Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
12 Kasım 2010 Cuma 332 09 Giremedik. Atatürk’ün halkıyla birlikte yürüttüğü halk savaşını betimleyen kabartmaları, halktan bir insan olarak bir kez daha inceleme olanağı bulamadık. Zaten Atatürk’ü anlamak, içten tanımlamak, onun halkçı sesini duymak, bağımsızlıkçı soluğunu ensemizde hissetmek zorlaşmıştı. İlkeleri tepelenirken uyduruk senaryolarla sinemalarda, sahte sevgilerle kitaplarda Atatürk satmak serbestti; ama bilinçle, yüreği pırıl pırıl candanlıkla, bilerek ve benimseyerek devrimciliğe çift su vermek yasaktı! Gittik, Zafer Kulesi’ne sığındık. Atatürk’ün arabalarına baktık, baktık, baktık. Cumhurbaşkanlığı forsu takmışlardı arabaların bayrak direklerine... Cumhurbaşkanlığı forsu... manlar ziyaret ettiğimiz, 12 Eylül sonrası kaldırılan gömütlüklerinin bulunduğu yere baktık. Bir de Atatürk’ün yattığı Anıtkabir’in tavanındaki Anadolu motiflerine. Ressam dostumuz Cemil Eren, o motifleri 1950’li yıllarda özel seçilmiş kök boyalarla nasıl emekle boyadığını anlatmıştı bize... 12 Eylül, o güzelim tavanı da kendine benzetmiş, yağlıboya ile boyatmıştı. Tıpkı, Kenan Evren’in o dönemdeki mitingleri gibi. Görünüşte gösterişli, ama içi kof ve görgüsüz! Atatürk ve ve Kurtuluş Müzesi’ne gelince... Amerikan mandasından yana Halide Edip’in büstü var, onunla birlikte Anadolu’ya geçen ve bağımsızlıktan hiç ödün vermeyen Yunus Nadi’nin yok. Abdülmecit Meclis tarafından halife seçilince kutlama atışı yaparken yaralanan Sütçü İmam’ın büstü var, aydınlanma devriminin önderlerinden Mustafa Necati’nin yok! Atatürk’ün Söylev’de “Büyük zaferin şerefine katılmaya en az hakkı olanlardan biri” olarak nitelediği, şapka giymeyi “temel haklara, kişisel dokunulmazlığa” aykırı bulduğu için bağnazlık ve gericilikle suçladığı Sakallı Nurettin’in yalnızca “Paşa” olduğu için büstü var; ama Atatürk’ün Söylev’de övgüyle söz ettiği Telgrafçı Manastırlı Hamdi Bey’in de (16 Mart 1920’de İstanbul’un işgalini Atatürk’e bildiren Ahmet Hamdi Martonaltı) yok. Hiç olmazsa onun aziz anısına, Çallı’nın öğrencilerinden Şeref Akdik’in “Atatürk telgraf başında” adlı tablosu İstanbul Resim ve Heykel Müzesi’nden getirtilemez miydi? Getirilebilirdi, ama getirilememiş... Sağlanmak istenen ince, daha doğrusu ilkesiz, anlamsız dengelerden olsa gerek... Son bir şey: Atatürk ömrü boyunca hiç bugünküler gibi cambazlık yapmamış. Dosdoğru gitmiş; çocuklar, gençler, bilin bunu... Aldanmayın... Tenten Anıtkabir’de D IŞIK KANSU ağ muşmulalarının arasında serçeler sıçrıyordu. Ateş dikenleri kıpkırmızıydı. Aslanlı Yol’un başında kuş sesleri çocuk cıvıldaşmalarına karıştı. Atatürk’ün bahçesini görmeye gelmişlerdi. İki çakı gibi askerin beklediği yolun ağzında Hürriyet Kulesi vardı. Bir de İstiklâl Kulesi. Hürriyet Kulesi’nin tavanında, Atatürk’ün sözleri yazılıydı. İstiklâli tam, yani tam bağımsızlık diyordu. İstikali olmayan milletin uşak konumuna düşeceğini söylüyordu. İstiklâl Kulesi’ne girdik, yine Atatürk’ün sözleri: Merhamet dilemek gibi bir ilke olmadığını bir çekiç gibi çakıyordu kafamıza. “Ya istiklâl, ya ölüm” diye bitiriyordu diyeceğini. Öğretmenler, parmakları yukarıda, Atatürk’ün sözlerini okuyorlardı öğrencilerine... “Merhamet, uşaklık... İstiklâl, bağımsızlık...” Kulaklarımız kızardı, başımızda bir zonklama... Tam orada, İstiklâl Kulesi’nin başındaki kadın, elinde buğday başakları ile bereketi tutan kadının arkasındaki kadın... Babamızın elinden tutup Anıtkabir’i gezmeye geldiğimiz ilk günden bu yana ağlıyordu. Ama bu kez hıçkırıyordu sanki. Başı daha bir öne eğilmişti sanki... Sağlı sollu 24 aslanın beklediği yola doğru yürüdük. Hitit aslanlarıydı... Ekmeğini yediğimiz, suyunuzu içtiğimiz toprakların yarattığı gücün sessiz gürbüz yiğitleriydi onlar. Güven vericiydiler. Düşündük: Aslana yakışır gibi yürüsek pençe yemezdik ondan bundan... Müdafaai Hukuk Kulesi’ne süzüldük. Yine Atatürk karşıladı, çın çın çınlayan sözlerle: “Kurtuluş, kuvayi milliye, hayat” ve hiç kuşkusuz yine istiklâl... Kütüphanesine baktık. Bağımsız düşünebilme yetisinin kaynaklarından içtiği duru suları gördük: İtalyan edebiyatı, Fransız edebiyatı, The Book of Life (Yaşamın Kitabı)... Yunan sanatı, eski Çin sanatı, Mısır uygarlığı, Pom “Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı” tarafından yayımlanmış, “Çizgilerle Atatürk” kitaplarına... Anlaşılan, çocuklar Atatürk’ü öğrensin diye çizgi roman basmışlar. Ama, ne çizgiler (bırakın Atatürk’ü sevmek, insan o çizgileri görünce Atatürk’ten korkabilir), ne de içerik çocuklara yönelik olmuş. Kim yazdı, kim çizdiyse “Hazır ol” komutunda yapmış her şeyi... Canımız sıkıldı, çıktık kuleden, pei’nin Son Günleri, Maya dili, hukuk, matematik ve Emile Zola... Geometri kitabı yazmış bir kurtarıcı. Askeri taktik sorunların çözümüne ilişkin yapıtıyla savaş kazanmış bir seçkin kurucu... Bir onun estetik anlayışına bakın, bir de o kule altında satılan ve Anıtkabir’in sağ ve sol yanında, merdivenlerin hemen başındaki kabartmalara yöneldik ki... “Dur” dedi bir genç. Askere, siyah takım elbise giydirmişlerdi. O “Dur” diyordu yine. Durduk. Oraya gitmek yasakmış. Niye? Kabartmaları göreceğiz. Yok, yasak, giremezsin... Türklerin yıldızları ve ortada bağımsızlık alevi gibi yanan güneş... “Hey gidi hey” dedik, iç çektik... Cemal Gürsel’in, 27 Mayıs şehitlerinin Şehit Teğmen Kalmaz’ın, Turan Emeksiz’in bir za