Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
Cumhuriyet Ankara 256/29 Mayıs 2009 fark etmez miydi? Kendini uçsuz bucaksız, huzur dolu bir ormanda, bir ağacın serin gölgesinde hiç bitmeyecek, tatlı bir rüyaya dalmış gibi hissettiren o yeşil gözleri; kusursuz siyahlığıyla savrulan o parlak saçları; elmacık kemikleri çıkık, bir mermer kadar pürüzsüz o bembeyaz yüzü; çok büyük bir özenle alınmış kaşları; bir gram fazla et olmayan o kusursuz vücudu nasıl fark etmezdi? İlk görüşte aşk diye bir şeyin olmadığını inatla savunuyordu. Fakat kendisi de ilk görüşte âşık olmuştu. Bunu ona söylemeliydi, hemen anlatmalıydı ona karşı hissettiği duyguları. Onu gördüğünde içinde kopan o büyük fırtınayı anlatmalıydı. Yavaş ve emin adımlarla ona ilerliyordu. Kendini kaybetmişti adeta. Onu kıza çeken büyük bir güç vardı. Her adımında içindeki fırtına daha da coşuyordu. 30 adım kalmıştı güzelliğe. 25 adım, 20 adım, 15 adım... O an durdu. Mıhlandı olduğu yere. Ya reddedilirse? Bu soruyu sordu kendi kendine. Aklına gelen bu ihtimal içindeki fırtınayı daha da coşturdu. Fırtına o kadar büyümüştü ki ona zarar veriyordu. Vazgeçti gitmekten. Bu ihtimali ortadan kaldırması gerekiyordu. Zaman lazımdı. Bekleyecekti. Ağacın meyve vermek için baharı beklemesi gibi sabırla bekleyecekti. Her gün kızın defterinin arasına küçük notlar koyuyordu. Meleğine aşkını anlatan, isimsiz notlar... Kızın onları okuyuşunu seyrediyordu. İlk başlarda sinirlenmişti kız notlara, biraz da kafası karışmıştı. Ama zamanla defterinin arasına daha bir istekle, daha bir heyecanla bakar oldu. Notu bulduğunda hızlanan kalp atışı yüzünden okunuyordu. Her notu o güzel gülümsemesiyle okuyordu. Zamanın geldiğini anlamıştı. Artık onun baharı gelmişti. Hissediyordu bunu. İçinde filizlenen aşkın çiçek açma vakti gelmişti. Tek ihtiyacı uzun süredir beklediği, ona hayat verecek olan suydu. Tüm cesaretini toplayıp gitti kızın yanına, her şeyi anlattı; onu ilk gördüğü andan beri filizlenip köklenen tüm hislerini... Kız ifadesiz bir yüzle dinledi onu ve son cümleden sonra büyük bir gülümsemeyle atladı boynuna. Sıkı sıkı sarıldılar birbirlerine. Artık birlikteydiler. 4 yıl süren bir beraberlikten sonra üniversiteyi bitirir bitirmez evlendiler. Bir yıl sonra karısı kendi gibi bir melek dünyaya getirdi. İşte o gün dünyanın en mutlu iki insanı onlardı. Küçücük bir varlık vardı kucaklarında; onların kanından, onların canından... Tutmaya kıyamadıkları bir melekleri vardı artık. Annesine benziyordu; yeşil gözler, siyah saçlar... Dünyanın en güzel varlığıydı. İlk adımını, ilk baba deyişini dün gibi hatırlıyordu. Şimdi kızı dört yaşındaydı. Daha çok küçüktü ölmek için. O küçük bedeni molozların ağırlığını kaldıramazdı. Önünde yaşayacak çok şeyi vardı. Haksızlıktı bu. Gül yüzünde gülücükler olması gerekiyordu onun. Koşup oynaması gerekiyordu; tonlarca ağırlığın altında kalarak ölmesi değil... Geceleri hayaller kurardı kızıyla ilgili. Okula başladığı ilk gün kızının elinden tutup o götürecekti okula. Hatta her gün o bırakacaktı kızını, o alacaktı okuldan. Hangi okula yazdıracağını bile şimdiden araştırmaya başlamıştı. Kızının eğitim hayatının mükemmel olmasını istiyordu. Okumayı öğrendiğinde okuyacağı kitapları o alacaktı ona. En değerli yazarların kitaplarıyla büyütecekti onu. Liseli bir genç kız olduğunu görecekti. Onun cıvıl cıvıl, hayat dolu gülüşünü izleyecekti. Kalbinin kıpır kıpır atışını kendi kalbinde hissedecekti. Kızına yol gösterecekti kendi deneyimleriyle, ondan habersiz, onu koruyup kollayacaktı. Üniversiteye gidişini, mezun oluşunu, ilk işine başlayışını hayal etmişti hep. İlk parasını kazandığında kendine olan güveninin nasıl arttığını, kendiyle nasıl gurur duyduğunu izleyecek, o da kızıyla gurur duyacaktı. Kızının evlendiğini hayal ederdi bazen ama kıskanırdı. Onu başka bir erkekle paylaşmaya tahammül edemeyeceğini düşünürdü. Kendini bu gerçeğe alıştırması gerektiğini biliyordu. Torunlarını kucağına aldığını hayal ettiğinde tüm kıskançlığı, damadına duyduğu tüm nefretini unuturdu. Karısına anlatırdı bazen bunları. Karısı gülerek karşılık verirdi. Bazen beraber hayal kurarlardı. Bütün bunları düşünürken iki damla yaş aktı gözlerinden. İki damla dört damla oldu. Dört damla on damla... Gözyaşları git gide arttı, git gide hızlandı. İki damlayla başlayan gözyaşları bir yağmura dönüştü. Daha son ra bu yağmura hıçkırık da katıldı. İsyan ederek, hıçkırıklarla devam etti yağmuruna. Saatlerce ağladı. Zaman geçiyordu, o ağlamaya devam ediyordu. * * * Geçip gitti zaman, gözyaşları tükendi. Kurudu pınarları. Akmıyordu artık bir damla bile. Yağmur yerini kuraklığa bırakmıştı adeta. Zaman geçmeye devam etti. Ama ne kadar geçtiğini kestiremiyordu. Şimdi hangi günde, hangi zamanda oldğunu bilmiyordu. Keşke bilebilseydi. Bedeni çok yorgun düşmüştü artık. Çok susamıştı. Dili damağı yapıştı birbirine. Ölüme teslim olmak üzereydi. Ölmeden zaten mezara girmişti. Tek yapması gereken son nefesini vermekti. Ya kızı ve eşi dışarıda onun kurtuluşunu bekliyorlarsa? Vazgeçemezdi. Onlar için, ailesi için bunu yapamazdı. Tekrar onları düşünmeye başlamışken o sesi duydu. Sesi ilk duyduğu andaki gibi içini güçlü bir korku kapladı. Kulaklarının yanılıyor olmasını, bunun sadece bir hayal olmasını diledi. Tüm bu yaşadıklarının da hayal olmasını dilemişti; ama her şey üstünde ağırlığını hissettiği kolonlar kadar soğuk ve gerçekti. Ölüm tekrar ayaklanmış geliyordu. Yarım bitirdiği işi tamamlamaya geliyordu. ölümün gelişini haber veren sesin ardından sarsıntılar başladı. O büyük, yıkıcı sarsıntılar ölümün emrinde yeryüzüne doğru hızla ilerliyorlardı. Dalgalar halinde yok etmek için geliyorlardı. Sarsıntılar üzerindeki ağır kolonları hareket ettirmeye başladı. Her şey tekrar yer değiştiriyor gibiydi. Moloz yığınları birbiri üstüne binmeye başlamıştı. Yığınlar kat kat büyüdü. Ölüm bu sefer çok kararlıydı. Hissediyordu. Üzerindeki ağır kolonlar yer değiştirerek bir araya geliyorlardı. Birinin yapamadığını hepsi birleşip yapacaklardı. Artıyordu göğsündeki ağırlık. Nefes almakta zorlanıyordu. Karanlığın boğazına kilitlenmiş ellerine şimdi ölümün kemikli, acı dolu elleri de katılmıştı. Beraber sıkıyorlardı bğazını. Üzerindeki ağırlık arttıkça acı da artıyordu. Dayanılmaz hale geliyordu acı. Kaburgaları kırılıyordu. Kırılan kaburgalar vücudunda ilerleyip organlarına batıyordu. Dayanamıyordu. Yolun sonuna yaklaşı yordu artık. Ailesini düşünüyordu. Bırakamazdı onları. Her geçen saniye ölüm ve karanlık daha da sıkıyordu boğazını. Kısa ve sık nefes almaya başladı. Yetmiyordu aldığı nefesler. Ciğerleri daha da fazla istiyordu. Ama o yapamıyordu. İçine çektiği havayı üzerindeki baskı geri dışarı çıkarıyordu. Acı katlanarak artıyordu. Artık ölmek istiyordu. Kurtuluşu da yoktu. Ölmeliydi. Neden olmuyordu peki? Tam o sırada bir ışık gördü. Nokta gibiydi ilk başta. Zifiri karanlığı yarıp büyüyordu. Büyüdükçe büyüdü ışık. Çok parlaktı. Bakamıyordu ışığa. Gözleri yanıyordu. Onu kurtarmaya geldiklerini düşündü başta, sonunda onu bulmuşlardı. Çekip çıkarsınlardı artık; neyi bekliyorlardı? Işığın arkasında karartılar gördü. Bağırdı onlara, onlardan yardım istedi. Gözleri alışıyordu ışığa. Karartılar netleşiyordu. Gülen iki kişi vardı ışığın ortasında. Biraz daha dikkatle bakınca şaşırdı. Melekleri ona bakıyordu. Kızı ve eşi... Gülümsüyorlardı, çağırdılar onu; ama gidemiyordu ki o. Üzerindeki ağırlık izin vermiyordu, acı bırakmıyordu onu. Melekleri uzattı ellerini. Bir anda ağırlık kalktı üzerinden. Acı bitmişti. Kuş gibi hafifti şimdi. Hiçbir şey hissetmiyordu. Kızına ve eşine doğru gidiyordu. Koşuyordu. Hayır, hayır koşmuyordu, süzülüyordu. Beyaz ışığın içinde meleklerine doğru süzülüyordu. Tuttu meleklerinin ellerinden. Şimdi beraber süzülüyordu. Melekleriyle birlikte en güzel başlangıcını yapmıştı. Yükseliyorlardı. Gökyüzüne doğru yükseliyorlardı. Sonsuzluğa, sonsuz mutluluğa ve huzura acıyı arkalarında bırakarak yükseliyorlardı. Cansız bedenini bulduklarında o gökyüzünün en yüksek, en güzel yerinde melekleriyle mutluluğa ulaşmıştı. Hiç olmadıkları kadar mutlulardı. Cansu BALKU Ankara Atatürk Lisesi, 9E Sınıfı Gazetemiz tarafından Çocuk ve Gençlik Günleri kapsamında düzenlenen yarışmada birinci olan öykü 13