22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 18/7/07 16:36 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 21 TEMMUZ 2007 CUMARTESİ rih Ta ldukça sorunlu bir seçime giderken insanlığın seçim hakkı için geçirdiği evrimin bilincinde miyiz? Aydınlanmanın, laikliğin, demokrasinin tarihsel bilincine sahip olan küçük bir azınlık dışında, bu soruyu olumlu yanıtlamak olanaksız. Oysa sanki hep varmış gibi görünen seçim hakkını kazanmak için, bin yılları aşan bir ERDOĞAN mücadele vermiştir insanlık. Kime karşı? AYDIN Monarklara karşı, dinsel iktidarlara karşı, modern diktatörlüklere karşı… Halkın yönetime katılımının en temel aracı olarak belirginleşen seçim hakkı, bir rejimi demokratik yapmak için kuşkusuz yetmez, ama o olmadan demokrasi bütünüyle olanaksızdır. Tarihin penceresinden O seçme hakkı İLK ÖRNEKLER Dinsel siyasetin seçimle imtihanı İslam öncesi Mekke’de, Atina gibi seçilmiş bir yönetimden söz edemesek de, farklı inançların özgürlüğü ve eşitliğini güvenceye alan, kararların ileri gelenler arasındaki uzlaşmayla alındığı bir kabile demokrasisi sözkonusuydu. Çoktanrıcılık ve tüm tanrı suretlerinin yeraldığı Kâbe’nin kutsiyeti, bu demokrasinin dinsel yansımasıydı. Bu anlamda, putların kırılması, dinler tarihi açısından İslamiyetin diğer inançları tasfiye etmesi iken, demokrasi tarihi açısından totaliter bir siyaset tarzının Mekke’ye hakim olmasıydı. Nitekim putların kırılması sonrası süreçte İslamiyet dışındaki inanç ve tercihlere yer kalmayacağı gibi, seçme, değişme, değiştirme de insanın hakkı olmaktan çıkarılacaktı. Çünkü değiştirme, tanrısal olana başkaldırı ve ‘küfür’ olarak yargılanıp, hak alanının dışına çıkarılıyordu. Seçememe, salt siyasal düzlemde değil aynı zamanda sosyal ve ekonomik alanı da kapsadığından, dinsel iktidarlar altında hayat totaliter bir karakter alıyordu. Değiştirme, ancak siyasal egemenlik ve dini ulemanın onayıyla mümkün, dolayısıyla dinle sınırlanıyordu. Bu durum dinsel hukukla yönetilen toplumları ağır bir durgunluk atmosferine aldığı gibi birey ve yurttaşlık statüsünü de olanaksızlaştırıyordu. e ç Seçimle yönetimin belirlenmesinin ilk örneklerine, Batılı söylemin aksine MÖ. 3000’lerde Mezopotamya yerleşimlerinde rastlıyoruz. S. N. Kramer’in de ifade ettiği gibi, burada, biri ‘senato’, yani ‘ihtiyarlar meclisi’, diğeri “eli silah tutan yurttaşlardan oluşan meclis” olmak üzere iki ‘ev’den oluşan bir kurumsal yapıyla karşılaşıyoruz. (S. Çiftyürek, Özgür Üniversite Kavram Sözlüğü, s.129) Yine bunlarla zamandaş olarak R. Mukerjee’nin, ‘Doğu Demokrasileri’ dediği, Çin ve Hindistan örnekleriyle karşılaşacağız. (C. N. Parkinson, Siyasal Düşüncenin Evrimi, s.155) Bunu Yunan sitelerindeki demokrasi örnekleri izleyecektir. Yaklaşık 2500 yıl ve öncesi Yunan sitelerinde halk ‘Agora’ denilen meydanda toplanır, yönetim gereksinimleri çerçevesinde karar alır ve uygulardı. Yürütme fonksiyonunu Beşyüzler Meclisi’nin üstlendiği bu ilkel demokraside, profesyonel bir yönetim sınıfı, dolayısıyla yöneten/yönetilen ayrımı oluşmaması için rotasyon uygulanırdı. Seçimli bir başka örnek de Roma Cumhuriyetidir. MÖ. 5. yy. ile MÖ. 27 arası dönemde işlerlik kazanmış olan bu yönetim daha gelişkin bir devlet atmosferinde gerçekleşmesiyle önemlidir. Yunan sitelerinden ayrımla Particiler (soylular) ve plepler (halk) arasındaki sınıf mücadelesiyle dengelenmiş olan bu cumhuriyette birincilerin Senato’su, ikincilerin Populus Romanus Meclisi vardı. Roma, 500 yıla yakın böylesi bir kurumsallaşma ve seçimlerle kendini sürdürecek, ancak güçlenen zorbalığa yenilecektir. (T. Ateş, Cumhuriyet ve Laiklik, s.22). Benzeri örnekleri sonraki yüzyıllarda, İslamiyet öncesi Mekke’si dahil dünyanın başka şehir devletçiklerinde de göreceğiz. Ancak Batı medeniyetinin tarih yazımlarına egemenliği nedeniyle, ‘demokrasi tarihi’ antik Yunan eksenli yazılacak, Atina örneği özellikle belirginleştirilecektir. İslam tarih yazımı ise tam tersine, Mekke’deki ilkel demokrasi örneğini, ‘Cahiliye Devri’ nitelemesiyle ‘küfür’ ile özdeşleştirilip aşağılayacaktır. eaydin?cumhuriyet.com.tr İTAAT KÜLTÜRÜ İslam tarihinin bütününde yalnızca iki seçme örneği olması da bunun sonucu. Bunlardan birincisi, Peygamberin halef ve halefin seçimine dair bir yöntem bırakmadan ani ölümü sonrasında, İslam ileri gelenlerinin sadece bir kesimi içinde, Ömer’in kılıcının da devreye girişiyle, Ebubekir’in Halife seçilmesidir. İkinci ve son örnek ise, Ömer’in atadığı 6 kişilik bir Şura’da, Abdurrahman’ın kılıcının devreye girişiyle Osman’ın seçilmesidir. Bundan sonraki 14 yüzyıllık İslam tarihi ise bir monarşiler tarihi olacaktır. (geniş çözümleme için bkz. E. Aydın, İslamcılık ve Din Politikaları, s.66) Siyasetin dinlerce belirlendiği hiçbir durumda seçim eksenli bir siyaset ile karşılaşamıyoruz. Çünkü değişmezlik, mükemmellik, teklik (tevhit) fikrince şekillenmiş, insanı, tanrısal olana mutlak anlamda itaatle yükümlü gören böylesi bir siyasal ortamda seçimin kendini varetme şansı olmuyor. Buna karşılık monarklar, dinsel siyasanın bin yıllardır kendilerine sunduğu dayanaklarla, Papa, Halife, Zillullah (tanrının gölgesi), Emirül Müminin (müminlerin emiri), vb. olarak ‘tanrı adına’ yönetme keyfiliğini sürdürüyorlar. Çünkü dinsel siyasa, sadece Allah’a ve Peygambere değil, “… sizden olan ulü’l emr’e (emir sahibi) itaat edin (Nisa59) diyen bir yaklaşımla belirleniyordu. Örneğin “İslamda Allah’ın bir oluşundan her şeyin birliğine gidilir. ‘Eğer yerle gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, ikisi de bozulurdu’ (Enbiya2122). … İkiliği veya tevhitle terbiye edilmemiş ve tevhit gayesine yöneltilmemiş çokluğu, İslamın temel düşünce ve inancıyla bağdaştırmak mümkün değildir” (Yümni Sezen, İslamın Sosyolojik Yorumu, s.328) Mevdudi ise reformcu Y. Sezen’den daha açıktır: “Batı demokrasilerinin felsefi temeli halkın hükümranlığıdır. Batı demokrasilerinde kanun yapma kuvvetini düzenleyecek kaide ve kıymetlerin tayin edilmesi halkın elindedir. Kanun yapmak onların imtiyazıdır. Kanunlar onların kanaatlerine ve temayüllerine uygun düşmelidir. İslam daha evvel açıkladığımız gibi, halkın hakimiyeti prensibini de reddeder ve kendi politikasını Allah’ın hakimiyeti ve insanın halifeliği esası üzerine dayandırır.” (akt. E. Güngör, İslamın Bugünkü Meseleleri, s.298) Dolayısıyla 14 yüzyıllık monarşik uygulamanın bir sapma olduğu iddiasını ciddiye alamayız. Bu durumda nasıl ki Batıda din, halkın seçme hakkı için mücadelesiyle reformasyona uğramışsa, Doğuda da uğramak ve halkın vicdani alanına çekilmek zorundadır. imparatorluklar ters orantılı örnekler olacak, biri yükseldikçe diğeri yaşam olanağını kaybedecektir. Önce çoktanrıcı, ardından tektanrıcı egemenlikler kurumlaştıkça, demokrasi varolabilme şansını kaybedecek, insanın seçme ve değiştirme hakkına işaret eden yaklaşımlar ‘imansızlık’ ve ‘küfür’ ile özdeşleştirilip ezilecektir. Dinsel söylemler aracılığıyla insana verilen bilinç, birey değil kul, yurttaş değil tebaa olduğu, aslolanın bu dünya değil ‘öteki dünya’ olduğu ve dinle harmanlanmış emre itaattir. kendi çıkarlarını gerçekleştirdiği oranda kanıyla bedel ödeyenlere sırt dönecektir. DEMOKRASİNİN AYAK BAĞLARI Seçme hakkının genelleşmesi oldukça netameli bir yol izleyecekti. Nitekim ancak 20. yüzyılda genelleşirken bile bir dizi sınırlamayla sakatlanacaktı. “Burjuvazi iktidara geçtikten sonra, halk kitlelerini siyasal yaşamdan, giderek siyasal iktidarda söz sahibi olmaktan uzak tutmak için çeşitli önlemler alacaktı. Seçimlerde oy hakkını ‘belli bir iktisadi varlığı olanlara’ tanımak bunlardan biriydi. Oy hakkı böylece, varlıklı sınıf ve zümrelerin, giderek iktidardaki burjuvazinin tekeline alınmış oluyordu. Kadınların da oy hakları yoktu. ABD’de bu kısıtlamalar, ‘zencileri’ de içine alıyordu. Oy hakkı, önce ‘iktisadi’ kısıtlamalardan kurtarılır. Kadınların oy hakkı elde etmeleri ise çok sonraları, 20 yüzyılda gerçekleşir. Batıda 19. ve 20. yüzyıllar, ‘kısıtlı oy’dan ‘genel oy’a geçilmesi uğrunda verilen savaşımlarla doludur. Bu savaşımlarda emekçi kitlelerin oynadıkları rol ise büyük ve belirleyici olmuştur.” (S. Tanilli, Devlet ve Demokrasi, s.35) Bugün dünyaya ‘demokrasi’ ihraç etme maskesiyle dolaşan ABD, daha 1964 yılına kadar siyahların seçme hakkını yasaklıyordu. İsviçre’de kadınların oy kullanma hakkının yasallaşması için 1972’ye gelmek gerekecekti. İngiltere’de genel oy ancak 1919’da gerçekleşecekti. Ancak bu demokratik gelişim, söz konusu ülkelerin emperyalist iştahında en küçük bir azalma yaratmayacaktı. Dahası sosyal haklar açısından demokrasi üzerindeki kısıtlamalar hergün yeni kılıflarla karşımıza çıkmaya devam edecekti. Bu açıdan demokrasinin, seçim hakkının yaygınlaşmasıyla çözülemeyen ciddi ayak bağları olduğunu ve emeğin kendi haklarına sahip çıkmadığı müddetçe bunların çözülemeyeceğini görüyoruz. Nitekim halkın katılımı arttıkça, egemenler, ekonomik, askeri ve ideolojik güçleriyle seçmen iradesini ipotek altına alıp demokrasiyi içeriksizleştiriyor. Bir yandan seçim sistemiyle oynanarak, istenmeyenlerin temsiliyeti olabildiğince olanaksızlaştırılıyor. Diğer yandan anti demokratik ideolojilerle koşullandırıp kendine yabancılaştırılan seçmenin gönüllü olarak dinciliğe, ırkçılığa, eşitsizliğe, bağımlılığa oy vermesi sağlanıyor. Sonuçta biricik çözüm yöntemi olan demokrasiye olan yabancılaşma daha da artarken, toplum demokrasi dışı yönetimlere savruluyor. KÜLLERDEN DOĞAN DEMOKRASİ Demokrasinin uzun yüzyıllardan sonra tekrar ortaya çıkabilmesi için, yetkilerini dinler aracılığıyla meşrulaştıran bu köleci ve fetihçi egemenliklerin güç kaybetmesi, merkezi iktidarı sınırlayacak bir sivil toplumun, bunun altyapısı olarak da şehirleşme ve sınaileşmenin gelişmesi gerekecektir. Kapitalizmin bir üretim tarzı olarak gelişmesiyle ortaya çıkan yeni güç ve ilişkiler, eski siyasal yapıları çatlatacak, dinsel yorumlar çeşitlenecek, hak talepleri artacaktır. Bu süreçte burjuvazi, dinsel destekli feodal düzenden rahatsız olan her kesimin taleplerini kendine yedekleme yeteneğiyle demokrasinin dinamiği olacaktır. Kuşkusuz bu demokrasi, burjuvazinin kendine iktidar alanı açma mücadelesinin ürünü ve onun çıkarlarıyla belirlenecektir. Ancak insanın konumu açısından artık yeni bir dönem başlamış olacaktır. Dinlerle meşrulaşan feodal döneme oranla 17 ve 18. yy. düşünürlerince dillendirilen klasik haklar, Amerikan ve Fransız burjuva devrimleriyle uygulanmaya başlayacaktır. Seçme ve seçilme hakkının temel bir parçası olduğu ‘birinci kuşak insan hakları’, güvenlik, düşünce açıklama, ibadet özgürlüğü, mülkiyet hakkı, konut dokunulmazlığı, dernek kurma, toplantı ve gösteri hakkı, çalışma özgürlüğü, tarafsız yargıç önünde yargılanma hakkı gibi klasik haklardır. İnsanın dini, cinsiyeti ve milliyetinden bağımsız olarak, insan olmaktan gelen haklarını tanımlayan bu birinci kuşak haklar, kişiyi egemenlik aygıtı olan devlete karşı korumayı ve korunma meşruiyetini sağlar. Bu haklar sayesinde insan, seçme ve seçilme hakları anlamında statü değiştirmekle kalmaz, insanı tanrı ve devlet karşısında hiçleştiren kul ve tebaa statüsüne karşı da moral olarak güçlendirir. Tabii hakların söylemden hayata geçmesi, özellikle, yoksullara, kadınlara, beyaz olmayan ırklara ulaşması kolay olmayacak, burjuvazi, KÜFÜR TERAZİSİNDEKİ DEMOKRASİ Kuşkusuz bugünkü değerlerle demokrasinin bu ilk örnekleri çok da matah şeyler değil. Sonuçta köle sahibi erkeklerin kullandığı bir haktır seçim; demokrasi de işte bu çok küçük azınlığın kendi iç kazanımı olarak vardır. Ancak insanlık tarihinin gelişimi içinde çok anlamlı olan bu örnekler, modern demokrasinin yöntemsel atasıdır. Nitekim halkın kendi kendini yönetmesi anlamında demokrasi kavramının kökeni de, tıpkı laiklik gibi antik Yunan’dan gelecektir. Demokrasinin bu çok ilkel ve sınırlı örneklerini, çok uzun bir demokrasi dışı dönem izleyecektir. Firavun örneğinde kendilerini tanrılaştıran köleci despotlar veya tanrının yeryüzündeki temsilcisi iddiasındaki padişah/krallar, çok ve tek tanrılı inançları siyasal egemenliklerinin aracı olarak kullanacaktır. Bu çok uzun dönem boyunca insan muktedir olmaktan çıkarılıp, tanrılar adına ve dinsel kurallarla yönetilecektir. Bu dönem içinde insan, tanrıların yeryüzündeki temsilcisi olmak iddiasındaki egemenlere boyun eğdirilip, özlemlerini ‘öbür dünya’ya bırakmaya mahkum edilecektir. İnsanların bir kesiminin köle olarak aşağılanmasına ek olarak, bütün insanlar kul konumuna indirgenecek, seçme, değiştirme, sorgulama haklarından, yani insan olmaktan gelen hak ve özgürlüklerinden yoksun bırakılacaktır. Özetle kimi istisnalar hariç, cumhuri rejimler ile AYÇA AKPEK Nil’in savaşçı kızı Biz yarın oy vermeye gideduralım, dünya çok önemli keşfi konuşuyor son birkaç haftadır. Bizim gazetelerin de birkaçının manşetine taşıdığı bu gelişme; Mısır’ın kayıp kraliçesi Hatshepsut’un mumyasının bulunuşu. Mısır Medeniyeti hep ilgi çeken bir konu ama Hatshepsut’u daha da ilgi çekici kılan O’nun kayboluş hikâyesi. Aslında bir yönüyle şu içinde yaşadığımız seçim ortamında O’nun hikâyesi bizim için de dersler barındırıyor. Milattan önce 1400’lü yıllarda 2. Thutmose’nin ölümüyle Mısır’ın kadın firavunu olan Hatshepsut ölümünün ardından neredeyse tarih sahnesinden silinmiş bir lider. Oysa O’nun dönemi Mısır’ın istikrara kavuştuğu parlak bir dönem olarak biliniyor. Bütün Mısır firavunları gibi O da, kendini ölümsüzlüğe taşımak için onlarca heykel, tapınak ve dönemin en uzun obelisklerini (dikili taş) yaptırmış. Ancak tüm bu çaba yok olmasına engel olamamış. Hatshepsut Mısır’ın güçlü firavunlarından 1. Thutmose’nin kızı, 2. Thutmose ile evlendiriliyor. Babasının ölümüyle kocası Mısır’ın firavunu oluyor. Pek çoklarına göre kocası zayıf ve çok becerikli biri olmadığından, kocasının sağlığında da Mısır’ı yöneten Hatshepsut oluyor. Kocasının ölümüyle ve üvey oğlu 3. Thutmose’nin yaşı küçük olduğundan tahta geçiyor ve kendisini Aşağı ve Yukarı Mısır’ın kraliçesi ilan ederek uzun yıllar Mısır’a hükmediyor. Hatshepsut çok hırslı ve güçlü bir lider olarak nam salmış, bununla beraber Mısır’ın tanrılarından AmunRa’nın kızı olduğunu söyleyerek de iktidarını güçlendirecek kadar politika ustası (veya kadın olduğundan bu tip oyunlara mecbur kalıyor). Kadın oluşu gücüne gölge düşürmesin diye Mısır firavunlarına özgü sakal ile pek çok sfenksini yaptırmış. Sonuçta kimi kaynaklara göre 20 kimilerine göre 15 yıl Mısır’a hükmetmiş. Bu karizmatik ve güçlü lider bu yönüyle birçok kadına ilham vermiş ve feministlerin de önemli idollerinden birisi olmuş. O’nun yok oluşuyla ilgili pek çok teori olsa da, bunların arasında en güveniliri; Hatshepsut’un ölümünden sonra tahta geçen 3. Thutmose’nin Mısır’ın kadın firavununa dair ne varsa yok ettiğine ilişkin olan. Hatshepsut’un tahta geçişini hiç içine sindiremeyen, tüm bu süre boyunca tahtın kendisinin hakkı olduğuna inanan 3. Thutmose, Hatshepsut’un ölümüyle tahta geçmiş. Ve ardından üzerinde Hatshepsut’un adı yazan kartuşlar, obeliskler, tapınaklar ve heykelleri yıktırmış. Adeta Mısır tarihinden Hatshepsut’u silmeye çalışmış. Mısır’a gidenler görmüşlerdir; Karnak Tapınağında O’na ait bir etrafı taşlarla sarılmış bir obelisk bulunur. Rivayete göre 3. Thutmose bu obeliski yıktıramayınca etrafını taşlardan bir kule inşa ederek kapattırmıştır. Sonuçta 3. Thutmose’nin Hatshepsut’u tarihten silme çabası, neyse ki bilim sayesinde amacına ulaşamadı. Ancak bir gerçek var ki çok çarpıcı; binlerce yıllık mücadelede kadınların hala aynı sorunlarla boğuştuğunu gösteriyor Hatshepsut’un öyküsü.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle