘keşke’leri doğuruyor insanlar için. TV karşısında konuşlananlar bir yerden sonra ‘Hayatımda hep kötü olaylar geldi başıma ama yine de iyi ki böyle bir yaşamım olmamış’, ya da ‘Keşke böyle bir yaşamım olsa, giyinsem, gezsem, eğlensem’ demeye başlıyor. Yakınmalar ve özenmelerle geçen, izlediğigözlediği yaşam tarzlarından kendilerine rol model alan bireylerin yaşamı da magazinelleşiyor, bakış açısı da. Uzun süredir Türkiye’de tartışılıyor magazin programları. İpin ucu çoktan kaçmış durumda. Ekrana çıkmak uğruna her role bürünen isimler, ünlü peşinde koşan hatta kimi zaman işi tacize vardıran ‘gazeteciler’... Karşılıklı suçlamalar, bazen yumruklar... Konuşmaya gelince herkes herkesten şikayetçi. Ünlü de, gazeteci de, halk da... Yasalar bu konuta net; Özel hayatın gizliliği korunmalı... Ancak iş karşılıklı çıkara dayanınca kimse yasaya bakmıyor bile. Belki yasadan da bihaber... Kim bilir... En son magazin programlarına savaş açtığını söyleyen RTÜK Başkanı Zahid Akman da magazine konu oldu. Bu noktadan sonra söyleyecek pek de birşey kalmıyor doğrusu. Canlı yayında magazinin en bildik isimlerinden (aynı zamanda Televole erozyonu yaratıcılarından) Can Tanrıyar ile Petek Dinçöz’ün nikah şahitliğini yapan Akman, “Buraya geldim, başka magazinlere malzeme olmasın diye” derken tam da magazinin göbeğine oturduğunun farkında değildi miydi acaba? Bu hafta iki magazinciyle konuyu enine boyuna konuştuk. Magazinin sınırı nedir? Yozlaşma da tarafların rolü ne oldu? Bundan sonra ne yapılabilir... Nurettin Soydan ve Seyhan Erdal, Zuhal Aytolun’un sorularını yanıtladı... İyi hafta sonları... B Ürdün Üniversitesi’ndeki derecemi bitirdiğimde İngiltere Lancaster Üniversitesi’ndeki yaratıcı yazar bursunu kazandım. Babam beni oraya göndermeyi reddetti. Bu sefer omuzlarına sıçradım, ağladım ve beni durduramayacağını söyledim. Dünyada kâğıt ve kalem oldukça benim yazar olmama engel olamayacağını haykırdım. Bir dizi kavgadan, görüşmelerden, yemek yememe grevlerinden, tartışmalardan ve arabuluculardan sonra babam İngiltere’deki üniversiteye gitmeme izin verdi fakat iki şartı eklemeyi de unutmadı: Türbanı her zaman başımda koruyacaktım ve benden 17 yaş büyük olan ağabeyim, gardiyanım olarak benimle İngiltere’ye gelecekti. bilgisayara bağladım ve.. Birkaç ay sonra, bir öğleden sonra oturdum, türbanı çıkarıp bilgisayarıma bağladım. Babama ne yaptığımı ve neden yaptığımı anlatan uzun bir mektup yazdım. Mektubu gönderdikten sonra, onun evime geleceği ve beni evimize geriye sürükleyeceği korkusuyla yaşamaya başladım. Bu korku haliyle yaşamak imkânsızlaşmıştı. Bu yüzden eve dönüp türbansız karşılarına çıkmaya karar verdim. Umman’da yaşayan arkadaşım Save dışında eve döneceğimi herkesten gizli tuttum. Ürdün’de pek çok baba çocuklarının evden uzaklaşmalarını durdurmak için pasaportlarını alıp sakladıklarından dolayı ben kendi pasaportumu Ürdün Üniversitesi’ndeki feminist okutmana bırakmıştım. Eve vardığımda saat akşam 10’du. Evin önünde başım açık, kalbim çarpıntılı ayaktaydım. Babam kapıyı açtı. İçeriye yürüdü. Çok yaşlanmıştı, saçlarının çoğu grileşmişti. Aptes alırken giydiği kıyafetlerini giymişti. Ilık bir şeyler kalbime akıyordu. Koridora kadar onu takip ettim ve sıkıca sarıldım. Bana yüzünü döndü, kollarıyla beni kucaklamayı reddetti. “Lütfen baba” dedim. Hiçbir şey söylemedi. Annem gözyaşlarıyla kucaklayana, öpene kadar babam, bir heykel gibi dikildi. Annemin gözleri yaşlarla doluydu. “Selamla kızını” dedi. Babamın sonunda söylediği tek söz; “Batılı modellere benziyor” oldu. Onun sırtındaki acıydım, meraklı bakışlarının önünde ondan utanarak sırtımı döndüm. Ertesi gün beni evden türbansız gitmemem için ikna etmeye çalıştı. Bahçemizi, yollarımızı, mahallemi görmeye çok istekliydim fakat benim olayımın yarattığı durumun farkındaydım. Sofada oturdu.. karşısına oturdum aynı vaazları çok dinlemiştim. Hâlâ tekrarlıyordum: “Ben senin kızınım. Sen ve annem beni dünyaya getirdiniz. Ben dinden daha mı önemsizim? Beni sevdiğini hiçbir zaman söylemedin. Benle gurur duyduğunu hiç söylemedin. Neden?” Bu böyle 5 gün sürdü ve bir daha hiç tartışmadık. Temiz hava istiyordum, duş aldım, bir kot ve tişörtü üzerime geçirip anneme, “Alışverişe gitmek ister misin” diye sordum. “Evet gidelim” dedi. Türbanını taktı, elimden tuttu ve günışığında adım atmaya başladık. El ele yürüdük. Güler yüzle bakkalı, eczacıyı, şeker ve fındık satıcısını elimden sıkıca tutarken selamladı. Kış güneşi arkamızı ısıtıyordu. Konuştuk, gülüştük, yürüdük ve eve mutlu döndük. Babam dışarı çıktığımızı duyunca, benimle tamamen konuşmayı kesti. Bazen annemle yemek masasına geç katıldığımızda annemle bana bazı sözler gönderdi: “Dürüst olmayan, utanmaları ve dinleri olmayan insanların hiçbir şeyleri yoktur.” Geldiğimden tam 3 hafta sonra, bir akşam ailemle yemek yedim. Anneme baktım ve “Cuma günü çalışmalarımı tamamlamak için İngiltere’ye döneceğimi lütfen babama söyle” dedim. Yılbaşı tatili sona ermişti. Telefon çaldığında giyiniyordum. Alıcıyı kaldırdım ve babamın sesini duydum. “Sana sadece iyi bir gün dilemek istiyorum... Seninle gurur duyuyorum, fakat bazı şeyleri bilmiyorum. Bazı şeyler nasıl söylenir, bilmiyorum. Git, Allah seni korusun!..” Ve sonra telefonu kapattı. Barışma sürecimiz başlamıştı, bizi birbirimize yakınlaştıran başarısızlıklarla dolu bir ilişkiydi. Bu sıralarda, babamın yardımına ihtiyaç duyduğumu söylediğimde İngiltere’ye yanıma geldi. Saatlerce ağaçların arasında yürüdük, konuştuk. Beni seviyor musun diye sorduğumda, beni kucakladı. 9 çocuğunun İngiltere’de, Amerika’da, Türkiye’de ve diğer yerlerdeki eğitimleri babamın bizimle ilişki kurmak zorunda olduğunu ona öğretmişti. Seneler süren eğitimlerimizden sonra kimimiz dine bağlı, kimimiz umursamaz ve bazılarımız tamamen dünyevi oldu. Yaşımız ilerlediğinde babamız farklı görüş açılarımızı hoş görmeyi öğrendi. Yaşlandıkça fikirlerimize alışabilme kapasitesi arttı. Şu an 76 yaşında, bense 51 ve bu bir parçalık yazı bizi daha da yakınlaştırdı: Birkaç hafta önce Doğu Amman’daki eski evimizin bodrum katında babamla oturuyordum. Yazımı ona yüksek sesle okudum. Okumayı bitirdiğimde gözyaşlarımızı sildik, gülüştük ve sonbahar güneşinde beraber yürüdük. Türban hâlâ bilgisayarımı örtüyor fakat onunla babakız olduğumuzu sonunda hissediyorum. TÜRBAN ÇIKIYOR İngiltere’ye gittiğimde 28 yaşındaydım ve hayatımda çok olaylar yaşamıştım: “Evlendim, boşandım.” Şu anda 6 yaşında olan oğlum doğdu, onun velayetini almayı başaramadım (boşanmanın getirdiği birtakım ticari muameleler sonucu). Ve sonuç olarak paçavraya döndüm. Bir kız olarak, Müslüman olarak, eş ve anne olarak başaramadım. Orada yabancı bir ülkedeydim ve Heathrow’a giderken trafiği hesap edemeyen ağabeyime bağlıydım. Tek düşündüğüm Londra’dan Lancaster’a giderkenki kâbus seyahatimde, teyzemin bavuluma koyduğu Çerkez pastasıydı. Yoldayken sadece kutumu açıp açıp onu yiyebilmiştim. 2 yıl bile olmamıştı, 1986 yılında, türbanı çıkarmaya karar verdim. Bu sırada doktorama başlamak için İngiltere’ye geri dönmüştüm. Orada babamın fikirlerine uyabileceğim ve kendime saygı duyabileceğim bir nokta aradım. Londra’ya vardığımda, eski arkadaşlarımdan birisi beni havaalanında karşıladı, onun dairesine gitmek için taksi çağırdık. Ellerimi havaya kaldırdım, titreyen parmaklarımla iğnemi çıkardım, türbanımı geriye doğru çekerek saçlarımı şoförün önünde açtım. 7 yıl içinde ilk defa bir yabancı saçlarımı gördü. Şoför yaptığım hareketin farkında mıydı bilmiyorum ama temiz hava saçlarıma dokunduğunda ağlamaya başladım. Evimi, kimliğimi, ailemi ve tüm soyumu çıkarıp atmış gibi hissettim. O an benimle beraber hiçbir şey yapmak istemeyeceklerdi. Ağlama krizlerim 3 gün boyunca sürdü ve en sonunda Norwich’i ve üniversite kariyerimi bitirdim. GARDİYANIM.. 7 yıl sonra, 23 yaşındayken, babam baskı kurarak beni türban takmaya zorladı ve sonunda başardı. Türbanı çıkaran arkadaşlarımın ve teyzemin yardımıyla ben de iki defa onu çıkardım. (Teyzem her zaman bu olanlara dayanmam için beni destekledi ve başka bir yol olabileceğini öğretti.) Tüm şartları kabul ettim, akşam saat 7’den sonra sokağa çıkma yasağını bile, fakat başımı kapatmayı hep reddettim. Babama Ürdün Üniversitesi’ndeki eğitim olanağını önerdiğimde başımı kapatmadıkça eğitim giderlerini reddedeceğini söyledi. Eğitimimin direnmekten daha önemli olduğuna inandığımda, markete gittim ve kendime 2 metre beyaz polyester kumaş satın aldım. Başımı onunla sararak çenemin altından topluiğneyle tutturdum. Topluiğneyi çıkarabilmem 7 yılımı aldı. Her gidenin gözüne çarpan ilk gerçek: ‘Rusya Mesajı’ CELİL DENKTAŞ “Rusya Mesajı”, Rusya’daki ilk büyük devrimi yerinde yaşayarak kaleme alan Amerikalı sosyalist sendikacı, William English Walling’in bundan tam yüzyıl önce, 1908’de yayımlamış olduğu kitabın adı. Walling, yaşamı boyunca reformizm ve devrim arasında kararsızca gidip gelmiş olmasına ve hiçbir zaman “ihtilalcilik”i kabullenmemesine rağmen, Rusya’da devrimin ne anlama geldiğini büyük bir tarafsızlıkla kaleme almıştır. Bolşeviklerin 1905 öncesi yasal ya da yasal olmayan yollarla halk içerisinde, işçiler arasında yaptıkları siyasi çalışmaları büyük bir takdirle not eder ve 19051908 yılları arasında sık sık gidip geldiği Rusya’da Bolşevik önderlerle doğrudan konuşarak görüşlerini bizzat onlardan dinler. Aradan 100 yıl geçmiş. Şimdi Rusya’da, sanki yüzyıl önce kalınan yere geri dönülme çabası varmış gibi gözüküyor. Yani, Sovyetler hiç olmamış, devrimin kendisine sunduğu, o tarih sahnesine çıkma, tarihi kendi bildikleri gibi yazma fırsatını elde etmiş emekçiler, halk, sanki siyasette hiç sözlerini söylememişler, haklarını gerçeğe dönüştürmemişler gibi. Bu, ancak “dışarıdan” bir görüntü olabilir. Ancak bir “yabancı” bunu böyle algılayabilir. Tıpkı, devrimin ne olduğunu bizzat görüp yaşadığı halde hâlâ reformlarla durumu idare etmekte ısrar eden Walling gibiler örneğin. Konuyu John Reed’in “Dünyayı Sarsan On Gün” kitabına yazdığı önsözde açıklığa kavuşturuyor Lenin’in karısı Krupskaya: “Yabancılar... Ya olaylardan hiçbir şey anlamamakta ya da hiçbir zaman tipik olmayan bağımsız olayları genelleştirmektedirler...” Krupskaya’nın o sözleri bugün de, Rusya’ya baktıklarında aradan geçen yüzyılı hiç görmek Himki: Moskova’nın hemen dışında, Nazi ordularının durdurulduğu yer. istemeyen gerçek “yabancılar” için “cuk oturuyor”. Yabancı; adı üzerinde! Tüm değerlerini, paylaşmamaya, kâra, borsaya, spekülasyona, hırsızlığa, sahtekârlığa ve de haylice “birey üstünlüğü”ne odaklamış bir anlayışın, kafanın, Rusya’da olanları algılayabilmesi mümkün mü? Moskova’ya gideceğimi duyan arkadaşlardan bazıları kendilerince uyarmışlardı, “orada artık umduğunu bulamazsın” diye. Aslında tuhaf bir biçimde ben de öyle düşünüyordum. Rusya’yı ömürlerinde hiç görmemiş bu arkadaşlar ve tabii ben de, orada neyi bulmamız gerektiğini hiç bilememişiz anlaşılan. Sovyetler’den, kapitalizmin de pek çok şey öğrendiği bir gerçek. Ürperdiklerini söylemek pek de abartı sayılmaz. Bugün, Sovyetler’in çözülmüş olduğunun “resmen” ilânı üzerinden 18 yıl geçmiş ve hatta sosyalizm sonrası yeni bir kuşağın neredeyse “kemale eriyor” olmasına karşın, ilk işçi iktidarının kalıcı izlerini Moskova’nın her köşesinde görmek mümkün. Ne Sovyetler sonrası hükümetler, ne de 80’lerin sonu, 90’ların başındaki o talihsiz değişim talebini sanki başka hiçbir yol kalmamışçasına inatla dayatan ve sanki kapitalizmin hiçbir bedel talep etmeden kendilerine sınırsız ve eşit bir lüks sunacağını sanan “olgun” kuşaklar, bu izleri silmeye yeltenebilmişler. İlk kadın partizan Zoya Kosmadimyanskaya İŞÇİLERİN İZLERİ John Reed, hâlâ değerini koruyan o kitabında, William English Walling’in, “Rusya Mesajı”ndan şu alıntıyı yapmış: “İşçiler, liberal bir yönetim altında bile, iktidarın öbür sosyal sınıfların elinde olması durumunda açlıktan ölmek tehlikesiyle karşılaşacaklarını çok iyi anlıyorlardı.” Biz solcular, hatta komünistliği kimselere bırakmayanlar, acaba hiç böyle düşünebildik mi? Devam ediyor Walling: “Rus işçileri Moskova’da, Riga’da, Odessa’da kendilerini ölümün kucağına atmış ve yüzlercesi idam edilmiş, gene binlercesi Rus zindanlarına atılmış, buzlu yörelere ve çöllere sürülmüşse, Goldfields ve CrippleCreek işçilerinin ne olduğu belirsiz imtiyazlarını satın almak için değildir tüm bu özveriler.” Walling’in atıfta bulunduğu, siyasi iktidar hedefini, burjuvazinin önlerine attığı lüks yaşam kırıntılarıyla birdenbire unutuveren Amerika’daki Goldfields ve CrippleCreek grevlerinin “kahramanları”. Rus işçileri, burjuvazinin rızasıyla değil, kendi elleriyle, iktidarlarıyla kaderlerini tayin ve yaşamlarını yükseltmeyi seçmişti. İktidarı ele geçirdikten sonradır ki, bu refah, bu olanak 160 milyona yayılabildi. Gerisi demagojidir. Demagojidir, çünkü son yüzyıl içerisinde Rusya’da olup bitenler hiçbir zaman dünyanın genelinde olup bitenlerden bağımsız kalamamıştır. Sovyetler Birliği üzerine, öncesi ve sonrası üzerine binlerce kitap yazıldı, araştırmalar yayımlandı, üniversitelerde kürsüler kuruldu, koca koca devletler, halktan topladıkları vergilerden ayırdıkları koca koca fonlarla, “kendi halklarını halk iktidarına karşı koruyan” gizli örgütler örgütlediler, hatta soğuk savaş yıllarında, Sovyetler’in “feyiz” aldığı Marksizm’i araştırıp “yeniden yazan” enstitüler teşvik ve finanse edildi koca koca kapitalistler tarafından. O YENİ KUŞAK... Ama, herhalde, yaşanmış olan yüz yıllık dönemin sosyal ve ekonomik alanda genele kazandırmış olduklarını reddedememenin, ama aynı zamanda da o ne olduğunu kendilerinin de tam tanımlayamadığı “değişim”de sanki tükürdüklerini yalamak istemiyorcasına ısrarcı olmanın ezikliğini yaşayacaklar bundan böyle. Ve yine bundan böyle, yeni kuşakların Moskova’nın ve ülkenin dört bir yanına serpilmiş olan izleri sorgulamasından, gerek Ekim Devrimi’ni ve gerekse 2. Dünya Savaşı’nı ve sonrasını izleyen yıllarda “Yedi Düvel”in neden hep birlik olup Sovyetler’in üzerine çullandıklarını merak etmesinden korkarak kalan ömürlerini tamamlayacaklar. O yeni kuşak, CNN’de Christian Amanpour’un geçen aralık ayında hazırladığı, “Son Çar: Putin” adlı haber programında, ünlü Rus satranç şampiyonu Gary Kasparov’un, “onursal Amerikan yurttaşlığıyla ödüllendirildikten” sonra birdenbire eski yurttaşlarına demokrasinin ne olduğunu öğretmeye karar verip politikacılığa soyunmasının ardından bir basın toplantısında münasebetsiz bir söz sarf ederek polis tarafından kısa süreli sorgulanması üzerine görüşlerini sorduğu Moskova üniversitesi öğrencisinin ağzından, “O, bir Amerikan vatandaşı. Rusya’da politika yapmak onun işi değil. Ona yakışan, satranç tahtasının başında oturmasıdır” diyor bugün... Bugün hâlâ Batı’nın en zengin ekonomilerini rahatlıkla geride bırakan, yaygın iş ve konut edinme, sosyal güvenlik, sağlık alanlarındaki kazanılmış mevzilerin, büyük kentlerdeki toplu taşıma, ısınma, sıcak su, elektrik vb temel uygarlık gereksinimlerinin hangi sayede elde edilmiş olduklarını tarihe ve yakın çevresine bakarak görüyor bu yeni kuşak. Yeniden kurumlaştırılmaya çalışılan kapitalizmin simgeleri, “NoviRuski”lerin (halkın yarı alay yarı nefretini ifade eden, “sonradan görmeler” lakabının nazikçesiC.D.) de artık sosyal hayattan dışlanıyor olmaları, “dünyanın en fazla ezilen 160 milyonluk bir ulusunu kurtaran böylesine büyük bir devrim hareketinin” (J. Reed) yeni kuşak tarafından yüz yıl sonra yeniden keşfedilmekte olduğunu gösteriyor. Moskova’dan Şeremetyevo havalimanına giden yol üzerinde, Poklonnaya Gora’da hemen göze çarpan görkemli, Büyük Yurtseverlik Savaşı 19411945 Kahramanları Anıt ve Müzesi ki, yapımı 1995’te tamamlanmış bir başka yere taşınabilir mi? Bu savaşta 27 milyondan fazla Sovyet yurttaşının yaşamını yitirdiği nasıl unutulabilir? 1920’lerin, 30’ların o büyük sanayi ve tarım hamlesinin ne fedakarlıklarla yapıldığı, halkın yaşam düzeyinin nasıl yükseldiği, 50’li, 60’lı yılların uzay çalışmaları ve her alanda hızla gelişen teknolojiler, gösterişli alışveriş mağazalarının sıralandığı, Tverskaya Caddesi’ndeki Çağdaş Tarih Müzesi’nin salonlarından, vitrinlerinden çıkartılıp atılabilir mi? Geçen yüz yıl belki devrim yıllarının o ilk heyecanını törpülemiş olabilir. Fakat ortaya çıkan somut kazanımların bu heyecanla doğrudan ilgisini kurmakta olan kuşaklar acaba yakın geçmişin üzerine bir başka kılıf geçirilmesine izin verecekler midirler? Rusya’da “NoviRuski”lere olduğu gibi, hayat, dünyayı babalarının çiftliği, insanları da boğaz tokluğuna çalışması gereken köleler sananlara giderek daralacak, daralıyor. Rusya Mesajı bugün de, bir şeylerin yıkıldığını, tarihin silindiğini, ideolojilerin bittiğini ha bire kafalara kakmaya çalışanların saklanacak yer arayacakları zamanların epeyce yakın olduğunu söylüyor. Tabii, anlayana. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına İlhan Selçuk Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız Yayın Yönetmeni: Ayşe Yıldırım Yazıişleri Müdürü: Güray Öz Görsel Yönetmen: Elif Tokbay Yayınlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık AŞ Yönetim yeri: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sk. No. 2 Şişliİstanbul Tel: 0 212 343 72 74 Fax: 0 212 343 72 64 Reklam: Cumhuriyet Reklam Genel Müdür: Özlem Ayden Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Pal Reklam Koordinatörleri: Neşe Yazıcı, Hakan Çankaya Rezervasyon Yönetmeni: Onur Tunalı Reklam Rezervasyon: Mete Çolakoğlu Tel: 212251 98 7475 212 343 72 74 Cumhuriyet gazetesinin ekidir. Baskı: İhlas Gazetecilik AŞ hafta?cumhuriyet.com.tr
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle