Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
KOKULU KENTLER: Ü S K U P IHLAMUR ÇİÇEKLERİNİN ALTINDA O Tarık Dursun K. Sokaklarda, dükkânlarda, kahvehanelerde, garajlarda ve mor menekşelerin boyunlarını hiç eğmedikleri, yüzleri hep akan Vardar'a dönük parkların banklarında ve günün her saatinde Üsküplüler köfte (ya da Slaylaşmış adıyla cebap çiçi) yiyorlardı. Köftenin bizim köftemizin aksine, buradaki tek müttefiki acı biberdi. Gözlerden yaş getiren, eskiden tanışmışhğınız yoksa sizi dünyaya geldiğinize pişman edecek bir acılıktaydı bunlar. Fakat yerken yüzünü buruşturan, hoh hoh eden ya da gözleri bir nebzecik olsun yaşlanan tek bir Üsküplüye rastlamadım dcrsem, inanın bana! Konçe köyü, merkez ilçesi Radoviş'in yirmi iki kilometre batısına düşer. Hava günlerdir sıcak ve kuraktı. Üsküp'un başkenti olduğu Makedonya Sosyalist Cumhuriyeti topraklarında başlıca uğraş, tarımdır. Havalar kurakladı, sulama yetersiz oldu nıu dünyanın her köyünde olduğu gibi Konçeli köylülerin de gözü göğe çevrifir, yağmur bekler. Yağmur, günlerce yağmaz, rnevsime ters düşer. O zaman işte, köylü, binlerce yıl öncesinden kalma inanışlarına başvurur, yağmur duasına çıkar. havaya kaldırıldı. Dediler ki: "..parmaklann afagıya, yere doğru çevrilmesi, yagınurun gökten yere inmesi dilegini bildirmek içindir." BUenlerinin Arapça okudukları dua, aslında Kuran'daki "Şuara Suresi"nden alınmış bir âyetti: "..Ve huvclk/.i yuneızilu min ba'dı makanetu ve yeşunı rahmetehu ve huvel veliyyul hamid". Yine dediler ki: "Ouanın kabul olunması için köyliilerin hiçbirinin bir diğeriyle dargın olınuması şarttır. Birbirlerine kuskün, dargın olanlar varsa, önce onlar barıştırılır, ondan sonra duaya geçilir." İki gün sonra Radoviş yakınlarındaki asfalt yoldan geçerken çevrede dikili ya da ekili namına ne varsa hepsi başkaldırmışlardı, gördüm. Üskuplü Makedonya'nın Yugoslavya içindeki sınırı, güneyde özerk Kosova'nın uç ilçesi General Yankoviç'ten başlar. Söylemeseler bile, görürsünüz gözlerinizle; Bulgar Makedonyasf ndaki gibi (lkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından Makedonya üçc bölünmüştür; Yugoslav Makedonyası, Yunan Filip'ten Romalılar, Gotlar, Avarlar, Slavlar ve Bizanslılardan lkinci Dünya Savaşı'nın partizan savaşlarına dek uzanır. Türkler, iki bin beş yüz yılbk bu zaman diliminin dörtte bir bölümünde yer alır. Mimarisi insanda saygınlık uyandıran Sophia Kadetrali'ni camiye dönüştürmuş, IX. yüzyılda Aziz Klimen'in kurduğu manastırı da yine cami ve imaret yapmışl^rdır. Ohri gölünun yarısı Makedonya'nın, yarısı da Arnavutluk'undur; tam ortalık yerinden ikiye ayrılmıştır. Osmanlı lmparatorluğu'ndan kalma pek çok silinmez örneklere sahiptir.Resmi tarihler dışında; Türkler, gittikleri yerlere salı kültür taşıyıcıları değil, o topraklardaki hiçbir şeyi yıkıp yok etmemiş bir ulus diye kabul edilir. Türkler, neyi hazır bulmuşlarsa, benimsemişlerdir hemen. Onlardan yararlanmışlar, değişiklikleri de zorunlu görmüşlerse, o zaman yapmışlardır. Vıyanalı tarih protesörü Georg Schreiber'in dediklerini cankulağıyla dinledim: "IX. yüzyılın sonlarına ya da 1912 yılına kadar Türklerin yöneüminde kalmış bölgelerin politika adamlarıyla tarihçilcri, geçen süre boyunca ülkelerinin üzerine bir ölü toprağı serpilmiş olmasından yakınırlar. Doğrudur, ama bu arada böyle bir örtünün bir koruyuculuk görevi yaptığı da unutulmamalıdır. Romantikler, tablosu yapılacak nitelikte değişik olan, kendine özgü olan, renkli ve uyumlu olan şeyleri severler; bir koşum takımı, elde örülmüş bir sepet, bir su değirmeni karşısında çağdaş tekniğin ürünü gereçler ve kuruluşlar karşısında duyulandan çok daha fazla sevinç duyarlar. Herhangi bir kentin yeni kesiminin yüksek, beton yığını apartmanları arasında dolaşmayı yeğlener. Doğu'nun büyüsü, akılcı nedenlerle tümden reddedilmemeli. tnsanın önünde bambaşka ufuklar açan, insanı kendinden geçiren bir varlığın parçasıdır çünkü onlar." Kenti (Üsküp'ü) günümüze kadar da gelebilecek bir geçmiş zaman Türk kenti olmaktan o korkunç deprem çıkarmıştır. Vardar'ın sağ yakası bir gecede yerle bir oluvermiştir. Yeniden var edilen yepyeni Usküp, bir anda geçmişindcn soyundurulmuş geçmişle olan bağları koparılmış ve kent, minyatür biı Avrupa kenti olmuştur. Eski tarih; taş köprünün öbür yakasında ve bir başına bırakılmıştır: Burada birer kanşlık evleri, kırmızı kiremitli damları, eğri büğrü sokakları, avuç içi kadar bahçelerindeki dut ve kara erik ağaçları, bodurgul fidanları, hamamları, modernleştırilerek çirkinleşmiş hanları, gürültüsü; SırpHırvatça, Makedonca, Arnavutça, Romca (Çingenece) ve makedonca dillerinin karışık çalkantısı, Anadolu'dakilerin hık demiş burnundan düşmüş kahvehaneleri, caddelere taşan Orhan Gencebaylı, Ferdi Tayfurlu ve Neşe Karaböcekli arabesk şarkılan, sabahtan akşama ateşin üstünde dura dura helvelenmiş, köfteci dükkânlannın baş kralı kurufasulye dolu toprak güveçleri, tozu toprağı, cılız akasyaları ye sımsıcacık Doğulu hoşgörüsüyle boşvermişliği bir arada hiç atışmadaı., en küçük bir komplekse kapıtmadan koyun koyuna yaşar. Usküp'e gittiğinizde Osmanlı taş köprüsünün Doğıı ile Batı'yı nasıl sessiz sedasız birleştirdiğini ya da ayırdığını kendi gözlerinizle görebilirsiniz. Bir gece bir tanışımın evinden otelime gitmek üzere geç vakit yayan yapıldak yollara düştüğümde o kokuyu yeniden duydum. lz sürdüm. Gide gide büyük parkın Vardar'a çıkan en ucuna vardım. Evet, burasıydı. Bir top ıhlamur ağacı hep birlikte çiçek açmışlardı. Vardar'dan yükselen nem ıhlamur çiçeklerinin üstünde tomuruyor, Vodna tepesinden ıslıksız esen rüzgârcık nemle ağırlaşıp yoğunlaşmış kokuyu, aldıgı gibi kentin doğu yakasına geçiriyordu. U tobüs, Knva Palankn'dan döne dolana inişe geçtiğinde Bulgaristan yakasındaki Devebayır'ın üstünc daha güneş doğtnamıştı. Ipince bir kırmızılık akçamların karartısında yeni yeni kınntılanıyordu. Kumanova'dan sonra otoyolda tıksoluk, güneşin o ilk ışıklanna sırtımızı verdik; ikı yanı yüksek boylu mısır tarlalanyla çepeçevrilmiş dereleri, tepeleri aşıp yarım gündüz gözüyle Üsküp'e vardık. Tatildi ve Üsküp uyuyordu. Garaja bitlşik, Vardar ovasının en diplerinde bir yerlerden çıkagelen Vardar'ın ağarık suları Osmanlı'dan kalma eski taş köprünün tek sıralı ayaklarına vuruyor, küçük bir duraksamanın ardından gözlerinin sekizindc birden usulcacık dağılıyordu. Çantam elimde yürüdüm, taş köprünün ortalık yerine gelince durdum. Irmağın öbür kıyısındaki bir dizi yeşil, yaprakları birbirine sarmaş dolaş, uzun dallı ağaçlardan doğru atnan vermez bir koku kopmuş, geliyordu; beni durdurmuştu. Kokuyu önceleri pek çıkaramadım. Tatlımsı, genzi tırmalayan, ama burun kanatlarını zorlamadan yavaş yavaş açtıran, genizden dile ve dilden damağa ansızın geliveren bir kokuydu bu. Ne kokusuydu, ne kokardı böyle? Göğe baktım; hiçbir şey uçuşmuyordu, rüzgâr vardı, ama yakınımdan ancak üç beş şeytanarabası salınarak geçti, o kadar. Köprüde ilerledim. Kamburuyla silinmemiş eski Türkçe yazıtının önünde mor dudakh, sol kulağı beyaz karanfilli, kömür gözlü, . başı lstanbul yemenili bir çingen kızı oturuyordu. Bacakları arasına açtığı tezgâhında iki teneke mangalh, bir bacalı, çok maşalı, sayısız şişli işleri sergilenmişti. Baldırları kılsızdı. Dizine yakın iki yerde iki keskin cilletten iki kan izi macenta rengiyle kurumuştu. "Bakayım mı falına?" dedi Türkçe. "Güzel şeyler söylerim!." Bakıştık. Karanfilini kulağından aldı, kokladı. Ayağa kalkmadan, bacaklarını örtmcden yine oturduğu yerden karanfili bana uzattı. "Fal baktırmazsan, al bunu, yavukluna götür, makbule geçer.." dedi. Karanfili aldım. Köprünün kamburunu indim, tam Vardar'ın ayaklan dibinde durup arkarna dönmeden kokladım. Hayır, peşim sıra sinsice beni izleyen o koku, karanfil kokusu da değildi. Başka bir kokuydu. Koku, kentin üstüne bir bulut gibi çökmüştü sanki. Üsküplüler farkında değillerdi ya da alışmışlar, kanıksamışlardı, kentin herhangi bir parçasıymış gibi kabullendiklerinden olacak, görmezden, bilmezden, duymazdan, koklamazdan geliyorlardı. Kentin tam ortasından akarak onu ikiye bölen koca Vardar'ın sol yanı Murad Hüdavendigâr'ın ayak izlerine basa basa Anadolu ellerinin adsız sansız köylerinden, kasabalarından koparak ganaim topraklarda yurt edinmek amacıyla kalkıp gelmişlerin ata babalarınca bilmem kaç şu kadar yüzyıl önce kurulmuş Türk mahallesi; öbür yanı da kentin bugünkü sahiplerinin Hıristiyan mahallesiydı. Türk mahallesine geçtiğimde, koku, ansızın yitti gitti. Yerini inanılmaz bir saldırganlıkla iştah açan ızgara köftenin taze kokusu alıverdi. En az üç gün öncesinden makineden geçirilmiş, bayat ekmek içiyle soğanı bin dikkatle doğranmış; maydanozu ve baharatı tam kıvamlanarak uzun uzun yogurulmuş, parmak bUyuklüğUndeki (kalınlıkları da o kadardı zaten) ve nep aynı cetvellenmiş boylardaki köfteler kömür ateşinde pişmelere sabahın en erken saatlerinde başhyor, dumanı Eski Çarşı'dan salına salına, üstelik nazlanarak Bıt Pazan'na oradan da ta Çayır mahallesine kadar uzaruyordu. Ûsküp'ün Eski Çarşısı: Vardar'ın sağ yakasında eski tarihle baş başa bir köşe. Konçe köyünden köy halkı, biz arabayla yanlarına vardığımızda yağmur duasına çıkmaya karar vermişmiş; kalabalık halinde dereden geliyorlardı, büyük alanda karşılaştık. Deredcn küçuk su taşları toplamışlardı. Alanda kimi bağdaş, kimi kıçüstü oturdu yerlere. Dua bilenlerin önlerine toplanan taşlar gctirilip bırakıldı. Okudular her bir taşa, üflediler ve.. yaladılar dilleriyle. Ardından da tek tek saymaya başladılar. lçlerinden genç olanları dua bilmiyordu. Onlar da dua okuyanların saydıkları taşları bir kez daha saydılar tek tek. Taşların yetmiş bin olması gerekirmiş, öyle dediler. Sayım epeyi uzun sürdü. Ardından taşları torbalara doldurdular, ağızlarını sıkı sıkı bağladılar. "Sonra n'olacak?" diye sordum. Anlattılar: Her biri, su içine konulacakmış. suyun torbaları örtmesi zorunluymuş. Suya bırakılan ya da atılan taş dolu torbalar, yağmur yağıncaya kadar suda kalırmış. Bir şey daha ilgimi çekmişti dua sırasında. Köylüler, o ara, giysilerini ters yüz ettiler. Eller, parmaklar aşağıya yere doğru çevrilerek Makedonyası ve Bulgar Makedonyası olarak üç uluslu ve üç devletlidir şimdi) burada da gelenekler eski güçlerini yitirmiş, yerel halk giysileri gösteriden gösteriye giyilir olmuş, televizyon aracılığında gusla çalan halk şairleri "lüzumsuz adaın"laştırılmıştır. Şimdiki adı Televo olan eskinin Kalkandelen'deki Renkli Cami'nin (Şarena Camii'nin) minaresinde ezan okununca, müezzinin çağrısına ancak ağarmış sakallı, belleri bükülmüş yaşh Müslünıanlar uymakta, sayılan bcşi onu geçmeyen güvercinlerin gölgesine sığındıkları küçük şadırvan altında abdestlerini almaktadırlar. Bir zamanların unu yedi iklim dört bucağı tutmuş Harabati Baba Tekkesi'nin yarısı müze yarısı moteldir. Haki Paşa'mn konağından başka, hepsi "Bey" unvanını taşımış seçkin tabakanın guzel evleri hâlâ yerli yerinde durmaktadır. Yörenin en ilginç kenti, aynı adı taşıyan gölle hisar tepesi arasında kalan minik Ohri'dir. Tarihe dayanan anıları; Eskiçağda, buünkü Arnavutluk ve Dalmaçya'da yaşamış, ndoCermen kökenli lllyrlerden başlayıp Büyük lskender'in babası Makedonya Kralı II. f 11