18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 12 20/12/06 16:27 Page 1 CUMARTESİ EKİ 12 CMYK Evrensel bir kahramana ihtiyacımız var “Onüçüncü kabile, atalarımızın kabilesi. Peki burası dünyanın neresi?” repliğini ya da Cüneyt Arkın’ın ayağına bağladığı taşlarla oradan oraya zıplamasını birçoğumuz ‘Dünyayı Kurtaran Adam’ filminden hatırlarız. 1982 yapımı bu kült filmin devamı niteliğinde çekilen ‘Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu’ 15 Aralık’ta vizyona girdi. Film sinemalarda gösterile dursun, biz, sinemaya kendini adamış Cüneyt Arkın ile söyleştik. Kah ‘Dünyayı Kurtaran Adamın Oğlu’ndan, kah Türk sinemasından... Kah Hollywood filmlerinden, kah karate estetiğine sahip olmak için 6 yıl karate kursuna gitmesinden... 350 civarı filmde oynamış, Avrupa’da George Arkın, İtalya’da Steve Arkın, Uzakdoğu’da Lee Arkın, Ortadoğu’da Fahrettin olarak tanınan Cüneyt Arkın bizlerle sinemayla geçmiş ömrünü paylaştı. Siz ne düşünüyorsunuz filmle ilgili? “Ben hangi filmi yapmışsam, hiç bir zaman tatmin olmadım. Hep şu da yapılabilirdi, şu da olsaydı diyorsunuz. Bitmiyor ki insının istekleri. Zaten bittiği zaman insanda biter ya... Mesela benim 100’ü geçti resmim ama hiç biri bitmedi. Hepsine yeniden başlasam, yeniden haftalarımı alır. Bir şey yapıyorsanız, biraz sanatsa yaptığınız, bitmiyor...” Filmde çok az oynamışsınız. Biraz daha çok görünseydiniz daha iyi olmaz mıydı? “Ben simgeyim. Filmi seyrettikten sonra herkes farketti onu aslında. Herkes ‘daha çok olsaydı’ dedi. O bir beklentiydi ve olması gerekiyormuş.” ŞİRİN GÜVEN Holywood sineması mı Yeşilçam mı? “Bana ne Holywood sinemasından. Hiç ısınamadım. Hele şu sıralar dünyanın en aptal filmlerini çekiyorlar. İnsanlar mekanikleşmiş, hayalleri bitmiş. Beton yığınları içerisinde yaşıyor. Bu yüzden de şu sıralar tarihi filmler çekiliyorlar. Tarihe yolculuk içerisinde bir güzellik bulup rahatlıyorlar. Troya, Son Samuray gibi filmler. Teknolojinin tarih ile birleştiği filmler, günümüz insanını betonlar arasından çıkarıp, tarihin belirli zamanlardaki hürriyetine götürüyor. Zaten beni ve gençliği mahveden Amerika’nın müzigi ve sineması oldu. Gençken biz onun etkisinde kaldık, Kızılderililer bizim için kafayüzücüydü, vahşiydi. Oysa o dönemde en büyük bana. İşin özeti şu: Günümüzde namuslu olmak en büyük uygarlığa sahip. Amerika ise en ahlaksız ve vahşi olan aslında ama kahramanlık. Ben çok sevmiştim bu fikri. Türkiye’de bana tersini yutturdu. Benim hakikaten namuslu olabilmek çok büyük Türk gençliğimin bugün kahramanlıktır. Ama dünyanın ve Türkiye’nin başka kültürel kaos yaşıyorsa ilk tür bir kahramana da ihtiyacı var.” Amerika’nın benim kültürümü, Nasıl yani? “Yahu bu küreselleşme diye bir şey gençliğimi bu filmleri ve çıktı, insanların çoğunu yoksullaştırdı, işsiz ve aç müziğiyle vurmasıyla başladı. bıraktı. Amerika diye bir yer var, canı isterse Sonra Cocacola’sı geldi. gidiyor, bombalıyor, mahvediyor, yok ediyor. Sonra bütün Türk Dünyada değerlerde korkunç bir alt üst oluş var. gençliği Onun için bence şu an dünyanın evrensel bir Amerikan biçimi yaşama tarzını benimsedi, bir Amerikalı gibi olmaya çalıştı. Batı da bize gülüp maymun dedi. Türk kahramana ihtiyacı var. Ama Süpermen gibi gençliğinde hala bu var. Rambo onlar için süper Amerikan ideolojisi dolu bir kahraman değil. kahraman. Oysa bir Battal Gazi’deki insani Şimdi evrensel bir kahramana ihtiyacımız var. karakterin farkına varamıyor benim gençliğim. Mesela Bush’un karşısına çıkacak bir kahraman. Çünkü tarih bilgisi yok, biz gençlerimize tarih O da henüz dünyada yok galiba.” bilincini aşılayamadık. Tarih bilinçsiz ulusal Siz yapın bu kahramanlığı... olamıyorsun. Tarih bilinçsiz bir millet “Zaten Bush çok kızıyor bana. Dünyayı ben yetiştirdik, şimdi onlardan ulusal kurtarıyorum diye. Çünkü o da kendisinin olmalarını istiyoruz ama kurtardığını söylüyor. Çatışma oluyor.” olamıyorlar tabii.” Fotoğraf: KAAN SAĞANAK Dünyanın en aptal filmlerini çekiyorlar MEMLEKETİMİN İNSANLARI Türk sinemasını nasıl tanımlarsınız? “Türk sineması Türk halk sanatıdır. Ben sinemada teknolojinin öne geçmesinden ve bir teknoloji kargaşası olmasından korkarım hep. Benim en başarılı filmlerim, memleketimi ve memleketimin insanlarını anlatan filmlerdir. Her zaman tercih ettiğim filmler, insanlarımızın sıcaklığını, yürek zenginliğini anlatıp, bir de arkasına dönemin sosyal şartlarını ekleyen filmlerdir. Gözyaşının, tebessümün olmadığı yerde teknoloji olsa ne olur, olmasa ne olur.” Son dönemde Türk filmleri Batı’da biraz daha çok ilgi görmeye başladı sanki. “Evet çünkü o kadar sıcak, samimi ki filmlerimiz. O kadar benim insanımı ve memleketimi anlatmış ki... Bu batıyı çok ilgilendiriyor çünkü Batı başka bir dünyada yaşıyor. Batıda espri, mizah, hiciv yok. Adamlar gülmeyi unutmuş, matematiksel yaşıyorlar, makineleşmişler. Biz çok şükür daha öyle olmadık. Pekçok şey elimizden kaçtı gitti ama öyle olmadık.” Amerikan Başka ne farkımız var batıyla? kahramaları ile Türk “Cıvıl cıvıl yaşıyor İstanbul, bütün kahrına, bütün kahramanları karşılaştırır mısınız? zorluklarına rağmen. Bir de direnme var, insanlar direniyor. “Bizim kahramanlarımız halkın içinden çıkan, Batıda ise her şey o kadar mükemmel ki...” basit, sade, senin, benim gibi insanlar. Batının Peki sinema açısından? kahramanları ise farklıdır. Mesela Süpermen doğuştan o “Aslında sinema da dahil tüm sanatlar insanları süper güçlere sahiptir. Bebekken bile trenle falan yarışır. mutlu etme çabasında olmalı. Belki yer yer rahatsız Amerikan ideolojisinin kahramanı o, bizimki ise halk etmeli, dürtmeli, ‘şunlar olup bitiyor, biraz düşün, kahramanı. Aradaki fark bu. Örümcek Adam’ın da uyuma’ da demeli. Ama genelde bizim sinemamızda DNA’larıyla oynanmış. Öyle bir süper gücü var. Bizim halk hep bir mutluluk vardı. İzleyici filmlerde ağlardı, kahramanlarımızın insan olmaktan heyecanlanırdı, gerilim içerisinde olurdu, ama başka bir özellikleri yok. Ama insan mutlaka filmin kahramanıyla özdeşleşirdi. Ve Türk tükenmez. İnsanda varolanları filmleri hep mutlu sonla biterdi. Mesela ‘Ferhat ile geliştirip bir sanatkar gibi işleyip onu belli bir estetik içerisinde Şirin’ hikayesi geldi aklıma. İran’da da çektik aynı olgunlaştırmak. Yani aslında hikayeyi ‘Yusuf ile Züleyha’ adıyla. Orada mutsuz insanüstü güçler kazanmak, insanların sonlar vardır. Tuhaf bir şey, o hikayeler bize geldiği temelindeki zenginlikten o güçleri var zaman bizim insanlar onu hep mutlu sona çevirir.” etmek anlamına geliyordu. Biz bu anlamı vurguladık. Yani Var mı öyle yapmak istediğiniz bir proje? bizim kahramanımız insani değerleri yücelterek bir “Rahmetli Hulki Saner felç geçdiğinde, hasta kahraman oluyor. Fethi Naci söylemiştir, ‘aslında yatıyorken bile yüreği öylesine insan tükenmez’. Ve gerçekten de dünyada sinema sevgisi ile doluydu ki insanın başaramayacağı durmadan bir şeyler hiçbir şey yoktur.” kurgulardı. Bir hikaye anlattı Türk sinemasında nasıldı kahramanlar? “Türk halkı yaşadığı sosyokültürel, siyasal, ekonomik nedenlerden dolayı, belli dönemlerde farklılıkları olan kahramanlıklar yaratmış hep. Önce sazıyla karşı çıkan, sonra gücüyle, sonra kılıcıyla... Dünyayı Kurtaran Adam ise 1980 döneminin kahramanıdır. Yerelden biraz evrenselliğe kayış, ama yine de halk kahramanı.” Aslında insan tükenmez Filmlerde kahraman yok Sinemada jön tartışmaları var. Sizin jön olarak atfettiğiniz biri var mı? “Bizim zamanımızda jön yoktu ki. Erkek baş oyuncu vardı, sinema oyuncusu vardı. Türkiye’de insanlar gerçekten bunaldı. Çok büyük sıkıntılar içerisinde yaşıyorlar. Trafik, aldığı aylık, çocuklar, ev, buzdolabı taksidi... Yani boğazına kadar gelmiş. Biraz sesini yükseltip bağırmak istiyor, yeri geldiğinde hiç değilse masaya yumruğunu vurup ‘yeter be’ demek istiyor. Bunu kendisi yapamıyor. Bunu sanatçısından bekliyor. Sanatçısı dizide, filmde bunu yaptığı zaman onunla kendini özdeşleştiriyor zaten. Kendi yapmış gibi de rahatlıyor. Şimdiki dizilerde, filmlerde kahraman yok. Onun için oyuncuyla özdeşleşemiyor izleyici. Sinemadaki gibi bir Tarık Akan, bir Kadir İnanır, bir Cüneyt Arkın şu an yok dizilerde. Olmasına da imkân yok zaten. Çünkü hikâyeler, senaryolar kahramanı getirmiyor. Bir de bahtsızlıkları küçücük bir ekranda, aydınlıkta, kahve çay içerken izleniyor olmaları. Bizim zamanımızda öyle değildi. Benim beyazperdede her bir gözüm bir televizyon kadar kocaman olurdu. Yani karanlıkta etkiliyordum ben insanları. Şimdiki oyuncuların böyle şansları yok.” Baba Bush hemen çaktı! Türk yapımı filmlerde büyük bir artış var... “Yetmez. Toplumumuzda Türk sinemasının aydınların keşfedemediği bir işlevi var. Yıllardır Türk sineması toplumun birlik olmasında; komşuluk, yardımlaşma, samimiyet, paylaşma, azla yetinip mutlu olma gibi değerlerle kaynaşıp ayrılmaz bir bütün olmasında çok büyük bir görev üslendi. Tabi bunu baba Bush hemen çaktı. Sinemalarımızı elimizden aldı. İlk darbeyi sinemadan aldık.” Türk yapımları daha çok olmalı diyorsunuz yani? “Mutlaka çok olması lazım. Bu değerler o zamanlar toplumu bir arada tutuyordu. Şimdi nasıl ayrıştı toplum? Laik, antilaik, cumhuriyetçi, 2. cumhuriyetçi, sünnisi, alevisi... Paramparça bir toplum halindeyiz. Saflık, masumiyet gitti. Mümkün olduğu kadar çoğaltmak lazım filmleri çünkü Türk insanın en çok etkilendiği televizyon, sinema. Az okuyan bir millet olduğumuz için göz kültürümüz daha gelişmiş. O zamanlar kasaba eşrafı olan bir tanıdığımb ana ben toplum içinde oturmayı, kalkmayı, giyinmeyi, konuşmayı Türk sinemasından öğrendim demişti.” Bebeğinizi nasıl alırdınız Sonradan televizyon programlarına çıkıp yalanlasa da, Madonna’nın geçtiğimiz aylardaki evlat edinme macerası, belleklerdedir. Yer, nüfusunun yüzde 14’ü HIV virüsü taşıyan Afrika’nın yoksul ülkesi Malavi. 12 küçük çocuk yan yana dizilmiş, dünyaca ünlü popçu için hazırlanmış. Madonna, akıbetlerini bekleyen miniklerin yanına geliyor. Hepsini güzelce inceleyip, aralarından birini seçiyor. Adı sonradan değişmezse, şans David’e gülüyor ve Madonna’nın uçağıyla ülkeden ayrılıyor. Olay, dünya basınına “tuhaf bir köle müzayedesi” başlığıyla yansıyor. “Evlat edinme” gibi her iki taraf için de “pozitif” nitelikler taşıyan bir konunun, böylesine “aşağılayıcı” biçimde gündeme gelmesi, en iyimser deyimle insanın içini burkuyor. Ancak, istatistiklerden anlaşıldığına göre, sistem biraz daha hafifletilmiş biçimiyle, aşağı yukarı böyle işliyor. Oysa, ister doğal yollardan, ister evlat edinme yoluyla olsun, bir canlının aileye katılım süreci, başlı başına bir heyecan fırtınası değil mi? Hele o yumuk yumuk gözlerini henüz dünyaya açmamışken... Yalnızca ? HAKAN DİRİK müstakbel ebeveynler değil, tüm konu komşu seferber olur. Bebek bekleyen çiftlere sormadan durulmaz: “Kız mı, erkek mi?..” Sohbet, bir biçimde tatlıya bağlanır: “Sağlıklı olsun da...” Ancak “biyolojik” yollardan değil de, “evlat edinerek” çocuk sahibi olmak isteyenlerin dilekleri, yalnızca “sağlık”la sınırlı kalmıyor. Adı tarih defterine utançla yazılanların “ari ırk” arayışlarını anımsatan istekler, kapıcının eline tutuşturulan sipariş listesi gibi. Sanki, lokantaya oturmuş, garsonun sorusunu bekliyorlar: “Bebeğinizi nasıl alırdınız?..” “Bir yaşından küçük çocuk istiyoruz. Cinsiyeti kız. Sarışın olsun, gözleri de mavi!..” SARIŞIN, MAVİ GÖZLÜ... Bilgiler, resmi ağızdan. Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu İzmir İl Müdürü Zekeriya Ertaş, Karşıyaka Çocuk Yuvası’na yapılan evlat edinme başvurularının, diğer yerlerde olduğu gibi yüzde 90 oranında böylesi isteklerle yapıldığını söylüyor. Evlat edinilecek çocuğun cinsiyetinden, saç ve göz rengine kadar belirtilmesi nedeniyle sistemin yavaş işlediğini vurguluyor: “Erkek çocuk isteyenler, daha kısa sürede evlat edinebiliyor. Çiftler, genelde 1 yaşından küçük ve geçmişini bilmeyen çocuk istiyor. İçlerinde, almak istedikleri çocuğun yaşı 3’e geldiği zaman vazgeçenler bile var. Çocuk isteyenlerin yüzde 90’ı sarışın, mavi gözlü, kız çocuk istiyor. Böyle olunca da uzun yıllar beklemek zorunda kalıyorlar.” Türkiye’de evlat edinme işlemi, 2002 yılı başında yürürlüğe giren Türk Medeni Kanunu’nun 305320 maddelerince düzenleniyor. Koşulları, eskiden olduğu gibi çok sıkı değil. Hatta evli olmak bile gerekmiyor. 30 yaşını doldurmuş, evli ya da bekar, çocuklu veya çocuksuz kişiler, ailelerini genişletmek için başvuruda bulunabiliyor. Evlat edinecek kişinin çocuktan en az 18 yaş büyük olması, ancak aralarında 40’tan fazla yaş farkı olmaması gerekiyor. Evlat edinmek isteyenlerde aranan en büyük sosyal özellik; tutarlı, dengeli, çocuğa yeterli sevgi verebilecek kişilik yapısında olması. Nasıl ölçüldüğü muamma, ancak, ebeveynin sosyal ilişkiler açısından toplumun norm ve değerlerine aykırı düşmeyecek özellikler taşıması, kılık kıyafet, yaşam tarzıyla çağdaş görünüm ile Atatürk ilke ve devrimlerini yaşamında uygulayabilecek düşünce yapısına sahip olması isteniyor. Uygulamada, Madonna örneğindeki gibi olumsuzlukların yaşanmaması için ailenin tüm çocukların bulunduğu ortamı ziyaret ederek seçim yapma isteğine olumlu yanıt verilmediği belirtiliyor. Bu sistemde yılda ortalama 500 çocuk, aile sıcaklığına kavuşuyor. Uzmanlar, evlat edinilen çocuğa okul öncesi çağda, 46 yaş arasında “gerçeğin” söylenmesi gerektiğini vurguluyor. Tabi kastedilen, çocuğun evlatlık oluşu. Kesinlikle, o güzel kızın, sarı saçlarının arasına gizlenen, mavi gözlerinin arkasındaki “sipariş gerçek” değil! Yoksa, bir gün şöyle diyebilir: “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemiyorum!..” [email protected]
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle