Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMARTESI 08 19/10/06 16:13 Page 1 CUMARTESİ EKİ 8 CMYK ? Sınav ? Hokkabaz Si ne ma 8 Yine 4’ü yabancı, 3’ü yerli toplam 7 yeni filmin dün gösterime girdiği ve özellikle Altın Palmiyeli Ken Loach’un Özgürlük Şarkısı’yla Tony Gatlif’in Birol Ünel’li Transilvanya’sının öne çıktığı bayram haftasına, nicedir yolunu gözlediğimiz İklimler’i (nihayet) seyrederek girdik. Cannes’dan ve Antalya’dan ödüllerle dönen İklimler, 1995’te Cannes Festivali’ne seçilmiş, Koza adlı, siyah beyaz, unutulmaz kısa metrajıyla hayatımıza giren, ilk iki filmi Kasaba’yla (1997) Mayıs Sıkıntısı’nın (1999) hem devamı, hem tamamlayıcısı sayılabilecek, hem de bir başına seyredilebilecek, Cannes’da olay yaratan Uzak’la (2002) kuşkusuz sinemamızda ender rastlanan bir üçlemebütün oluşturan, 1959 doğumlu yönetmen Nuri Bilge Ceylan, bağımsız tarzı, kişisel üslubu ve sürekli kendi kozasını ören, özgün filmleriyle sinemamızın son 10 yılına damgasını vuran yaratıcı yönetmenlerden biri kuşkusuz (malum bir başkası da “ruh ikizi” Zeki Demirkubuz bizce). Vizontele ve GORA filmlerinin yönetmeni Ömer Faruk Sorak’ın yeni yapımı Sınav, eğitim sistemini eleştirel ve absürd bir dille ele alan bir komedi. Altan Erkekli, Güven Kıraç ve Zafer Algöz gibi tecrübeli oyuncularla İsmail Hacıoğlu, Yağmur Atacan ve Rüya Önal gibi genç isimleri bir araya getiren filmin senaryosu Yiğit Güralp’a, müzikleri ise Ozan Çolakoğlu’na ait. Sınav’da ünlü aksiyon filmi oyuncusu Jean Claude Van Damme da süpriz bir rolde yer alıyor. Aile baskısı, yoğun okul temposu ve sınav stresi arasında bunalan öğrenciler ilk önce okuldaki yazılı sorularını ele geçirmek için başladıkları macerlarını işi büyütüp üniversite sınavı sorularını çalmaya kadar götürürler. Cem Yılmaz’ın başrolünde oynadığı, senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini Ali Taner Baltacı ile paylaştığı Hokkabaz’da Mazhar Alanson, Tuna Orhan ve Özlem Tekin rol alıyor. İstanbul ve Çanakkale’de yedi haftada çekilen filmin görüntü yönetmenliği Organize İşler’de kamerasıyla övgü alan Uğur İçbak’a ait. Sihirbaz olmaya çalışan İskender’e çocukluk arkadaşı Maradona dışında inanan kimse yoktur. Mecburiyetten dolayı İstanbul’dan kaçıp turneye çıkan ikiliye İskender’in babası Sait de katılır. ??????????????????????????????????? Maço olmamaya çalışan SUNGU ÇAPAN bir maço YAZ, GÜZ, KIŞ İstanbul, Kaş, Ağrı, Kars ve Doğubeyazıt’ta, 35 mm yerine HDV kamerayla çekilmiş, alışılmışın tersine bu kez yapımcılı, kameramanlı İklimler, Ceylan’ın filmografisinde şimdilik en yüksek bütçeli filmi. Bir türlü tezini verip doçent olamamış, üniversitede öğretim görevlisi İsa’yla Z BIRAKAN BİR FİLM (N.B. Ceylan) televizyon dizilerinde sanat yönetmenliği yapan sevgilisi Anlattığından çok yoğun duyguları Bahar’ın (Ebru Ceylan), yaş sorunu, vb. aktarıcı ve sezdirici, alabildiğine duru gibi nedenlerle aralarındaki uyumu ve sade biçimde seyreden Nuri Bilge yitirerek çözülmeye giden, tıkanık Ceylan sinemasının farklı bir aşaması ilişkisini eksen alan İklimler, her biri niteliğindeki İklimler’e yine bir İklimler Yazan, yöneten: Nuri Bilge Ceylan / Kamera: Gökhan Tiryaki / Montaj: Ayhan bir mevsime tekabül eden 3 bölümden ressam gözüyle, özenle çerçevelenmiş, Ergürsel, Nuri Bilge Ceylan / Oyuncular: Ebru Ceylan, Nuri Bilge Ceylan, Nazan Kesal, Mehmet (yaz, güz, kış) oluşuyor, ilkbaharı da Eryılmaz, Arif Aşçı, Can Özbatur, Ufuk Bayraktar / 2006 Türkiye (Özen Film). nefis görüntüler, uzun plansekanslara kadın kahramanın adı imliyor. dayanan, çoğu kez gerçek zamanla Senaryoyu yazan yönetmenin karısıyla birlikte arkadaşının (Can Özbatur) kadını olan, kapısında film zamanını örtüştürüp kaynaştıran, yalın bir anlatım ve başrolleri üstlenme riskini de göze aldığı film, Ceylan dönüşünü beklediği Serap’la (jenerikte Nazan Kırılmış, akıcı bir montaj egemen. Çevreninmekânın hakkını veren çiftinin 10 yıllık beraberliğinden de yansımalar içeren, afişlerde Nazan Kesal olarak adı geçen bu oyuncu, en kadrajlarıyla başarılı görselliğini, Scarlatti sonatından otobiyografik katkılı bir kurmaca. Bir bakıma iyi yardımcı kadın Altın Portakalı’yla döndü seçilmiş müziklerle tamamlayarak birbirini izleyen kendilerini oynuyor Ceylan çifti. İstanbul’un Antalya’dan) ateşli bir kaçamak yapıyor İsa, adeta mevsimlerin değişmesine rabıtalandırılmış İsaBahar şamatasından uzaklaşıp yaz zamanı güneye, Kaş’ta şehvet fırtınasına tutulmuşçasına, Gaspard Noe’nün çiftinin karmakarışık ve darmadağınık bir hal almış tatile kaçan İsa’yla Bahar’ın kumru sesleri altında, Dönüş Yok’undaki şoke edici tecavüzü çağrıştıran, ilişkisini önümüze süren Ceylan, filmlerinde aile antik kalıntı ve sütunlar arasında başlayan bungun giysilerini yırtıp parçalayan ikilinin sevişmekten çok bireylerini oynatma alışkanlığını da sürdürüyor yine. hikâyesini erkeğin gözünden anlatıyor N.B. Ceylan kavga edercesine yiyiştikleri, rahatsız edici bir Gözde yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan’ın son eseri hüzünlü ve alaycı bir bakışla. Kadına hep müdahale düzüşme sekansında. Birlikte tenis oynadığı, saunaya İklimler, gösterişli, vurdulu kırdılı tempolu, efekt göz eden erkekle, mutsuzluğundan ansızın beklenmedik boyayıcılığıyla bezeli, Hollywood aksiyonlarına bağımlı gittiği, evliliğin eşiğindeki öğretmen arkadaşına tepkiler gösteren kadın arasındaki sıkıntı ve çatışma, seyirciye göre değilse de kuşkusuz gerçek sinemaseverlere (Mehmet Eryılmaz), karşı cinse ilişkin ahkâm seslenen, etkileyici ve görülesi bir film özetle. Postmodern yazın ardından bir süre “yalnız kalmayı denesek nasıl kesmekten de geri durmayan İsa, Bahar’ın birkaç aydır bir Antonioni tadı da içeren İklimler, beylik deyişle iz olur”a varıyor giderek. Ayrılıyorlar: Güz havasında çalıştığı, karlar altındaki Ağrı’nın yolunu tutuyor son bırakan bir film bizce. Beyoğlu kitapçılarında dolanırken rastladığı, eski bir bölümde. “Artık değiştim ben, bu dizi işini bırak, beraber İstanbul’a dönelim, bak gör seni mutlu edeceğim’’ tıraşları çekerek başaramasa da kadının dünyasına girmeye çalışan, ama ikna etmeye uğraştığı Bahar’dan ‘artık çok geç’ yanıtını alan İsa’nın kırık ve buruk hikâyesi, aslında yönetmenin yakıştırmasıyla ‘maço olmamaya çabalayan bir maçonun hikâyesi’ olarak da özetlenebilir pekâlâ. Beraber geçirilen son bir otel gecesinden sonra herkesin kendi yoluna gittiği, makul bir finalyoruma bağlanan İklimler, 4050 yıl öncesinde kadınerkek iletişimsizliği üstüne eğilen Michelangelo Antonioni ustanın filmlerini akla getiriyor, örneğin La NotteGece’yi. İsa da, Antonioni erkekleri gibi bencil, kaypak, zayıf kişilikli. Bahar’sa suskunluğundan, masumluğundan güç alan, ağlak, ezik ama güçlü bir karakter, Antonioni kadınlarını anımsatan. İlişkileri çıkmaza girmiş, duygularının yoğun karmaşasında, rüzgâra kapılmış hazan yaprağı misali ordan oraya (Kaş’tan Kars’a) savrulan Bahar’la İsa’nın, bunalımlı beraberliklerinin geçmiş muhasebesinden çok geleceklerine yönelik arayışlara girişerek gerçeklerle yüzleşecekleri, zorlu, duygusal bir sınavdan geçmelerini doğadaki iklim değişikliklerine paralel bir şekilde hikâye edip insan ruhunda kopan fırtınalara Nuri Bilge Ceylan üslubuyla kamera tutuyor İklimler. Korkunçluğu sanata dönüştürmek ASLI SELÇUK Le Pacte des Loups’nun (Kurtların Kardeşliği/2001) başarılı yönetmeni, video oyunlarının tutkunu Christophe Gans bir gün Silent Hill (Sessiz Tepe) adlı Japon video oyunuyla karşılaşır. Üç saat oyunun içinde dolaştıktan sonra bugüne dek böylesine yoğun bir şiddetle karşılaşmadığını ayrımsar. Harry adlı bir adam küçük kızını bir şehirde kaybeder, onu ararken yazgısı kızıyla kesişen başka bir kızın korkunç gerçeğiyle yüzyüze gelir. Gans, Silent Hill’in aksiyondan çok içsel bir deneyim içerdiğini görür. Oyunun estetiği Francis Bacon’ın tablolarını, David Lynch’in sinemasını çağrıştırmaktadır, yenileştirici bir fantastik film yapma düşüncesiyle işe girişir. Oyunun yaratıcısı Japon Konami şirketiyle haberleşmeye başlar ama bir yanıt alamaz. Kurtların Kardeşliği’nden sonra Silent Hill 2’nin koleksiyoncu versiyonuna konuşan Gans bu kez söyleşisine Japonca alt yazı koydurarak Konami’ye yollar ama yine yanıt yoktur. Bu arada Tom Cruise’un yapım şirketiyle Miramax’ta oyunun haklarının peşindedir. Konami ise sessizliğini bozmaz ama bir gün Gans’ı arar oyunun haklarını ona verdiğini bildirir. İlk oyunun kült başarısı yeraltında gerçekleşmiştir. İkinci ve üçüncü bölümse yeryüzüne çıkar ve büyük bir olaya dönüşür. Japonların güvenini kazanan Christophe Gans’ı güç bir görev beklemektedir. Oyundaki sözcüklerin, görüntülerin, yüzlerin, düşüncelerin, karakterlerin değişkenliklerinin sinemadaki karşılığını bulması zorunludur. Karmaşık yapıları ne zamanla ne de diyaloglarla aktarılan karakterlerin değişkenliklerini perdeye yansıtmak daha kolaydır. 2004’te senaryo yazımına girişen yönetmen, hayranlarca en iyi bulunan 2. bölümü ele alır, bu ünlü Orfeus mitinin bir çeşitlemesidir. Balayını geçirdiği Silent Hill’e geri dönen dul adam kanserden ölen karısını ararken şiddet dolu bir dünyaya girer. Gans 2. bölümün olmayacağını hemen anlar çünkü ziyaretçileri paralel evrenlerde gezdiremeyecektir. Hızla üçüncüye yönelir, 1. bölümden kasabanın tanıtımını, başlıca karakterleri alıp ana karakter olarak hasta kızını iyileştirmek üzere kasabaya getiren anneyi seçer. Film iki ana zamanda gelişir: Oyunun ilk üreme bölümündeki baş karakteri kasabaya girip sisin ve karanlığın içinde kaybolurken, korkunç yaratıklardan kaçarken görürüz. Tüm bunlar genç annenin birden ayrımsayamadığı anlamlarla yüklüdür. Bu işaretler genç kadını ikinci bölüme taşır. Tüm olaylar dört farklı boyuttadır, geçmiş, şimdiki zaman, sis ve metalik dünya. İçiçe geçen bu evrenler birbirlerinden değişik dokularıyla ayrılırlar. Gans için önemli olansa oyunun estetiğinden uzaklaşmadan öyküyü anlatmaktır. Öykü terkedilmiş, tozlu salonlarda, bunaltıcı bir ortamda geçer. Sanat yönetimi için Çernobil kitabından esinlenilir. Yeşilmavi renkler, harap olmuş büyük yönetim binaları. Her boyutun rengi farklıdır: Pas dünyası için kırmızı, sis dünyası içinse soğuk tonlar. Korkunçluğu sanat yapıtına dönüştüren C. Gans “Modern sanatta her hareket güzellikten değil, dehşetten, tedirginlikten besleniyor. Silent Hill, Hiroşima ya da Nazi kamplarını anımsatıyor” diyor. Çekimler Toronto yakınındaki Hamilton ve Branford kentlerinde yapılır. Bir zamanlar çelik endüstrisinin göz gözbebeği olan kentler şimdi işsizlikle savaşmaktadırlar. Altmış günde, 106 dekorda, 146 sahne çeken sinemacı ayrıntılı çizimler yapmış, çizimleri adeta bir animasyon senaryosu titizliğinde. David Cronenberg’in sanat yönetmeni Carol Spier aynı dekorların çok sayıda çeşitlemelerini farklı kamera açılarına göre hazırlamış, üstelik dekor değişimlerinin sezilmemesi gerekiyormuş. “İşte tam bu noktada film deliriyor” diyor C. Gans, “Her yönden eklemler yarattık. Kaydırmayla sınıftan geçip koridora gelip sonra da salona gidiyoruz. Devamlılığı kamera hareketleri sağladı”. Sony Columbia destekli 50 milyon dolar bütçeli KanadaFransa ortak yapımının 600 özel efektini Fransız Buf şirketi gerçekleştirmiş. Filmin yüzde 65’inde vinç kullanılarak video oyunlarındaki genişlik yaratılmış. Kamera kentin, evlerin üstünden adeta süzülüyor. Silent Hill’in garip görünümlü yaratıklarıysa köşelerde saklanmıyorlar, çırılçıplak, insan bedeninin karikatürleri olarak ortadalar. Oyuncularsa (Radha Mitchell, Sean Bean, Jodelle Ferland) sürekli soyut bir savaşımın içindeler çünkü yeşil perde önünde rol yapıyorlar. Christophe Gans filmin çift boyutlu psikolojik ve romantik yönünü irdeleyerek “Silent Hill insanın sınırlarını sınayan içsel bir arayış. İnsan sevdiğini bulmak için cehenneme de gidebilir. Cehennemden yeryüzüne çıkardığınızsa her zaman istediğiniz kişi olmayabilir” diyor. İ Bir kraliçeyi anlatmak ALPER TURGUT Marie Antoinette, belki de kraliçelerin en ünlüsü... Tarihin görmediği partiler düzenleyen, sarayı hayvanat bahçesine çeviren, şarap kadehini kendi göğüs ölçülerinden yaptıran, pembe takıntılı bir kadın. Aynı zamanda ailesini kaybedip, bir gecede saçları ağaran ve genç yaşında giyotine yürüyen... Ve hiç kuşkusuz bir ihtilalin bahanesi... Yönetmen Sofia Coppola’nın boyundan büyük bir işe soyunduğu ve alt yapı eksikliği gözden kaçmayan “Marie Antoinette” filmi, Cannes’daki ilk gösteriminde yuhalandı. Marie Antoinette, Fransız devrimini es geçen, sadece görselliği ile adından söz ettirecek bir yapım. Kısacası bir kraliçenin şahsında betimlenen sabun köpüğü bir masal. AvusturyaMacaristan İmparatoriçesi ve meşhur Habsburg sülalesinin lideri Maria Theresa’nın 16 çocuğundan 12.si olarak 1755’de doğdu Marie Antoinette (Marie Antoina Josepha Joanna)...Yakınlarının ve saray erkanının kısaca “Toni” diye seslendiği Marie, 14 yaşında Fransa’ya gelin gitti. Kayınpederi namı diğer Louis serisinin 15.si ölünce Marie Antoinette, eşi 16. Louis ile birlikte 19 yaşında tahta ortak oldu. Dirayetsiz ve yeteneksiz kral tamı tamına 7 yıl Marie ile ilgilenmeyip, ona elini sürmeyince genç kadın, kendini fakir halkı iyice çileden çıkaran zevki sefaya verdi. Yetmedi. Sarayı dekore ettirdi ve kendini tüm dünyadan soyutladığı bir köy kurdurdu. Oysa sarayın dışında önce Fransa’yı, sonra Avrupa’yı en sonunda da tüm dünyayı tutuşturacak ateş yakılıyordu. Kıtlıktan ve asil sınıfından bunalan halk devrime hazırlık yapıyordu. Ağabeyi İmparator 2. Josef’in baskısıyla 16. Louis karısıyla ilgilenmek zorunda kaldı. Ardından 28 yaşında ilk bebeğini doğurdu Marie ve peşisıra üç Dünyanın en iyi yönetmenlerden Francis Ford Coppola’nın kızı, ünlü oyuncu Nicolas Cage’nin kuzeni olan Sofia Coppola, 2004 yılında Bir Konuşabilse (Lost in Translation) ile en iyi orjinal senaryo dalında oscar kazandı. Sofia’nın, Versailles Sarayı’nda çektiği The Cure grubunun da müziklerini yaptığı son filmi Marie Antoinette, eleştirmenlerce yerden yere vuruldu. Çünkü ortaya şımarık bir kraliçenin çocukça oyunlar oynadığı, görseli sağlam, modası tamam hafif bir masal çıkmıştı. Kurgudaki acemilik, senaryonun politikadan bihaber olması ve karakterlerin yüzeyselliği ise filmin notunu kıran en önemli eksiklikler. Yine de dünyanın gelmiş geçmiş en önemli kadınlarından Marie Antoinette’i hayata döndürme çabası bile alkışa değer. Filmde Kraliçe Marie’yi ünlü yıldız Kirsten Dunst oynadı. 7 yaşından beri sinemanın içinde yeralan Dunst, şimdiden bir efsane haline gelen Sil Baştan (Eternal Sunshine of the Spotless Mind) filmi dışında, Vampirle Görüşme (Interview with the Vampire) ve Örümcek Adam (Spider Man) gibi yapımlarda da rol aldı. Filmde, 16. Louis’i ise Sophia Coppola’nın 26 yaşındaki kuzeni Jason Schwartzman canlandırdı. Ünlü İtalyan korku filmleri yönetmeni Dario Argento’nun yönetmen, senarist, müzisyen ve oyuncu kızı Asia Argento, fettan güzel Madam du Bary’i, Trainspotting, Wilbur Ölmek İstiyor (Wilbur Begaar Selvmord) ve Bridget Jones’in Günlüğü (Bridget Jones’s Diary) gibi birçok yapımda boy gösteren İskoç oyuncu Shirley Henderson, Sophie halayı, Truva (Troy) ve Yıldız Savaşları’ndan (Star Wars) hatırladığımız Avustralyalı genç aktris Rose Byrne, Polignac Düşesi’ni, ünlü üngiliz komedyen Steve Coogan ise Büyükelçi Mercy’i oynuyor. çocuğu daha oldu. Anne olduktan sonra iyice politikaya bulaşan genç kraliçe, halkı mutlu edecek kararlar almaya çalıştı. Ancak karşısında saraydan nemalanmayı sürdürmek isteyen Fransız soylularını buldu. Ve 1789’da ayak takımı Bastille’e yürüdü. Bir çağ değişti. “Ekmek yoksa pasta yesinler” gibi şaibeli bir söz üstüne kaldı Marie’nin hatta ABD başkanı Thomas Jefferson, “Kraliçe olmasaydı Fransız Devrimi diye bir şey de olmazdı” dedi. Bir süre sarayda yaşadılar. Ama çember daralıyordu. Kral ile birlikte 1792’de Paris’ten kaçtılar ancak Marie’nin hala kraliçelikten vazgeçmeyen tavrı onları ele verdi ve Varennes’de yakalandılar. Bir süre cezaevinde kalan Marie, kraldan 9.5 ay sonra 14 ekim 1793’te devrim mahkemesi tarafından yargılandı ve 16 ekimde giyotinle idam edildi. 38 yaşında, ‘’Cesaret... Acılarımın son bulacağı şu anda cesaret bana ihanet etmez’’ sözleriyle ölüme yürümüştü.