28 Aralık 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Cumhuriyet Ankara 256/29 Mayıs 2009 ANKARA aksim’e cami yapmak, AKP iktidarının ve İstanbul Belediye Başkanı’nın değişmesi mümkün görünmeyen bir niyeti... İstanbul’un işlerini, özellikle 2010 Kültür Başkenti hazırlıklarını herkesten iyi bilen bir dostum geçen hafta dedi ki: “Hiç kimse merak etmesin, o cami yapılmayacak!” Bizim cahili olduğumuz bir bilgisi olsa gerek. Ben nedense o cami yapılacak diye düşünüyorum ama kim bilir, olmaz olmaz. Ve çoğu zaman, olmazlar oluyor. Taksim’deki cami inşa edilecek gibime geliyor. Gerçekleşecekse bir iki umudum, önerim, ricam var: Birincisi, beş yüz yıldır İstanbul’a hâkim olan cami mimarisi üslubundan vazgeçilmesi ve ileri bir estetiğe kendini adayan modern bir eser yaratılmasıdır. Bizim kadar (bazıları bizden çok daha koyu) muhafazakâr olan Müslüman ülke kentlerin T Vaka...Vak’a...Vakaa...Vakâ eğişen Türkçemizin yaşadığı bir telaffuz sorunu var. Arapça ve Farsçadan aldığımız bazı kelimelerdeki uzun ünlüleri kısa okumak gibi bir hatanın (en yeni örneği: Ercümeni Dâniş’teki uzun â’nın danış diye kısaltılması) yanı sıra, bazı kısa ünlülerin yanlış olarak uzatılması... Meşale’deki a kısadır ama, birçok deneyimli spiker bile meşâle diye okuyarak hataya düşüyor. D ANKARA Talât HALMAN AKKARA Taksim İçinCami de bile, huşu ve heyecan veren modern, avangard camiler var. Bizde öylesine cesur cami mimarisi örnekleri çok azdır. O kadar az ki üzülmemek elde değil yaratıcılığımız, hayal gücümüz kısır görünüyor. Ankara’da Doğramacı Ali Paşa Camisi yenilikçi cami için nefis bir örnek... İstanbul da, benzer bir ilerici cami mimarisine lâyıktır – ve bunun en elverişli, sembolik anlamda en uygun yeri Taksim’dir. Orada, İslam dünyasının imreneceği ve uluslararası mimarlığın önemseyeceği yepyeni, taptaze üslupta bir cami yaratmalıyız. Bu cami, öyle bir devrimci başyapıt olmalı ki Türkiye’nin dört bucağında günümüze ve geleceğe yenilik ilhamı vermeli. Her zaman, her yerde birörnek camiler yapmak marifet değildir, zihin ve zevk tembelliğidir. Özellikle İstanbul ve Taksim “kişilikli” bir camiye lâyıktır. İkinci önerim şu: Taksim, fetihten bu yana, 546 yıl boyunca, nice ırkların, din ve dil zümrelerinin bir arada yaşadığı, olumlu anlamda kozmopolit bir yaşam sürdürmüştür. İnançlar ve etnik kökenler arasında hoşgörü ve dayanışmamızın simgesi olan semttir. Osmanlı döneminde adını, Bizans döneminden beri devasa sarnıçtan şehrin başka taraflarına su dağıtılmasından almıştı. Suyu paylaştırdığı için aziz ve yüksek bir semt özelliğindedir. Çok dilli, çok kültürlü, çok dinlidir. Böyle bir semte başka dinlerin ibadetlerine de açık olabilecek bir cami yaraşır. Bunun bir örneği Ankara’da, Bilkent Üniversitesi’nin hemen dışında geçen yıl kuruldu: Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın rahmetli babası Doğramacızade Ali Paşa’nın adını taşıyan modern cami. Sünni ve Alevi hüviyetlere sahip olduğu gibi, ek bölümlerinde başka tek tanrılı dinlerin âyinleri de yapılabilmektedir. Avrupa Birliği’ne girmeye çalışan, “Medeniyetler İttifakı”nda varlık gösteren ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti unvanına lâyık olmaya çabalayan İstanbul, bu amaçlara hizmet uğrunda böyle bir “tüm inançlara açık” cami ile ulaşabilir. Tek bir çatı altında, ayrı manevi değerlerin birliği, uluslararası imajımız için olaganüstü yararlar sağlayacaktır. Üçüncü umudum da, camide İslami sanatların yanı sıra başka dinlere ait görüntülere yer verilmesi ve sanat eserlerinin sergilenmesi... Taksim’deki cami, hem Türk modern mimarisinin, hem dünya dinlerinin ortak yaşamının, hem de bir çeşit uluslararası sanat müzesinin heyecan verici bir örneği olmalı. Ahlâksızlığı kucaklamak Y aman bir ahlâksızlık çağında yaşıyoruz. Günahkârlığın, kötülüğün, irtikâbın, yolsuzluğun, hırsızlığın her türlüsü, dünyada ve ülkemizde kol geziyor. Bu, sadece bugün yaşadığımız bir batak değil. Ben “Ah, nerde o eski günler” diye yanlış özlem çekenlerden biri olmadım, olmayacağım. Aynı berbat durum, her zaman vardı dünyanın dört bucağında. Belki şimdiki kadar ortaya çıkmazdı, açığa vurulmazdı. Bugün, medyanın genişleyen özgürlüğü, demokrasinin şeffaflığı sayesinde daha çok öğreniyoruz yolsuzlukları. Beğendiğimiz, özendiğimiz toplumlarda bile ne rezaletler patlak veriyor. Geçen hafta, İngiliz kamuoyunu haklı olarak öfkelendiren, İngiltere Parlamentosu’nun (Avam Kamarası’nın) başkanını tarihte ilk kez istifaya zorlayan skandalı düşünün. 1744’te ölen ünlü İngiliz şairi Alexander Pope, “Essay on Man” (İnsana İlişkin Deneme) başlıklı eserinde, ahlâksızlığın arttıkça benimsenmesini ve kabul görmesini dört mısra ile ne güzel anlatmıştı: Ahlaksızlık bir tüyler ürpertici canavar, Onu bir kere gören, yaman bir nefret duyar. Ama sık sık görür de alışırsak o yüze, Katlanırız, acırız, basarız göğsümüze. Pope’un 1734’te yazdığı bu söz, günümüzde her zamankinden daha geçerli. Kötülük yaygınlaştıkça onu kucaklayanların sayısı da artıyor. Namuslu kalanları tenzih ederiz ama ahlâksızlar gemi azıya alıyor, çoğunluklar onlara alışıyor... Zavallı toplumlar, biçare dünya. Faytonlar RT2’de “Faytonlar” hakkında enfes bir belgesel yayınlandı. İzlemeye doyum olmayan, aydınlatıcı, öğretici, örnek bir çalışma. İstanbul’da hâlâ yüzlerce fayton var özellikle İstanbul’un güzelim Adalar’ında. Ankaramızın faytonlardan, atlı arabalardan yoksun olmasına çok üzülüyorum. Ankara Büyükşehir Belediyesi, Gençlik Parkı’na faytonlar koyamaz mı? Ya da Başkentin bazı semtlerini turistlerin faytonlarla dolaşması sağlanamaz mı? Viyana ve New York’ta ne güzel fayton gezileri yapılır. Ankaramız o iki büyük kentle bu bakımdan bile boy ölçüşemiyor mu? Zor bir iş değildir bu. Hem Ankaralılar, hem turistler için hoş bir yaşantı olur. Yeter ki meram edilsin. T Birinci a’sı kısa, ikinci a’sı uzun olan saha nedense sahâ oldu. Azami, hep ilk a’sı uzun, ikinci a’sı kısa okunan bir kelimeydi. Şimdi, nedense, azâmi diye telaffuz ediliyor. Bazıları da her iki a’yı uzatıyor: Âzâmi. Sorunlu telaffuzlardan biri de: Son zamanlarda yine (domuz gribi dolayısıyla) çok sık kullanılan vaka. Eskiden, kesme işareti ile vak’a olarak yazılıp öyle okunan bu sözcükte her iki a kısadır. Her nedense günümüzde vakâ aldı yürüdü. Yanlış. Hem, ne gerek var? Arapçada da kısa olan bir ünlü, zaten uzun ünlü bulunmayan Türkçemizde niçin uzatılsın? Eskisi gibi vak’a diyemiyorsak, hiç uzatma yapmadan vaka desek olmaz mı? Korkarım, bu gidişle altmış yıllık Vakvaka Kardeş’e de Vakvakâ diyeceğiz. 19
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle