22 Aralık 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 6/6/07 16:20 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 9 HAZİRAN 2007 CUMARTESİ rih Ta ugünü üstlenmekte sıkıntıya düşenler, dünü istedikleri gibi inşa ederek onun koruyucu çatısı altında saklanırlar.” (M. A. Kılıçbay) Bu gerçeklikte egemen olmak arayışı, çoğu zaman tarihin de araçsallaştırılmasını beraberinde getirir. Bu yaklaşımla tarih, güncel bir politik araç haline getirilerek, reel sorunları unutturulan kitlelere tahakküm ideolojisine döndürülür. Bu konuda en sorunlu ülkelerden biriyiz ne yazık ki. Bu ülkenin en çok araçsallaştırılan, politikleştirilen, çarpıtılan tarihsel ERDOĞAN öğelerinin başında da İstanbul’un fethi gelmektedir. Fetih üzerinden AYDIN Osmanlının, Osmanlı üzerinden Türklüğün ve İslamlığın üstünlüğü ‘ispatlanmaktadır’ her yıldönümü. O günlerin tarz ve egemenleriyle özdeşleştirilen ‘milli ve manevi değerlerimize’ sahip çıkılması halinde, bugün yaşamakta olduğumuz sorunların kendiliğinden çözüleceği yargısı pompalanır. Dikkatlerin bu ‘üstün geçmişe’ yönlendirildiği oranda ise bağımlılık, eşitsizlik ve tahakküm ilişkileri pekiştirilir. Bu fetih üzerinden kurgulanan efsanelerin başında, “medeniyetin önünün açılması”, “Ortaçağ’ın bitirilip Yeniçağ’ın başlatılması” geliyor. Oysa bu sürece soğukkanlı yaklaşıldığında, ciddi sorun alanlarından biri ile karşı karşıya olduğumuzu görüyoruz. Bırakalım Ortaçağ’ı kapatıp medeniyetin önündeki engelleri temizleme iddiasını, tam tersine Osmanlının bu fetih ile kendini Ortaçağ’a hapsetmesi gerçeği ile karşı Yeniçağ fethin ürünü mü? B karşıyayız. Fetih sonrası yaşadığı reorganizasyon ile Osmanlı, fetih kapasitesini geliştiren, ama kendi iç dinamiklerini dondurarak dünyanın Yeniçağına ulaşmayı olanaksızlaştıran bir yönelime girmiştir. çözme kapasitesinden de kopmak kaçınılmazdır. “Ortaçağ’ı sona erdiren bilimsel, felsefi ve sanatsal uyanmadır. Dilimizde yenidendoğuş, uyanma ve uyanış deyimleriyle özdeşleştirilen (Rönesans) sosyo ekonomik açıdan, Avrupa’da feodal toplumun çöküşüyle burjuva toplumunun kuruluşunu yansıtır.”(O. Hançerlioğlu, Toplumbilim Sözlü, s.329) İşte tam bu noktada Martin Luther’in, Katolik egemenliğe karşı protesto bildirgesini Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı 1517 tarihinin önemine işaret etmeliyiz. Çünkü Ortaçağ’ın çözüldüğü, burjuva ilişkilerin gelişmeye başladığı Avrupa arenasında Luther’in bu manifestosu, Ortaçağ değerlerinin sembolü Katolik kilisesine karşı başkaldırı ve ardından gelişen iç savaşlara rağmen ciddi bir tutunma noktasıdır. Luther’in bu çıkışıyla başlayan dinde reform ve Rönesans’ın yükselişi, Ortaçağ’ın kırılma Yeniçağ’ın başlangıcı olarak rasyonel bir anlam taşır. e ç RÖNESANS’I BİZANS KAÇAKLARI MI BAŞLATTI? Konuya ilişkin tarih yazımlarında, sıklıkla, “tarihçiler Ortaçağ’ın Türklerin 1453’te İstanbul’u almasıyla sona erdiğini yazarlar” gibi ifadelerle karşılaşırız. “İstanbul’un zaptı, bütün dünyada yeni bir çağ açan hadise oldu” (F. Dirimtekin, İstanbul’un Fethi, s. 249) gibi ifadeler, tarih bilincimizin tuzu biberi olur. Bu iddianın gerekçelendirilmesindeki en yaygın argüman ise, İstanbul’un Osmanlının eline geçmesiyle bilim ve sanat insanlarının batıya kaçıp Rönesans’ın başlamasını sağlaması şeklinde biçimleniyor. Bu gerekçelendirmenin mesnetsiz karakteri bir yana, işaret edilen etki de tümüyle negatif; böylece Rönesans güç ve birikimine sahip olanların Osmanlı ile ilişkisi sadece kaçmak oluyor! Tam da, ‘böylesi dostlar düşman başına’ örneği ile karşı karşıyayız. İşin esprisi bir yana, insanlık tarihinin en büyük birikim ve sıçrama hamlelerinden biri olan Rönesans’ı, 1204’teki Haçlı fethinden beri çöküntü yaşayan, çürümüş bir İmparatorluk kalıntısı şehirden kaçabilen bir avuç aydına yüklemenin hiçbir ciddiyeti olamaz. Öncelikle bu bir avuç insanın Avrupa’ya böylesi bir itme sağlamasından söz etmek, Avrupa’nın iç dinamiklerini görmezden gelmek anlamı taşır. Bu ise iddia sahiplerinin nesnel bir tarih yazımından ne denli uzak olduğunu göstermesi yanında, buna inanmamız oranında bizleri de gerçeklerden koparır. İstanbul’un fethinin, (ağırlığı Osmanlının kendisine olmak üzere) kuşkusuz ciddi siyasal etkilerinden söz edilmelidir; ancak çağın niteliğini değiştirmek gibi bir etkiden söz etmek, onun taşıması olanaksız bir yüktür. Üstelik bu noktada, İslam dünyası ve Osmanlının niye kendi bilim insanlarını elinden kaçırdığı, niye bunlarla Rönesans’ı kendi topraklarında gerçekleştiremediği ve elinden kaçırdığı bilimi tekrar geri alacak gereksinimini niçin duymadığı sorularıyla da yüzleşmek zorunlu. Martin Luther’in, Katolik egemenliğe karşı protesto bildirgesini Wittenberg Kilisesinin kapısına astığı 1517 tarihinin önemine işaret etmeliyiz. Çünkü Ortaçağ’ın çözüldüğü, burjuva ilişkilerin gelişmeye başladığı Avrupa arenasında Luther’in bu manifestosu, Ortaçağ değerlerinin sembolü Katolik kilisesine karşı başkaldırı ve ardından gelişen iç savaşlara rağmen ciddi bir tutunma noktasıdır. Luther’in bu çıkışıyla başlayan dinde reform ve Rönesans’ın yükselişi, Ortaçağ’ın kırılma Yeniçağ’ın başlangıcı olarak rasyonel bir anlam taşır. tıkanmaya bırakacaktır. 16. yüzyıl sonuna kadar karşılıklı fetih avantajı küresel ilişki ve dengeleri belirleyen başlıca amil olacaktır. Ancak 16. yüzyıl sonrasının belirleyeni yükselen kapitalist üretim ilişkileridir. Bu noktada Rönesans kavramıyla karşımıza çıkan ‘Batı’ kavramının da doğru anlamlandırılması gerekiyor: ‘Doğu’ ve ‘Batı’, doğu ve batı toplumları, keza doğu ve batı yönlerinden nitelik farklılıkla bir medeniyet düzlemini, dogma ve akla yüklenen anlamda belirginleşir. Bu anlamda Batı, Doğu’ya karşı asıl mücadelesini, Haçlı seferleri ile İslam ülkelerine karşı değil (Haçlı Seferleri, batıdaki Doğu’nun, yani Ortaçağ zihniyetinin saldırganlığıdır ve günümüzün Bush’ları, da aynı geleneğin hortlamış, emperyalist yansımasıdır), aksine kendi Ortaçağ zihniyetine, kilise egemenliğine karşı vermiştir. Batı işte bu mücadeleden başarıyla çıkılması ile oluşmuştur. Bir medeniyet düzlemi olan Batı, Haçlı seferleri veya İstanbul’un fethi gibi siyasal oluşumlarla değil, üretici güçler ve özgür düşüncenin yaşam koşulları bağlamında anlaşılabilir. Dolayısıyla bir medeniyet düzlemi olarak ‘Batı’, 911. yüzyıllarda İslam coğrafyasında filizlenmiş ama Gazzali’ler karşısında uzun zaman yaşayamayarak İspanya Emevileri üzerinden Avrupa’ya geçmiş ve 16. yüzyıldan başlayarak dünyanın batısında egemen değer olarak yükselmeye başlamıştır. Özetle bir medeniyet olarak Batı, kendi egemenleri olan Ortaçağ ilişkilerini yenerek kurulmuştur. Bu anlamda sorun bir İslamiyet Hıristiyanlık karşıtlığı sorunu değildir. Çünkü her iki dinin siyasal egemenliği de Ortaçağı ve işte bu anlamda Doğu’yu temsil etmektedir. (bu konuda geniş bilgi için bkz. S. Öngider, Doğu Batı Kıskacında Türkiye, s.135) NEDEN VE SONUÇ 16. yüzyıl ve sonrasını niteleyen bu sürecin bir dizi önsel birikimi söz konusu: İstanbul’un fethinden 34 yıl öncesinden Avrupa, Portekiz denizcileri üzerinden coğrafi keşiflere başlamış bulunmaktadır. 1440’te Gutenberg matbaayı bulacak ve bu sayede Yeniçağ’ın temel bir dinamiği olan bilginin yayılması ve artan üretiminin yolunu açacaktır. Osmanlı denetim altına aldığı coğrafyanın bütün birikimlerini İstanbul’a aktarır ve orada gün günden büyüyen asalak bir bürokrasinin beslenme kaynağı olarak tüketirken, Avrupa’da ise, şehirleşme, burjuvalaşma ve bunlarla örtüşen yeni üretim güçlerinde görülmemiş bir atılım yaşanacaktır. Kağıt sanayiinde, makara ve pusula kullanımındaki gelişmelere bağlı olarak gemicilikte, değirmencilik, dolayısıyla enerji üretim tekniklerinde, çıkarma ve kullanım tekniklerinin gelişimiyle madencilikte, sanayi bitkileri ekimi, dolayısıyla tarımsal çeşitlilik ve verimdeki atılımlar bunun örneği. Üretici güçlerin, üretim ve ticaret eksenli olarak bu gelişmesi, aynı zamanda bilimsel ve sanatsal gelişmeyi patlatacak, Rönesans, dolayısıyla Yeniçağ, işte bu gelişmenin ürünü olacaktır. Bunlara eşlik etmek üzere 1492’de Kristof Kolomb, ‘Amerika’yı’ bularak, Avrupa’ya ciddi bir değerli maden akışı sağlayacaktır. Bunu Vasco de Gama’nın Hindistan yolunu bulması ve Macellan’ın dünyanın çevresini dolaşması izleyecektir. Bu temelde Avrupa, hem kendi içindeki Doğu’ya, yani feodalite ve Papalığa hem de Doğu’nun en büyük siyasal gücü Osmanlıya karşı, bilimsel, ekonomik ve siyasal üstünlük elde etmeye başlayacaktır. Özetle Avrupa’nın ekonomik ve teknolojik altyapısında, bunun kaçınılmaz sonucu olarak, din, devlet, eğitim ve ideolojik üstyapıda ve yine bunun yansıması coğrafi yayılma, silah ve savaş tekniklerindeki atılımla dünyanın o zamana kadarki yapısında köklü bir değişim olacaktır. Bu yeni realitenin dinamizmi karşımıza İstanbul’un fethini değil, Rönesans ve Reformu, siyaseti değil ekonomiyi, Osmanlıyı değil Avrupa’yı çıkarmaktadır. Kuşkusuz Dante’nin de işaret ettiği gibi “Rönesans’ın vatanı bütün dünyadır” ve küresel bir değişimi anlatmaktadır; ancak bu özgülde ‘bütün dünya’nın merkezi Avrupa olacaktır. Bunun sonucudur ki Avrupa hızla kabuk değiştirirken bu değişimi içeremeyen Doğu ve onun en güçlü odağı olarak Osmanlı, Avrupa’nın bu gelişimi karşısında her geçen gün daha da belirginleşen bir zemin kaybına uğrayacaktır. Bir medeniyet ve dinamizm düzlemi olarak Yeniçağ, Avrupa’nın artan bir kalkınma ve değişimi olarak belirginleşirken, aynı dünyada, ama bir önceki çağda yaşayan Osmanlının geri kalışını ve giderek bağımlılaşmasını getirecektir. Bu bağlamda Bizans’ı Ortaçağ’la özdeşleştirip, onun yıkılmasını da Ortaçağ’ın yıkılması olarak yorumlamak sadece bir retorik olarak değerlidir, ama realiteyle örtüşmez. Çürümüş bir kent devleti olarak Bizans’a Ortaçağ temsiliyeti gibi büyük bir misyon biçilemeyeceği gibi, onu yıkan Osmanlıya Yeniçağ temsiliyeti gibi bir misyon yüklemek de, olsa olsa bu iddia sahiplerini komik duruma düşürür.. KRİTİK DÖNEMEÇ: 1517 Bu noktada, kültürel ve bilimsel sıçramanın, ancak görece ileri bir ekonomi üzerinden oluşabileceği gerçeği özellikle anımsanmalı. 9 11. yüzyıllar İslam coğrafyası böyle bir niteliğe sahipti. Sonraki dönemde ise bu nitelik giderek kaybedilecek ve bunun sonucu İslam coğrafyasında katı bir dogmatizmin, akıl yerine nakilciliğin yükselmesi söz konusu olacaktır. Bunun sonucunda ‘kâfirlikle’ suçlanan Arap akılcılığının giderek ortadan kalkması ve önceden İslam coğrafyasına akıp orada işlenen bilgilerin de giderek İspanya üzerinden Avrupa’ya akıp orada işlenmeye başlanacağı yüzyıllar gelecektir. 12. yüzyıldan itibaren hem bilimin hem de üretici güçlerin istim alacağı mekan Avrupa olacak ve bu birikimler, sömürgeciliğin sağladığı talan birikimleriyle birleşerek Rönesans’ın gerçekleşmesine temellik edecektir. Özetle Rönesans’ı Bizans’ın yıkıntıları arasından fırsat bulup Avrupa’ya kaçan bir avuç bilim ve kültür insanının üzerinden açıklamak, ancak masal kurgularıyla uyuşturulmuş beyinler için anlamlıdır ve tıpkı Galata sırtlarından gemi geçirmek iddiasında olduğu gibi ciddiyetten uzaktır. Oysa nesnellik bugün en büyük gereksinimlerimizden biri. Bu nesnellik, sadece dünü doğru anlamak açısından değil, bunun da yansıması olarak bugüne dair sorun çözme kapasitemizi arttırmak açısından da zorunlu. Bunu başaramadığımız oranda, salt tarih yazımlarında bilimsellikten değil, karşımızdaki sorunları BATI NE DOĞU NE? Kuşkusuz medeniyet evrenseldir ve bu bağlamda doğu toplumlarının batı toplumlarından üstün olduğu doğrudur. Bu üstünlük Araplar özgülünde 9 11. yüzyıllara özgüdür. Osmanlının 16. yüzyıla kadar uzanan üstünlüğü ise, üretim güçleri eksenli değil, siyasalaskeri bir durumdur ve fetih yapamaz hale gelerek sona erecektir. Doğunun bilimsel üstünlüğü hangi koşullarda sağladığı ve niye elinden kaçırdığı sorusunun doğru yanıtı da bu noktada önemli. 9. yüzyılda başlayan Arap aydınlanmasının nedeni, fetih gelirleri ile beslenen Ortadoğu’nun antik şehirleri ve ticaret hayatındaki büyük canlanmayla doğrudan ilgilidir. Bu gelişimin özgüveniyle antik medeniyet birikimlerinin Arapça’ya çevrilip işlenmesiyle sağlanan bir bilim ve özgürlük ortamı oluşacaktır. Buna karşılık fetihlerin durmasıyla iç talan ihtiyacının artışına bağlı olarak dogmatizmin yükselip her türden farklılığı ezmesiyle bu bilimsel üstünlük yerini eaydin?cumhuriyet.com.tr S ergi İstanbul Ermenileri Fotoğraf sanatçısı Mehtap Yücel ve gazeteci Tamer Altunay, İstanbul Ermenileri’nin hikayeleriyle, Türkiye’nin en kapsamlı uluslararası fotoğraf festivali ULİSfotoFEST’te. Fotoğrafları Mehtap Yücel’e, metinleri de Tamer Altunay’a ait olan sergide, “Bu topraklarda doğduk, bu topraklarda büyüdük, bu topraklarda öleceğiz” diyen İstanbul Ermenileri’nin gündelik yaşamlarının bilinmeyen yönleri ve öyküleri yer alıyor. Fransız Kültür Merkezi Küçük Salon’da 11 Haziran tarihinde açılışı yapılacak olan “İstanbul Ermenileri” sergisi, 1 Temmuz’a kadar ziyaret edilebilir. (Tel: 0 212 249 07 76) Kuzguncukla İçiçe S ahne tozu Kantocu Fiction as Reality 2 Geçtiğimiz yıl, Kuzguncuk’ta yaşayan 50 sanatçının eserlerinin, semtteki işyerleri ve diğer iç mekanlarda sergilendiği ‘Kuzguncukla İçiçe Sergisi’ bu yıl sokaklara da taşınıyor. ‘Sokak Sokak’ temalı sergide, sokakları gezerken resim, heykel, fotoğraf, seramik, video, performans, müzik ve şiir dinletileriyle karşılaşılabilecek. Sergideki eserler, semtteki işyerlerinin yanı sıra sokaklarda da sanatseverlerle buluşacak. ‘Sokak Sokak’ temalı sergide, sokakların da etkinliğe katılmasıyla gizemli mekanların birlikte yaşanması ve yaşatılması amaçlanıyor. İkinci kez düzenlenen ‘Kuzguncukla İçiçe Sergisi’ 10 Haziran tarihine dek sürecek. Çağdaş Sanat 20 Mine Sanat Galerisi, 35 ressam ve 5 heykeltraşın konuk olduğu 20. yaz sergisini açtı. Ferruh Başağa, Bedri Baykam, Zahit Büyükişleyen, Burhan Doğançay, Hülya Düzenli, Devrim Erbil, Zekai Ormancı, İrfan Önürmen gibi resim ve heykelin başarılı temsilcilerinin buluştuğu sergi, 30 Temmuz tarihine dek izlenebilecek. (Tel: 0 216 345 64 40) ‘Fiction as Reality’, Kunsten Festival Anvers’de Şubat’ta sahnelenen oyunun ikinci bölümü. Bu bölüm; Çehov’un ünlü oyunu “Üç Kızkardeş”ine göndermeler yapan, daha çok hareket tiyatrosu ve performansın iç içe olduğu ve ‘dayanıklılığın’ sorgulandığı bir eser. Emre Koyuncuoğlu’nun yönetmenliğini ve dans düzenini üstlendiği oyunda, Sevi Algan, Dilek Dervişoğlu ve Su Güneş Mıhlandız rol alıyor. Bu üç dansçı da oyun boyunca sürekli yemek yerken aynı zamanda onları fiziksel olarak zorlayacak hareket kurguları gerçekleştiriyor. Garajistanbul’da düzenlenen İstanbuldans Festivali kapsamında sahnelenen ‘Fiction As Reality 2’ bugün sahnelenecek. (Tel: 0 212 244 44 99) Haldun Dormen’in yazıp yönettiği Kantocu adlı müzikalin müzikleri Serpil Günseli, müzik direktörlüğü Selim Atakan, imzasını taşıyor. Kantocu Müzikali’nin konusu kısaca şöyle: İki perdesinde farklı dönemleri anlatan müzikalde, saltanatın son döneminde Bursa’da çalışan bir kantocunun İstanbul’a gelmesi, sonrasında Cumhuriyet’in ilanından sonra çete savaşı esnasında ölen sevgilisinin yasını tutan kantocunun Direklerarası’na geri dönmesini konu alıyor. Kantocu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda yarın tiyatroseverlerle buluşuyor. (Tel: 0 212 296 36 30) Keşanlı Ali Destanı Haldun Taner’in eserinden uyarlanan ve ilk kez 1964 yılında Gülriz SururiEngin Cezzar Tiyatrosu tarafından sahnelenen, sonrasında birçok kez farklı tiyatroların repertuarında yer alan ‘’Keşanlı Ali Destanı’’ bu kez İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları tarafından sahneye konuluyor. 1950’li yılların Türkiye’sini konu alan oyun, bir varoş semti olan Sineklidağ’ı ve burada yaşayan insanların öykülerini anlatıyor. Toplumsal bir bakış açısıyla Türkiye’yi irdeleyen oyun, güncel hayatın yanı sıra iktidar, çıkar ilişkileri gibi konulara da mizahi bir yaklaşımla değiniyor. Yücel Erten tarafından yönetilen Keşanlı Ali Destanı, 14 Haziran tarihinde seyirciyle buluşacak. (Tel: 0 212 296 36 30) Kaftanlar Bakırköy Belediyesi, Hasan Akay’ın yeni sergisine ev sahipliği yapıyor. Hasan Akay, Türkiye’de en küçük resimleri yapmasıyla tanınıyor. Bu sergisinde sinek kanadı, fasulye gibi minyatür nesnelerin üstüne çizdiği resimler görülebilecek. Sanatçı, ayrıca Türk motifleriyle süslü kaftan resimlerine de imzasını atmış. Ataköy’de bulunan İspirtohane’de 14 Haziran tarihine dek sürecek sergideki resimler büyüteçle görülüyor. (Tel: 0 212 661 19 41) Lüküs Hayat Ekrem Reşit Rey’in yazdığı Cemal Reşit Rey’in müziklerini bestelediği Lüküs Hayat’ı Haldun Dormen yönetiyor. Müzik yönetimi Hakan Elbir imzasını taşıyan Lüküs Hayat, yıllardır kadrosu değişse de seyirciyle aynı heyecanla buluşan bir oyun. Türk toplumunun Batı ile yüzleşmesi ve bu çerçevede yaşanan gülünçlükleri sahneye taşıyan, müzikal, Türkiye’nin dünden bugüne Batı ile kurduğu ilişkiye bakıyor. Lüküs Hayat, 12 Haziran tarihinde İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelenecek. (Tel: 0 212 296 36 30)
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle