Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 10 2/11/06 15:58 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 4 KASIM 2006 CUMARTESİ rih Ta Savaşa girmek ERDOĞAN AYDIN Osmanlı’yı I. Dünya Savaşı felaketine sokanların mantığı şöyle kurgularla şekilleniyordu: “Ya Almanya ile ittifak yapılmayacak, bu durumda Almanya diğerleri ile ittifak yaparak savaştan galip çıkacak ve kendisine yanaşmadığımız için bize düşman kesilecek, ya da İtilaf Devletleri savaştan galip çıkarak ülkemizi paylaşacaklardı. Her durumda kaybeden biz olacaktık. Ama Almanya ile ittifak yaparsak ya Almanya savaştan galip çıkacak ve bu sayede biz de İtilaf Devletleri’nin tehlikesinden kurtulacaktık ya da Almanya yenilecekti. Bu durumda da kaybımız, Almanya’nın yanında yer almadığımız için kaybedeceğimizden daha büyük olmayacaktı.” (Şekip Arslan). Neresinden bakılsa Alman işbirlikçiliğinde savaşa çıkan bir mantıkla karşı karşıyayız. Amaç bu olunca Almanları İtilafçılarla ittifaka sokmaktan, tarafsızlık halinde kayıplarımızın daha büyük olacağını iddia edebilmeye kadar herşey söylenebiliyor. İşte böylesi kurgular üzerinden Osmanlı toplumu, tarihinin en büyük macerasına sürüklenecekti. Bu maceranın sonucu ise kimsenin düşleyemeyeceği denli büyük bir yıkımla Osmanlı’nın tarihten silinmesi ve asıl önemlisi Türk, Kürt, Ermeni, Arap halkların kırımı ile korkunç bir trajedi olacaktı. zorunlu muydu ? Mehmetçik Çanakkale’de... e eaydin?cumhuriyet.com.tr Tarafsızlık sadece mümkün değil zorunluydu smanlı’nın savaş koşullarında izlemesi gereken biricik meşru tutum, emperyalistlerarası çelişkilerden olabildiğince yararlanarak sonuna kadar tarafsız kalmaktı. Bu süreçte uğrayabileceği emperyalist saldırıları da meşru müdafaa çizgisinde göğüsleyebilirdi; ki çok daha olumsuz koşullarda verilen Kurtuluş Savaşı, bunun başarılabileceğinin göstergesidir. Dışa karşı izlenecek bu çizginin iç yansıması ise, 1908 devriminin burjuva demokratik taahhütleri doğrultusunda toplumsal sorunlarını çözmeye, yaraları onarmaya çalışmak olmalıydı. Oysa dünyada savaş çizgisinin kaçınılmaz yansıması olarak yurtta da savaş çizgisi izleyen İttihatçılık’tan bize kalan miras yıkım, kırım ve yokluk olacaktı. ç O HAYALLER VE GERÇEKLER Halkını ve ülkesinin güvenliğini gerçekten düşünerek davranan yöneticiler açısından, meşru savunma dışında savaşa katılmak canice bir siyasettir. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşına katılımı, işte böylesi “canice olduğu oranda delice bir siyasetti” (Lütfü Simavi). Oysa tarafsız kalmak veya savaşa katılımı olabildiğince geciktirmek gibi, emperyalistler arasındaki güç dengelerinin mümkün kıldığı seçenekleri vardı. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’na katılımına karşı ciddi itirazlar geliştirilmiştir. Pek çok siyasetçi ve tarihçinin de belirttiği gibi, Osmanlı ordusu öncelikle böylesi bir savaşı kaldıracak donanımdan yoksundu. Ekonomik ve mali durum, böylesi büyük bir savaşın yükünü kaldırmak bir yana, memur maaşlarını bile ödemekte zorlanıyordu. Çok geniş Osmanlı coğrafyasında, cephelerin koordinasyon ve güç kaydırmaları için gerekli ulaşım ve iletişim altyapısı bile yoktu. Özetle insanların meşru olmayan çıkarlar uğruna ölüme sürülmesindeki canilik bir yana, Osmanlı’nın bu gerçekliğiyle o savaşa dahil olması delice bir siyaset örneğiydi. Savaşın bahanesi olarak kullanılan itilaf bloğunun Osmanlı’ya yönelik niyetlerini etkisiz kılmak açısından bile savaş, seçilebilecek en yanlış yöntemdi. Üstelik bu süreçte İtilaf Devletleri, açık bir ittifak anlaşmasına yanaşmasalar da, ikili görüşmelerde Osmanlı’nın toprak bütünlüğünden yana söz vermekteydiler. Ancak bu sözler ittihatçı muktedirlere yetmiyordu; ne yapıp edip dünyanın paylaşımından pay almak için savaşa dahil olmak istiyorlardı. Kuşkusuz emperyalistler arası savaşın nedeni dünyanın paylaşılmasıydı ve bu paylaşımda Osmanlı temel bir konu oluşturuyordu. Ancak hem müttefiklerin, (başta Rusya’nın boğazlara egemenlik planı olmak üzere) birbirlerinin niyetlerine ilişkin ciddi rezervleri vardı, hem de egemenlik alanını genişletme planı yapanlar sadece İngiltere, Rusya ve Fransa değildi. Almanya hem savaşın başlatıcısı olacaktı hem de Osmanlı’nın bütünü üzerinde diğer emperyalistlerden çok daha büyük hesaplara sahipti. Üstüne üstlük bu sürece, Osmanlı devlet aygıtını kendi çıkarının askeri kılacak denli egemen konumda giriyordu. Salt bu gerçek bile, savaş ortamındaki en temel araç olan ordularının yönetimi ve savaş planlarını Alman generallere bırakan İttihatçı muktedirlerin niteliğini göstermeye yeter. Osmanlı devletinin, gerçekten bağımsızlaşma ve güvenlik kaygılarıyla davranması halinde takınacağı biricik tutum, bu “itler dalaşında” tarafsız kalmak ve bu süreçte savunma ve üretim güçlerini yeniden organize etmek olacaktı. Böylece savaşın zararlarından korunmuş olunacaktı. Eğer Osmanlı devleti böylesi bir politika izlemiş olsaydı, bu topyekün savaşta ciddi anlamda hırpalanacak olan emperyalistler, büyük bir olasılıkla Osmanlı’ya saldıracak takatten yoksun kalacaklardı. Üstelik taraflar, bu savaşta her sıkıştıklarında, Osmanlı’yı yanlarına çekmek için artan güvenceler vermek zorunda kalacaklardı. Nitekim Osmanlı yönetim aygıtında savaşa dair yapılan tartışmalarda bu görüşler dillendirilmiştir. Müşir (mareşal) İzzet Paşa bu gerekçelendirmeleri yapanlardan biriydi. Amiral Souchon’la Enver Paşa’nın Rusya’ya saldırı komplosu üzerine istifa eden, Nafia (bayındırlık) Bakanı Gürcü Mahmut Paşa, Maliye Bakanı Cavit Bey gibi hükümet üyeleri de benzer gerekçelendirmelerle savaşa karşı çıkıyorlardı. Almanlarla beraberlik tezi ortaya çıktı. Bu tezi savunanlar, ‘başka çare yok. Diğerleri bizi tutmuyor ve tutmayacaklardır’ diyorlardı. Bu lafları çok işitmişizdir”. “Diğerleri bizi tutmuyor” gerekçesini Almanlarla savaşa girmek için kullananlar, savaşa girmeme olasılığını ise düşünmek bile istemiyorlardı. Aynı zihniyette olmasına rağmen Almancı olmayan, bu nedenle Wangenheim ile yapılan anlaşma kendisinden gizlenen Cemal Paşa’nın bile, savaşa (İtilaf blokuyla katılma olasılığını sağlayamayınca) Almanlarla girme tezine teslim olması bu açıdan ilginçtir. Gücünü silahtan alan, sorun çözme aracı olarak yalnızca savaş ve cezalandırmayı gören “savaş tanrılarıyla” karşı karşıyayız. Üstelik “diğerleri bizi tutmuyor” gerekçesiyle Alman ittifakını savunanların bize unutturmaya çalıştığı bir şey daha var: Aynı dönemde Almanlar da İttihatçıların ittifak önerisini, (üstelik İtilafçılardan daha kaba bir şekilde, “savaşma kapasiteniz yok, bize yük olursunuz!” diyerek) önce reddetmişlerdi. Ne gariptir ki İttihatçılar Enver Paşa aracılığıyla Almanlara, “İtilaf bloğuna karşı birlikte savaş” önerisi yaparken, İtilaf devletlerine de Cemal Paşa aracılığıyla İttifak bloğunu “çember içine almak” için ittifak öneriyorlardı. Yani kendi sonunu getirecek olan savaş için cansiperane bir koşuşturmaca sergilemektedir İttihatçılar. SAVAŞA GİRMEMEK MÜMKÜN MÜYDÜ? Hatıralar’ında bu soruyu irdeleyen İsmet İnönü; “benim kanaatime göre, I. Dünya Harbi’ne girmemek de mümkündü. Onlar bizim bugünkü anlayışımızda olsalardı girmezdik” der. “Girmezdik de ne olurdu? Belki harbe bu kadar erken değil, çok sonraları, harbin sonuna doğru girerdik. Bunu yapabilir miydik? Aradan bunca zaman geçtikten sonra hüküm vermek kolay değil” gibi oldukça ihtiyatlı bir sorgulamayı takiben çarpıcı bir soru sorar: “Harbe girmekle olandan daha beter ne olacaktı?” Hiçbir olasılığın bundan beter olamayacağı açık. Askeri düzlemdeki sorgulamada ise yargısı çok daha kesindir: “I.Dünya Harbi’ne girişimizin müdafaa edilecek hiçbir tarafı yoktur. Biz Dünya Harbi’ne, daha önce de söylediğim gibi, Harp, müttefikimiz için kaybolduktan sonra girmişiz. Anlayışlı bir insan bunu görebilirdi!” Gerçekten de savaşa sokuluşumuz, Almanların tıkandığı noktada, adeta onlar çabuk yenilmesinler, onların askerleri yerine bizimkiler ölsün, İtilaf Devletleri’nin gücü parçalansın diyedir. İnönü, Hatıralar’ında “Bizim Cihan Harbi’ne girmemizin sorumluları kendilerini haklı çıkarmak için türlü sebepler ileri sürmüşlerdir” diye yazacaktır. Bu üretilmiş sebepler bağlamında; “... muhtemel bir cihan harbine karşı BU SAVAŞ BİZİM SAVAŞIMIZ DEĞİL Mustafa Kemal 4 Eylül 1914’te Sofya’dan İstanbul’a, arkadaşı Tevfik Rüştü’ye (Aras) yazdığı mektupta; “Hangi tarafın galip geleceğine dair olan kişisel inancımı söylemek istemem. Nazik ve önemli bir devrede bulunduğumuza kuşku yoktur” dedikten sonra; Almanya’nın Fransa’yı ezip Rusya’ya dönme taktiğinin Marne’de çökmesinden hareketle, bu durumda “böyle mekik gibi bir batıya bir doğuya gide gele Alman ordusunun hali nice olur?” diye sona işaret edecekti. Şöyle düşünüyordu: “Evet ya Ruslar alabildiğine geri çekilirlerse? (...) O zaman Napolyon’u yutan oyun, acaba bu defa İmparator Wilhem için tekrarlanmaz mı? Sonra Fransa’nın yardım isteme ihtimali var. Fransa yardım ister ve bulursa? Örneğin İngiltere, örneğin Amerika, evet, niçin Amerika olmasın? Bir kara devleti olan Almanya ve müttefiki nerede yardım bulabilir? Hiç. Bulgaristan’ı ve Türkiye’yi de cephelerine çeksinler. Ne çıkar? Denizler elde olmayınca. Hem doğudan hem batıdan çevrilmiş bir merkez devleti cephesi... İki cepheye karşı savaş. Hayır, bu işin sonu yok...” Bu düşüncelerle Bulgaristan elçisi Fethi Bey’e de benzer ricalarda bulunacaktı: “Aman yaz, hemen yaz. Bu adamlar savaşa girmesinler. Acele etmesinler. Bu savaşın sonunun karanlık olduğunu anlatamazsan bile, hiç olmazsa beklesinler. Bu savaş bizim savaşımız değil. Bu kadar felaketlere rağmen zafer sarhoşluğundan ayılamadılar. Hele Enver’in aşırı sıçrayışı. Böyle bir adam sonuçta diktatör olur. Hatta oldu bile... Hem körü körüne bir Alman hayranı...” Durum buyken günümüzün post İttihatçıları, Söylev’e ek belgelerde yeralan, 1919 tarihli ve Osmanlı Harbiye Nazırı Mersinli Cemal Paşa’ya yollanmış mektubu istismar ederek, dünya savaşına sokuluşumuzun “doğru ve kaçınılmaz” olduğunu iddia ederler. Yapılmak istenen, meşru olmayan bir savaşta milyonları ölüme gönderen bir zihniyeti Mustafa Kemal’e aklattırmaktır. Tarihsel metin okumadaki bu öznellik, toplumumuzun haksız savaşlara karşı zaten zayıf olan bilincini daha da zayıflatmaktır. Oysa söz konusu belge, Prof. Cemil Bilsel’in de belirttiği gibi, reel politik gereksinimle “o gün için öyle yazılması icap ettiği için yazılmıştır”. Belgenin, “Dünya savaşına girmek ve girmemek ya da girmek zorunluluğu karşısında zamanını seçmek konusunda başka düşünceler de vardır. Yukarıdaki düşünceler, düşmanın görüşlerine yanıt olmak üzere uygun bulunmuştur” şeklindeki “son fırkası da bunun böyle olduğunu göstermektedir” der Bilsel. Nitekim ek belgeler içinde yer alıp yukarıda sözkonusu edilen belgeden iki gün önce, “Yüce Padişahlığa” başlığıyla yazılmış bir diğer belgede de, “her konuda emir ve ferman görkemli, güçlü Padişahımız Efendimiz Hazretleri’nindir” ifadesi kullanılmıştır, ki buradan da, yukarıdaki mantıkla ‘padişahçı’ bir M. Kemal çıkmaktadır! Diğer yandan sözkonusu belgede geçen, dünya savaşında “silahlı bir tarafsızlığın sürdürülmesi için paramız, silahımız, sanayiimiz, kısacası gerekli araçlarımız yoktu” ifadesi de, güç sahiplerine teslimiyetçi bir kişilik yansıtır; oysa M. Kemal gerçek bir yıkım ortamında kurtuluş savaşı örgütleme iradesi gösteren bir önder örneğidir. Mustafa Kemal, Alman savaş aygıtına eklenerek gözlerini Mısır’a ve Turan’a dikmiş İttihatçılar ve savaş kararlarına ilişkin yargısını, Söylev’de de; “Millet ve memleketi umumi harbe sevk edenler, kendi hayatları endişesine, memleketten firar etmişler...” diye yineleyecektir. ahne tozu Mikado’nun Çöpleri 1960’lı yılların ikinci yarısı... İstanbul’da buz gibi bir kış gecesi... Bir adam, yolda bulduğu bir kadını evine getirir. Bir erkek ile bir kadın, günümüzden kırk yıl önce hesaplaşmaya başlarlar. Bu hesaplaşma, günümüzdeki kadınlarla erkeklerin hesaplaşmasıdır da aynı zamanda...Hayat, muğlaklıklardan ibaret bir bütündür. Türkiye tiyatrosunun artık modern klasiklerinden biri olan Mikado’nun Çöpleri, hayat kadar tehlikeli, sıradan, garip, sakin, keskin, durgun ama meydan okuyan bir oyun... En çok da, hayat kadar “muğlak” bir oyun. Melih Cevdet Anday’ın yazdığı oyunun rejisi Zeliha Berksoy’a ait. Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu Prodüksiyon Tiyatrosu’nun yapımcılığında gerçekleştirilen oyundaki kadın ile erkek karakterlerini, sinemada ve çeşitli dizilerde başarılı yorumlarını izlediğimiz Devin Özgür Çınar ile Timuçin Esen canlandırıyorlar. Oyun, bugün ve 24 25 kasım tarihlerinde Akatlar Kültür Merkezinde sahnelenecek. Tel: 0 212 351 93 90 S Blasband bu piyesinde iki kadını ve onların bir erkekle ilişkili maceralarını bize erkek kaleminden aktarıyor. İki kadın böyle bir işin altından nasıl kalkarlar? Adam ne yapabilir? Bir kadın eski eşini bir başka kadın ile niye paylaşır? Terk edilmenin intikamı mıdır bu, yoksa başka bir şey mi? Kadınla erkeğin ayrılık sürecinde erkeğin mi kadının mı rolü büyüktür? Bir erkek karısından ne ister? gibi soruların üstünde Blasband asıl büyük soruyu oyunun her yanına döşemiş: Hangi kadınlar erkekleri daha mutlu ederler? Blasband bu konuda kesin bir fikir sahibi ve oyun ilerledikçe görmediğimiz erkeğin bir kadında nelerden hoşlandığını öğreniyor, sorunun yanıtını almış gibi oluyoruz. Nathalie Ribout yazar tarafından sinemaya da uyarlandı. Blasband’ın yazdığı senaryo 2003 yılında yönetmen Anne Fontaine tarafından çekildi. Fanny Ardant, Emmanuele Beart, Gerard Depardieu gibi ünlü oyuncular tarafından oynandı. Işıl Kasapoğlu’nun yönettiği, Zuhal Olcay ve Tilbe Saran oynadığı ‘Nathalie’, Kenter Tiyatrosunda 910 Kasım tarihlerinde sahneleniyor. Tel: 0 212 246 35 89 Kır Nathalie Dünya tiyatrosunun yeni dâhi çocuğu Martin Crimp’in son eseri, ülkemizde ilk kez sahne ışıklarına çıkıyor. Dil cambazı Crimp, insanlar arasındaki ‘bağımlı ilişkileri’ bir örümcek ağına benzetiyor. Aşk, cinsellik ve para, Crimp’in insanlarına ölümcül darbeler indiriyor. Doğaya kavuşmak, dinginlik, aşk ve mutluluğu bulmak için Kır’a taşınan insanlar, istediklerine erişebilecekler mi? Berlin, Zürih, Milano, Lizbon ve Paris’te büyük ilgi gören ve üç sezondan beri sahnelenen Kır, tiyatro severlere yepyeni bir dil ve alışılmadık bir metin sunuyor. Işıl Kasapoğlu’nun sahneye koyduğu oyunda Ülkü Duru, Celal Kadri Kınoğlu, Almıla Uluer rol alıyor. 04, 07, 08, 09, 10, 11 Kasım tarihlerinde AKM Oda Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Tel : 0 212 245 25 90 İyi Geceler Anne Bir anne ile kızın, yaşamları boyunca birbirlerine olan sorumluluklarıyla sınırlı tuttukları ilişkilerini masaya yatırdıkları bir ‘hesaplaşma akşamı’. Sürpriz bir final! Yaşam, ölüm, aile kavramlarının irdelendiği ve iki usta oyuncunun rol aldığı psikolojik bir oyun... Marsha Norman’ın yazdığı, Arif Akkaya’nın yönettiği oyunda Celile Toyon, Hikmet Körmükçü rol alıyor. ‘İyi Geceler Anne’, 6, 7, 9, 10, 13, 14, 16 ve 17 Kasım tarihlerinde Harbiye Cep Tiyatrosu’nda sahneleniyor. Tel: 0 212 240 77 20