11 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

CUMARTESI 10 19/10/06 16:12 Page 1 CUMARTESİ EKİ 10 CMYK 10 21 EKİM 2006 CUMARTESİ rih Ta Tarihi özgürleştirmek ERDOĞAN AYDIN Ermeni sorununda ‘soykırım yoktur’ diyeni para ve hapisle cezalandırma yasası Fransa Parlamentosunda onaylandı. Bereket ki Fransa’da tarihçiler ve aydın namusuna sahip olanlar var; bereket var ki, bu hukuk karşıtı yasaya karşı aldıkları tavırla emperyalizmin elinde paspas edilen Fransa’nın namusunu kurtardılar. Önemli bir çoğunluğu Ermeni sorununun bir ‘soykırım’ sorunu olduğuna inandığı halde takındığı bu açık tutum, bilim, basın ve aydın ahlakının ne olduğunu göstermesi anlamında da ayrı bir önem taşıyor. Egemen siyasetin bu aşamada onları dinlememiş olması Fransa tarihinin diğer yüzkarası örneklerine yeni bir örneğin daha eklenmesi anlamına geliyor kuşkusuz. Ama bu yasaya alınan tutum, Fransa’nın herşeye karşın onlardan ibaret olmadığını, Voltaire’in, Zola’nın, Sartre’ın, aydınlanmanın ve özgürlüklerin Fransa’sının da yaşadığını gösterdi. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, kendi, özgürlüklerimiz ve halklar arası barış, ülkelere giydirilmeye çalışılan deli gömleklerine itiraz etme gücümüzle elde edilebilecektir. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, dini ve milli kimliklerin altında yekpare toplumlar yaşamıyor. Her bayrağın altında özgür, adil ve barışçıl bir dünya arayışında olanlar yanısıra bunları engelleme inadını sürdürenler var. Nasıl ki özgürlükler Türkiye’de 301. maddenin tehdidi altındaysa Fransa da yasalaşma sürecindeki gericiliğin tehdidi altına. Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, daha çok, daha çok özgürlük ve bunu güvence altına alan bir hukuktu. e ç UCUZ POLİTİKALARA İSYAN Milli tarih tezi saptayıp tarihçileri de bunun gerekçesini yazan insanlar konumuna düşürmek bizim yabancısı olmadığımız bir durum. Ne yazık ki Fransa da, bu son kararıyla kendini bu duruma düşürmüştür. Bizler onların ulaştığı düzeye çıkma mücadelesi verirken onların bizim düzeyimize düşmesi ayrı bir sorun örneği oluşturuyor. Fransız Parlamentosunda onaylanan yasanın insan haklarından yana samimiyetin değil, yaklaşan seçimler karşısında popülist bir aşağılanma ve tabii Türkiye’yi AB dışında bırakmaya yönelik bir tahkimat olduğu açık. Bizim kendi tarihimizle yüzleşme gereksinimine işaret edenlerin kendi tarihleriyle yüzleşmekten kaçınmaları bir yana tarihe yasal kelepçe takarak diğer egemenlere bahane oluşturmaktadırlar. Fransız Tarihçi JeanMichel Thıbaux’nun ifade ettiği gibi, “bu ucuz politika metotlarına isyan etmek” durumundayız. ‘Soykırıma’ karşı, insan haklarından yana bir parlamenter aklın, samimiyetini ancak kendi tarihindeki hak ihlallerine karşı tavırla gösterebileceği açık. Özellikle dünya medeniyet tarihinde önemli bir misyona sahip Fransa’dan bu davranışı beklemeye fazlasıyla hakkımız var. Dolayısıyla Ermeni sorunu açısından da sergilenebilecek biricik pozitif tavır, Fransa’nın öncelikle 1685’teki ‘Siyah Yasa’dan, Cezayir ve Vietnam halklarına karşı işlediği suçlardan, 1921 öncesinde ülkemizi işgalden, Tutsilere yönelik katliamdaki açık sorumluluğundan dolayı özeleştirel bir tutumdur. Fransız parlamenterler belli ki bu gibi örnekleri ve bunların kendilerine yüklediği ahlaki sorumluluğu unutmuş görünüyor. Oysa başta Fransa ve ABD olmak üzere Emperyalizmin tarihi, hak ihlalleri tarihi olarak şekillenmiştir. Dolayısıyla demokrasi geleneği çok daha zayıf ülkelerdeki hak ihlallerini azaltmanın, geçmişleriyle yüzleşme cesareti edinmelerinin sağlanabilmesi anlamında da böylesi ağır bir sorumluluğun yükü altındadırlar. Oysa onlar çifte standart politika izleyerek, hak sorunlarını hegemonya amacının kamçısı olarak kullanıyorlar. 1915 yılında Harput’tan bir manzara... Fotoğraf Atlas dergisinden alınmıştır. Paşa İmparatorluğu haksız bir savaşa sokarak dedelerimizi Yemen çöllerinde, Kafkaslarda, dahası ta Galiçya’larda ölüme süren bir despotizmi temsil etmektedir. Çoğu zaman unutuyoruz ama, sadece emperyalistlerin değil ama İttihatçı iktidarın da maceracı politikaların sonucunda üremiştir Yemen Türküleri. Bu savaşçı politikaların sonucu sadece Ermenilerin tasfiyesi değil, onlardan çok daha fazla Müslümanın da ölüme sürülmesidir. Bir bütün olarak Osmanlı coğrafyasını ve I. Dünya Savaşı’nı ele aldığımızda, açık ki Ermenilerden çok Türkler öldü. Ancak yine açık ki bu sonuçlardan, emperyalistler kadar, bize ‘atamız’ diye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle bu topraklardan yokedilmişlerin acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan. Üstelik Ermeni halkının acılarını sahiplenen bir Türkiye’nin, büyük olasılıkla onlardan da çok ölmüş Balkan Türkmeninin acılarını anımsatma ve ortak acılarımız adına bize bunları yaşatanlara karşı dayanışmamızı da mümkün kılacaktır. RESMİ TEZ GERÇEKLERDEN UZAK Bilindiği gibi ‘hakikat’ diye bize yinelenegelen ve aksini iddia edenin ‘ihanetle’ suçlandığı resmi tezimiz, “savaş ortamında askerlerimizi ve erkeksiz köylerimizi arkadan vurmalarından, yani Ermenilerin gerçekleştirdiği eylemlerden dolayı Osmanlı tehcir kararı almaya mecbur kaldı!” şeklindedir. Kuşkusuz Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğine karşı ciddi bir Ermeni eylemliliği söz konusu. Ancak bu durum, eğer ki Osmanlı devletinin etnik arındırma gibi bir planı olmamış olsaydı asla böylesi topyekün bir tehcir uygulamasıyla karşılanmayacaktı. Oysa resmi tez; “Tehcire tabi tutulan Ermeniler, devlet aleyhine faaliyette bulunan Ermenilerdir. Devlete sadakatle bağlı olan Ermeniler ise hiçbir surette tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcire tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve iskanları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır” diye gerçekleri çarpıtmaktadır. (İsmet Binnark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, Sunuş, s.XXV) Halkın hakları ve hukuku ekseninde değil, Osmanlı devleti ve onu yönlendiren İtihatçı politikaları aklamak amacıyla şekillenen bu gerçekdışı tez, Türkiye’nin halen başına dolanan en büyük çoraplardan biri işlevi görmektedir. Aksi olsaydı, en azından Erzurum, Van, Maraş gibi doğudaki şehirlerin tehciriyle yetinilirdi. Oysa Bursa, Ankara, Eskişehir, Konya, İzmit, Adapazarı gibi, söz konusu eylemliliklerle ilişkilendirilmesi için en küçük bahane bulunamayan batı illerimizin Ermenileri de aynı âkibete uğramıştır. Kaldı ki, söz konusu doğu illerinde bile, “adil ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri imha etmek” istiyorlardı; “nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gayeleri için mühim bir fırsat vücuda getirdi” (İki Komite, İki Kıtâl, s.27) Bu çok önemli ve bence durumu olanca çıplaklığıyla görmemiz açısından da çok gerçekçi çözümleme Ahmet Refik’e ait. Onun satırlarıyla devam etmeden, anımsatmalıyım ki Ahmet Refik, Osmanlı Tarih Encümeni üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında Türkiye Tarihi Müderrisliği, 19241927 yılları arasında da Türk Tarih Encümeni Başkanlığı yapan bir tarihçimiz. Ermenileri de ağır bir şekilde eleştiren yazar, Ermeni sorunu tartışıldığında nedense unutulan asli sorumluya, yani Türk halkını da çok ağır bir istismara ve neredeyse imhaya sürükleyen İttihatçı zihniyete işaret ediyor. İşte bu Ahmet Refik’in 1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair gözlemlerini, giderek sağduyumuzu yitirmemize neden olan şoven savrulmaya karşı bizi uyarması dileğiyle aktarmak istiyorum. FECİ MANZARA TUTARLILIK BİZİM DE İHTİYACIMIZ Kuşkusuz emperyalist güçleri eleştirmek sorunları çözmeye ve bizi yüklerimizden kurtarmaya yetmez. Dolayısıyla onlara yönelik eleştirilerimizin tutarlılığı aynı standardı kendimize de uygulayıp dini ve milli ayrımcılığa teslim olmamaktan geçiyor. Tarihe ve yaşadığımız sorunlara ezenler açısından değil ezilenler, devletler açısından değil halklar, öldürenler açısından değil öldürülenler açısından bakma standardı oluşturmak ve bu standardı ayrımsız her sorunda uygulamak zorundayız. Böyle bir yaklaşım düzeyi, bizi öncelikle Enver Paşa’yı bin yıldır birlikte yaşadığımız Ermeni komşumuzdan daha yakın zannetmek yanılgısından kurtaracaktır. Bu bilinç ise yönetenlerin bizi güdebilmek yerine haklarımıza saygılı olmalarını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki sürgüne giden Ermeni komşularımızla aramızdaki tek fark ayrı dillere, ayrı inançlara sahip olmaktan ibaret. Oysa Enver Eskici Dükkânı Cinselliği mizahi bir dille ele alan “Ayıp Ettik” adlı oyun 20062007 Tiyatro sezonunda İstanbul seyircisiyle buluşuyor. Yazaryönetmenliğini Uğur Yağcıoğlu’nun yaptığı oyunda, Ece Uslu, Durul Bazan, Kayra Şenocak, Yasemin Balık, Ali Türkoğlu, Ebru Karanfilci, Seçil Mutlu ve Barış Çakmak ile birlikte, ekranların ve tiyatro sahnelerinin birbirinden değerli oyuncu ve dansçıları biraraya geliyor. “Ayıp Ettik” 2728 Ekim tarihlerinde Beşiktaş Kültür Merkezi’nde sahnelenmeye başlayacak ve 31 Ekim’de prömiyeri yapılacak. Oyunda cinsellik, erotizmden uzak komik bir dille anlatılıyor. Müzik ve danslarla daha da keyifli bir atmosfere bürünen oyunun müziğini Fikret Alper, kostümlerini Oya İybar hazırladı. Tel: 0212 327 24 27 Ayıp Ettik Bahar Noktası S ahne tozu Rumuz Goncagül Timur Selçuk’un müziklerini bestelediği, Taner Barlas’ın yönettiği Rumuz Goncagül, Oktay Arayıcı’nın ortaoyunu özelliklerinden yola çıkarak 1977 yılında yazdığı ve bugüne kadar pek çok kez sahnelenen, kadının toplumdaki yeri ve evlilik kurumunu ele alan bir komedi. İnsaf Hanım kocası öldükten sonra kızı Gülsün’e zengin bir koca bulmak için çareler aramaya başlar. Tek isteği geçim derdinden kurtulmaktır, bir gün aklına müthiş bir fikir gelir ve gazetelere Goncagül rumuzuyla evlenme ilanı vermeye karar verir. 261 damat adayı arasından seçtikleri damat adayları ile İnsaf ve Gülsün’ün arasında geçen birbirinden gülünç ve trajikomik olaylar dile getiriliyor. Oyun, bugün ve 22, 25, 26, 27, 28 ve 29 Ekim tarihlerinde Kağıthane Sadabat Sahnesi’nde tiyatroseverlerle buluşacak. Atina Dük’ü Tezeus, Amazonlar kraliçesi İpolita ile evlenmek üzeredir. Ege çiftin sarayına gelerek kızı Hermiya’yı kendisinin uygun bulduğu Dimitri ile değil de İskender ile evlenmek istediği için şikayet eder. Hermiya da mecburen sevgilisiyle birlikte en yakın ormana kaçar. Aslında ormanda da işler çok karışıktır. Zira periler kralı Oberon ve periler kraliçesi Titiana’nın arası kıskançlık yüzünden limonidir. Sırf bu yüzden doğanın düzeni birbirine girmiş vaziyettedir. Shakespeare’in eserinden, Can Yücel’in çevirisiyle Metin Belgin, Sumru Yavrucuk, Mustafa Uğurlu’nun rol aldığı oyun, bugün ve 24, 25, 26, 27, 28 ve 31 Ekim tarihlerinde Devlet Tiyatroları Taksim Sahnesi’nde seyirciyle buluşuyor. Yeraltından Notlar “Akıl gerçekten de insan eylemlerinde en belirleyici yönlendirci midir? İnsan yönünü sadece aklıyla bulabilir mi? Diyelim ki biri kendine akılcı bir yön belirledi bu her zaman o kişinin çıkarlarına uyar mı? Yoksa bir insan kendini akıl dışı bir isyanla da var edebilir mi?” Dostoyevski’nin bir eseri olan Yeraltından Notlar, Payidar Tüfekçioğlu, Alptekin Serdengeçti, Ömer Hüsnü Turat, Saydam Yeniay, Ali Fuat Çimen, Tayfun Savlıoğlu ve Ezgi Çelik’in oyunculuğuyla 21, 24, 25, 26, 27, ve 28 Ekim’de Devlet Tiyatroları Aziz Nesin Sahnesi’nde seyirciyle buluşuyor. Irgatlık ve el işçiliğinden makineleşmeye doğru yol almakta olan toplumda, gitgide yoksullaşan bir ailedeki kuşak çatışmalarını ve bireyin sıkıntılarını birkaç katmanda anlatan bir oyun. Bir ağa torunuyken savaşta bir bacağını kaybedip döndüğünde hayata yeniden başlamak durumunda kalan Topal Eskici ve ailesinin çevresinde anlatılan olaylar, bir ailenin değişen şartlar karşısında bir arada tutulmasının güçlüğü ve kurulan hayaller ile toplumsal gerçekliklerin tezadı çerçevesinde anlatılır. Orhan Kemal’in yazdığı, Ergün Işıldar’ın yönettiği oyun, bugün ve 22, 25, 26, 27, 28 ve 29 ekim tarihlerinde Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde seyirciyle buluşuyor. eaydin?cumhuriyet.com.tr “Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mulün harici (umulmayan) bir manzara görüldü” diyen Refik, ağlama ve feryatlarıyla çoluk çocuk yük vagonlarına tıkabasa doldurulmuş insanların hazin tablosunu aktarıyor. “Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma karadan geliyorlardı. Manzara pek feciydi” (s.30) “Nihayet birgün meş’um (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye edilecekti (...) Ertesi gün, Eskişehir’in biçare aileleri ellerinde birer sepet, kollarında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin çöllerine, açlığa, sefalete, perişanlığa, ölüme doğru gittiler...” (s.34) “Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...) Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı hal, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli edilmemek için evlere ateş verilmişti.” “Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde, her tarafı açık hayvan vagonları idi. Muhacirin idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı vagonlarla gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını verdi” (s.37). Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri, çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor” şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet Refik, şöyle yazar: “Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti ile malul olmak lazımdı, Almanlardan kalpleri insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine) hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkan haricinde idi. Hiç şüphesiz Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların zafer teraneleriyle bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Anadolu’da kazanacağı menfaatlerle sermest; kurunu vusta’da (Ortaçağ’da) bile görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini takınıyordu”. (s.38) “Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücumu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükümetinin Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gönderdiği çetelerdi”. (s.39) Bir şey eklemek gerekir mi bilmem...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle