Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
6 30 AĞUSTOS 2020 Onur Ünlü ile yeni kitabı vesilesiyle buluştuk Telaşa mahal yok, logos laiktir! Yeni romanı “Hesabım Var”da ‘bir zamanların namlı boksörü’ eski imam Selman Bulut saz çalıp ekmeğini kazandığı pavyondaki kızlardan biri öldürülünce yeni bir maceranın içine giriyor. Tarikatlar, uyuşturucu, tarifsiz bir aşk... Silahla kızın canına kastedenlerin peşine de düşüyor. Cumhuriyet Pazar okurları için Onur Ünlü’yü sorguya çektik biz de... emrah kolukısa Kitabın hemen girişinde de “Teoman Gülaç’a” diye bir atıf var. Boşuna debelenmeyin, ben kurtarayım sizi zahmetten, yok öyle biri. Onur Ünlü hep Teoman adını bir yerde kullanmak istermiş, burayı tercih etmiş... Bu da benim size kıyağım olsun. T uhaf adam şu Onur Ünlü. Tuhaf şeyler düşünmesiyle ünlü... Bir bakıyorsun içinde hiç diyalog olmayan bir film yapmış, bir bakıyorsun internette hayatını satmaya başlamış (hayatimisatiyorum. com), sonra Türk Standup’ları Enstitüsü’nü kurup ödüller dağıtmış. (Yılın Nuri Bilge Ceylan’ı Ödülü’nü Emin Alper’e vermiş örneğin, Yılın Emin Alper’ini de Emin Alper’e layık bulmuş...) Bir yandan da “Kişiye özel film çekeceğim, sadece o kişi alıp izleyecek” diyor, sonra da ekliyor: “Hatta kişiye özel roman da yazmayı planlıyorum. (gülüyor) Hep bir şeyler kuruyorum işte böyle kafamda.” u Bergman yarım yüzyıl önce ‘ölüm’ ile satranç oynatmıştı “7. Mühür”deki şövalyeye. Sen de Selman Bulut’a Allah ile satranç oynatıyorsun, mat ediyor rakibini. Selman Bulut’un satranç oynadığı ‘gerçek’ bir kişi var. Ama onun kimliğinin ne zaman ortaya çıkacağını ben de bilemiyorum. u Bilinen ünlü bir parti mi oynadıkları, yoksa senin yarattığın bir oyun mu? Satranç oynama fikri beni cezbediyor fakat hayatımda hiç satranç oynamadım. Temel kuralları biliyorum... Kitaptaki oyunu benim için öğrencilerim Muhammet ve Ecem tasarladılar. Epey de ince çalıştılar. Onlara bir kere daha teşekkür etmiş olayım. solculuğun öldüğü yer u Şu ev kirası meselesi çok acayip gerçekten. Selman Bulut’un inanç dünyasında önemli bir yeri var. Nedir sence bu ev kirasından çektiği insanoğlunun? Ev kirası, insanın insana zulmünün en saf halidir. Kendi seçimimizle gelmediğimiz bu gezegende ayakta kalabilmek için, türdeşlerimize boyun eğmemiz gerektiği fikrini meşrulaştıran en rezil uygulamadır. Sağcılığın doğduğu, solculuğun da öldüğü yerdir ev kirası. Öyledir, çünkü sermayeyle ilişkisi doğrudandır. Ve öyledir, çünkü direnç kırar. Dünyanın herhangi bir yerinde, kendisine devlet diyen herhangi bir organizasyonun, vatandaşına bilabedel ve eşit koşullarda barınak sağlayamaması, acıklıdır, utanç vericidir. “Bana bir ev bile veremiyorsan, bu neyin artistliğidir?” diye sorarlar adama. Neyse ki sormuyorlar. u Ama en azından sende yok bu dert. Hayır, kurtulmuş değilim. Evim yok. Son suza kadar kiracı kalacakmışım gibi duruyor. u İtiraf edeyim, romanda kullandığın ‘Ya da onun gibi bir şey’ kalıbı okuduğum en etkili klişe kullanımlarından biri olmuş. Her seferinde de yumruk gibi oturuyor insanın böğrüne. Romanda bu kalıbı, olası dramatik, hatta giderek romantik etkiyi kırmak için kullandım. Sonuçta bir polisiye metnin içindeyiz. Kendimi karaktere ve onun iç dünyasına fazla kaptırdığımı hissettiğimde, bu histen kurtulmak için bu tür yollara başvurdum. Sinemada da benzer şeyleri yaparım. Mesela filmin müziğinin filmi ele geçirmeye başladığı noktayı hissettiğimde tak diye keserim müziği. O, seyircide bir irkilme yaratır. Arada irkilmeliyiz ki, yaşadığımızı anlayalım... ayasofya için tahir’e bakın u Selman Bulut “ülkesinin adalet sistemine olan inancını tamamen yitirmiş” biri. Yitirmemiş biri kaldı mı diye sorayım mı? Bana sorma. u Yine romanda Şeyh Davut’un konuşmasında Dostoyevski’den alıntı yaptığını ama “kalabalıktaki hiç kimse bunu anlayamayacağı için, söz konusu şeye alıntıdan ziyade çalıntı demek belki daha doğruydu” diye düşündüğünü görüyoruz Selman’ın. Çok doğru bir tez ama bunun bir yandan da senin yazdığın bir kitapta yer alışı ironik... Bizim dönemimizin ilkokul kitaplarının ünite sonlarında ‘Biraz da Gülelim’ adında bir bölüm vardı, hatırlarsın. İşte bunlar, onlar. Biraz da gülelim... Kimseye zarar gelmez... Ama galiba bundan zarar görenler oluyor. Sinemayı ki aslında kendini haddinden ziyade ciddiye alan bir ekip var. Onlar, bu kısımlara eni konu alınıyorlar. “Manyak” adında bir film çektim mesela. Bir “Gerçek Kesit” uyarlamasıydı bu. Senaryoyu özellikle Cahit Abi’nin yazmasını istedim. Cahit Kaşıkçılar, biliyorsun “Gerçek Kesit” serisinde Sarı Bıyık adıyla ünlenen bir oyuncu. Onun yazdığı ve mümkün olduğu kadar onların koşullarıyla çekilen bir film yapmak istedim. Gerçi o da tam olmadı. Onlar 2 günde bir bölümü çekiyorlarmış. Biz filmi 4 gün günde bitirebildik. Hep beraber, hepimizin çok sevdiği kült bir diziyi, o ekiple yapmak, kusura bakmayın ama çok az insana nasip olabilecek bir şey. Fakat bu kadar mutluluğu bize çok gördü ler. Filmi “Psycho” ile kıyaslayıp burun kıvıran mı ararsın? Senaryo boşluklarına kafayı takan dramaturgi mütehassıslarından inciler mi istersin? Sinemaya saygısızlık olarak görenleri mi sorarsın? Yahu sinema dediğin şeyin ruhu, bir filmle zedeleniyorsa, dönüp inandığın şeye bir daha bak o zaman... Benim eğlencemin içine etmeye niye uğraşıyorsun? Git bir köşede kendi kendine somurtarak delir. Biz eğleniyoruz. Yıkıl git. u Dinin bu kadar hayatımızın her alanına sokulmaya çalışılması sende nasıl bir duygu yaratıyor? Yeni bir şey değil. Bu durum, en iyi ihtimalle, buğday tohumunun ehlileştirilip kontrollü şekilde üretilmesiyle başladı. Türkiye’de bütün bu sürecin çok özel koşullarını yaşıyoruz. Fakat telaşa mahal yok. Yirmili yaşlarımın başında uydurduğum bir vecizemi tekrarlayarak herkesi rahatlatmak isterim: “Logos laiktir.” Ayasofya tartışmaları sırasında da zihnimde sürekli Kemal Tahir’in Yorgun Savaşçı romanı döndü durdu. Bu kadarını söyleyeyim. Meraklısı araştırsın... u Yine kitaptaki olaylardan hareketle bir soru: Din uyuşturur mu? Din, şaşırtır. O andan sonrası sana kalmış. u Türkiye’de bir İslamofobi var mı sence? Varsa nasıl tezahür ediyor bu? Türkiye’de şu anda devlet eliyle dayatılan İslam, Sünniliğin özel bir yorumudur. Binlerce insanın ortaya attığı binlerce din yorumundan sadece biri. Bunun tek hakikat olarak öne sürülmesi, kendisini Müslüman olarak tanımlayan birçok insanın kalbini kırıyor bence. Türkiye Müslümanlarının iktidarla aynı tarafta olmayan kısmının sorunu o: Kalpleri kırıldı. Bu şartlar içinde o kalbin bir daha yapışması da zor görünüyor. Buna gerek yoktu. Bu toprakların ateistinin de doğrudan İslam nefretiyle dolup taştığını düşünmüyorum. Hani Zizek “Ben Hıristiyan bir ateistim” der ya. Onun gibi... Yani dine inanmayanlar da kültürel olarak bu yapının içinde yuvarlanıp gitmekle çok sorun yaşamıyorlardı. Ama iktidarın önerdiği İslam PAYtcaZuacmmozAmhınaRu.tımrTrni’ydEıeetS. İ yorumu, Müslüman hissedenlerin kalbini kırdığı gibi ateistlerin de kalbini kırdı. Sonuçta ortada kalbi kırık, kafası karışık milyonlarca insan var. Ve işin tuhafı, galiba bu insanların bir kısmı da imam hatip liselerinde okuyor. Eh, kim soktuysa o çıkarsın... şuursuzluk HAYATTA TUTAR u Tarikatların şimdiki durumunu ve devletle ilişkilerini nasıl yorumlarsın? Bayım, bu soruyu Mevlana Celaleddini Rumi’ye sormalısınız. u Standup comedy gösterini Antalya’da izlemiştim. Çok da gülüp eğlendiğimi hatırlıyorum. O işe bulaşmak nasıl oldu? Şuursuzluk, özel bir hayatta kalma biçimidir. Ve ben bu konuda tahminlerin ötesinde başarılı bir kimseyim. Aklı başında hiçbir insan, kendini durup dururken öyle bir işin içine atmaz. Pandemi sırasında, ortalık biraz sakinleyince, bilhassa düşündüm bunu. “Naapmışım lan ben öyle?” dedim kendi kendime. Ama sonra durur muyum, yapıştırdım cevabı: “Lan iyi ki de yapmışım...” u Topal Şükran’ın Maceraları diyalogsuz bir film. Nasıl doğdu bu düşünce? Çok basit oldu. Bir hikâyenin peşine düşüp, madde madde sıralamıştım. Yazmaya başladım. Dört beş sayfa sonra fark ettim ki hiç diyalog yok senaryoda. Dur dedim şunu diyalogsuz yazayım. Öyle çıktı ortaya. u Başka deneysel fikirler var mı yapmak istediğin? Maalesef var. Dünya edebiyatının ustalarından Jack London’ın da 1890’larda bir süreliğine Hobo olduğunu biliyor muydunuz? Kriz dönemi üm varlığınızı bir sırt çantasına koyup yollara düştüğünüzü, gittiğiniz yerlerde günübirlik işlerde çalışarak T geçiminizi sağladığınızı ve tüm ülkeyi bu şekilde baştan başa dolaş insanları: Hobolar Park ve Ernest Burgess’ın öğrencisi olmuş başarılı bir sosyolog. Bir kent antropolojisi çalışması olan “Hobo” (1923) ile Chicago Ekolü olarak adlandırılan sosyal bilim geleneğinin oluşumuna büyük katkıda bulunmuş bir isim. “Ho ğer Hobo Hikâyeleri (Altıkırkbeş Yayınları) ismiyle yayımlanan kitabını da diğer pek çok yapıtında olduğu gibi ilk elden tanıklıklarından yola çıkarak yazar Jack London. Kendisinden sonra Beat Kuşağı’nı allak bullak edecek olan yol hikâyelerini ve gezi ya tığınızı düşünün. Amerika’da onlara Ho bemya” olarak nitelenen Hobo dünya zılarını bir araya getirdiği, bir antoloji nite bo deniliyor. Her şeyden önce yoksullu sını, yaşama koşullarını “içeriden” dos liğindeki bu kitabında; avareleri, Hoboları, GAMZE AKDEMİR ğun ezip geçtiği, günübirlik yaşam süren doğru aktarıyor Anderson. serserileri ve yollara düşmüş mevsimlik işçi geçim dertli işçinin adı sanı Hobo! Hoboların buluştukları veya birbirle leri merkeze alır. Hoboglif adlı özel işaret dilini oluşturmuş, 1920’lerden İnsanlığın girdiği kriz dönemlerinde, bugünkü gibi ezberlerin bozulduğu anlar yaşandığında özellikle Batı ülkelerinde Hoboların sayısının arttığı biliniyor. Hobolar için aslolan yollarda olmak. Ge rine rastgeldikleri anlarda aralarında geliştirdikleri, artık başlı başına bir folklora dönüşmüş anlatı ve müzik kültürü ise Amerika’da en baba sanatçıların bile ıskalayamadığı türden yetkin örnekle YENİ KUŞAK HOBOLAR; MOBİL! Değişen zaman, ekonomik yapılanmalar ve demiryollarının artık çok aktif olmaması gibi nedenlerle zamanında bir milyonu aşan beri bir sembol sistemi geliştirmişler. “Burada sağa dönün”, nellikle ayrı, zaman zaman da gruplar halinde hareket halinde yaşıyorlar. Hobo kültünün oluştuğu ilk zamanlarda dinamiklerini belirleyen asal etken genişleyen ve inşasında da çalıştıkları demiryolları ağları oluyor. Yük tren re sahip. Özellikle 20’nci yüzyıl Amerikan popüler kültürünün, şarkıları, anlatıları özellikle de yol hikâyesi tadındaki edebiyat yapımlarına pek çok kez konu oldularoluyorlar. Walt Whitman, Woody Guthrie, Jack Kerouac ve hatta Bru Hoboların sayıları günümüzde hayli azalmış daha doğrusu yaşam dokuları dönüşmüş. Yeni kuşak Hobolar internetten örgütleniyor, buluşuyor, ağlar kuruyor, iletişime geçiyorlar. Bu hayat tarzını yeni şekliyle benimsemek isteyenler için deneyimleriyle sabit “Düşman tren lerinde kaçak olarak ülkeyi baştan ba ce Springsteen de eski ünlü Hobolardan. faydalı bilgiler veriyor, konaklama ve geçi yolu polisinden kaçın”, “Yiyecek mevcut” gibi anlamlara gelen şa dolaşarak, bu ağın gerektirdiği yan işkollarında günlük işçiler olarak çalışıyorlar. Eski kalıntı istasyonlarda, vagonlarda kalıyorlar. Aslında yapmadıkları iş yok gibi; trenler siliyorlar. Toplumun geniş kesimleri tarafından aylak, avare olarak görülseler de aslında onlar ekmeklerini taştan çıkaran emekçiler. Hobo: Evsiz Adamın Sosyolojisi (Heretik Dünya edebiyatının ustalarından Jack London’ın da 1890’larda bir süreliğine Hobo olduğunu biliyor muydunuz? Hatta bu nedenle polis tarafından tutuklanarak bir ay hapis bile yattığını. Suçu mu? “Sabit ci iş olanaklarını anlatıyorlar. Onlara Mobil Hobo’lar deniliyor. Bu arada enteresandır, günümüzde Amerika’da Hoboluk turları bile düzenleniyor. Öyle ki bu organizasyonlarda müşteri işaretler en sık le vardıkları yerlerde genellikle günlük nadi Yayıncılık) adlı kitabın yazarı Nels Ander bir ikametgâhı olmaması ve gözle görülebi yi tam teşekküllü bir Hobo haline getirmek kullanılanları. ren de mevsimlik işçi olarak da çalışıyorlar, son da (18891986) eski bir Hobo. Chicago hamallık da yapıyorlar, dükkân camlarını da Üniversitesi’nde eğitim almış, Robert Ezra lir bir taşıma aracı olmaması”. için özel mağazalar, tur şirketleri, alet edevat Ülkemizde Yolda Avare Günlüğü ve Di dükkânları dahi bulunuyor.