Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 30 AĞUSTOS 2020 Dalgalı bir denizin kıyısından Mektup STATİK ENERJİ Sevgili sen. Senle ben, bir yaz ayını daha bitirdik. Eylül geldi bile. Bu mektubu sana bir denizin Özge Mumcu Aybars kıyısından yazıyorum. Dalga seslerinin kaya lara usulca vur duğu bu sabah uyandım ve seni düşündüm. Seni dü şünmek çoğu zaman kendimi de dü şünmek anlamına geliyor. Sen ile ben; hayatın iki katmanıyız; ne kadar fark lı görünsek bile aslında birbirimizi ta mamlıyoruz. senle ben, aynı yerde Sabah denizin turkuvaza çalan rengine bakarken, Ernest Gellner’in “Milliyetçiliğe Bakmak” kitabında “günlük hayatımız siyaset dilimizin de yansımasıydı” dediğini hatırladım. Bilirsin işte, bir yandan toplumda belirlenen roller diğer yandan da sana atfedilen roller var. Bu rollerin çoğu sana zorunlu olarak dayatılmış ve kendi hayatını da bu dayatmanın perdesinde kurmak durumunda kalmışsın. Çoğu kural seni de beni de her şeyi kabul etmeye ve normalleştirmeye alıştırmış. Sen ile ben, kimse ve ne isek; aynı yerdeyiz aslında. Biliyor musun, artık bazı sözcükler seni de beni de kör ediyor. Mesela barış kelimesi savaşı çağrıştırıyor uzunca bir zamandır. Zıtların bu amansız birlikteliği, insana ve acıya dair anlamların da kaybedilmesine neden oluyor. Farkında mısın? Her güne uyandığımızda ikimizin günlük hayatı, siyasetin diliyle yeniden kuruluyor. Ve rotasını tehditkâr bir yaklaşıma koyan siyasetin, insanı ve insana dair olanı temel almayan nobranlığa varan dili, çoğunlukla ikimizi de dilsizleştiriyor. Günlük siyasetin dili, seni de beni de, yaşamlarımızın rotasını belirlemekten de uzakta tutuyor. hayat bir nefes Siyasetin kirli dilinin insanı körleştirmesi, dillerin de sertleşmesine yol açmıyor mu? Hiç düşündün mü? Hani kendi yankı odalarımızda bağırıp duruyoruz ya? Tarafların keskinleşmesi, yeniden hayata hiçbir şey olmamış gibi devam etmeye çalışması en hazin ve belki de en derin sorunlardan biri. Ve de biliyor musun, hayat bir nefes alıp verene kadar geçiyor. Bugünlerde bu geçiciliği derinden hissetmiyor musun? Ve sanki, hayatın nefesini hissetmeyi kaybettiğin zaman, ölmeye bir adım daha yakınsın. Ve bir güneşin doğuşunda, bir suya yansıyan güneş izini göremediğin gün, ölmeye bir adım daha yakınsın. Bir ay daha devrilirken, önümüzdeki geleceğin belirsizliğinde, nefeslerimizi hissetmeye bakalım. Ne dersin? Gözde Akgüngör Pamuk Kimbilir kaç kez şehirden kaçıp doğaya koşma hayali kurdunuz, sonra ev kirası, okul taksidi derken o hayaller biraz ertelendi, sonra biraz daha. Aramızda “Başka bir dünya mümkün” önermesini kanıtlarcasına o hayalleri gerçekleştirenler de oldu. Yosun bunlardan biri. Orman içinde, sandal, çam, menengiç ve meşe ağaçlarıyla çevrili bir çuval evde ailesiyle birlikte yaşıyor. Y osun Karaca, Antalya’da bahçesi, bostanı, ahır ve ahşap kulübesiyle doğanın içinde. Kendi deyişiyle “doğanın diline ve yabanda yaşamın gereklilik lerine” teslim oluyor ve bundan ke yif alıyor. Bu mütevazı hayat devam ederken, bir yılkı sürüsü gö rüyor ve olan oluyor. Ge lin o ilk karşılaşmayı kendisinden dinleyelim: “Sanırım var olduğum andan beri içimde bir yerlerde gizli olan bir aşk, vadiden devam eden bir dağ yolunda yürürken bir yılkı sü rüsüyle karşılaşmamla ortaya çıktı. Yedi ya da sekiz atlık muhteşem bir sürüydü. Sanki ben o sü Yosun rünün kaybolmuş ya da ay Karaca rılmış bir üyesiydim ve ken di sürümle, ailemle karşılaşmış gibi oldum. Sonra hayatıma, in sanlarla epey kötü tecrübele ri olmuş ve nihayetinde kesime gidip oradan kurtarılmış bir at çıktı. Ginger, gönüllü çalıştı ğım çiftliğin sahibi tarafından kurtarılmıştı ama sürüye katı lamamıştı, yağmurda, soğuk ta bekliyordu. Onu eve getir dim.” Önce biri, sonra diğe ri; Yosun’un bugün 14 aylık olan Gaia ve 9 yaşındaki Ginger ile hikâyesi böyle başlıyor. Ağlayarak bitirdiği günler Yosun, ilk olarak bu vahşi ve hassas hayvanın güvenini kazanmaya çalışıyor. Ama hiç kolay olmuyor. “İlk sekiz ay zordu. Daha önce atlarla ilgili hiçbir tecrübem yok. Ağlayarak bitirdiğim sayısız gün oldu. Atla kurmak istediğim, bana uygun başka bir dil bulmaya çalıştım. Doğru yardımları bulana kadar bir yıla yakın zaman geçti. Göz teması kurmak bile büyük bir mesele. Atlarla yaşamak için epey disiplinli olmak gerek. Emek yoğun bir yaşam. Bir hayvanla yaşıyorsan önce onun ihtiyaçlarını karşılarsın. Sonra çocuklar gelir ve geri kalan her şey bunlardan sonradır” diyor. Atlar ahırda kapalı değiller, üç buçuk dönüm içinde serbestçe geziyorlar. “Ben onlara saatinde otlarını vermesem de açlıktan ölmezler ama yine de sorumlu olduğum ve bana en çok ihtiyaç duyan canlılar onlar. Emek olarak yorucu. Kapımın önündeki gübreleri temizleyerek başlayan gün, yine aynı şekilde bitiyor” diye anlatıyor. Atlarla yaşamanın ekonomik bedeli de az değil. İki atın yıllık beslenme ve sağlık giderinin 7 bin TL olduğunu belirten Yosun şöyle diyor: “Bu karşılanmayacak çok yüksek bir bedel değil. Bunun çok daha fazlasını insanlar alkole, sigaraya, kıyafetlere ihtiyaç duymadıkları büyük lükslere harcıyorlar. Benim de alkolüm, sigaram yok, atım var. Ama yine de, kendi özelimden söylersem, atları bırakıp başka bir iş yapamıyorum. Yapacağım her şeyi onlarla beraber olacak şekilde düzenleyebiliyor olmam gerek, dolayısıyla at kendi ekonomisini yaratabilmesi gereken bir birey oluyor. “ Arılarımın balı daha adil Yosun’a vegan olup olmadığını soruyor ve çelişkiye işaret ediyorum. Cevabı ilginç: “Ben yalnızca, bizimle birlikte var olan tüm türlerin ihtiyaç duydukları, türlerine özgü yaşam haklarını savunan bir insanım. Doymak ve sağlıklı beslenmek için hiçbir hayvanın ne etine ne sütüne ihtiyacım yok. Kendi arılarımın balı ve polenini yiyorum. Birlikte yaşarken onların hakkını önceleyip şifa niyetine birazını da kendine ayırdığın hiçbir hayvansal ürünün benim için bir sakıncası yok. Bütün bir yıl için kendimize ayırdığımız bir kavanoz bal, marketten aldığın paketlenmiş vegan üründen çok daha adil bir gıdadır. Yavruları otlamaya başladıktan sonra ke ‘Başka bir dünya mümkün’ dedi ve kurdu Alkolüm, sigaram yok; atım var Ginger Gaia çiden alınmış süt ya da ondan yapılmış yoğurt, marketten alınmış ve türlü zehirlerle yetiştirilmiş sebzelerden çok daha adil bir gıdadır. Ben gıda olarak meyve ve sebzeleri tercih ediyorum. Şehirde yaşayan ve doğanın kendi adil döngüsünden, hayvanla insanın birlikte yaşam dinamiğinden bihaber olan ezberlenmiş cümlelerle yaşayan veganlarla hiçbir ortak noktam yok. Bu noktaya çok dikkat vermek istiyorum: Temel olan, yaşam hakkıdır. Var olan bir hayvanı, türüne özgü yaşam dinamiklerinden koparmadan onunla birlikte yaşayabilmektir. Onu yok ettiğin zaman hayvanı korumuş olmazsın. Olamazsın.” Kurtarılmaya ihtiyaçları yok Yosun’un hayali ailesi ve hayvanlarıyla üretip özgür olabildiği bir yaşam. Zamanla, yolculukları onlarla yapmak, bahçesinin toprağını atlarla birlikte sürmek, birlikte odun taşımak olarak anlatıyor planlarını. Son söz Yosun’un “Onlar bunu tercih ediyorlar mı?’ sorularını duyar gibi oluyorum. Kurtarılmaya ihtiyaçları yok. Yaşam, çalışarak anlamlıdır. Ortak emek vererek... Sonra beraber dinlenerek. Gerçek özgürlüğün bizim için anlamı budur.” Yosun’un atlarla ilgili deneyimlerini aktardığı sosyal medya hesaplarına Facebook ve YouTube’da “Atlı Bir Hayat” sayfalarından erişebilirsiniz. Sömürü değil yoldaşlık u Peki ya Adalar’daki fayton atları? Adalarda bin 700 kadar at vardı faytonla geçimlerini sağlayan. Faytonda atlar eziyet görüyor diye faytonlar yasaklandığında, atların ne olacağını düşünüyoruz? Ben Adalar’ın, dünyanın sayılı ve saygın faytonculuk ve atçılık merkezlerinden biri olabilecekken bir at mezarlığına dönüşmesini trajik buluyorum. Okullarda çocuklar şiddet görüyor diye okullar da yasaklanmalı bu mantıkla. Atların Adalar’da faytona koşulmaları kötü ama başka illerde mesela Çıldır Gölü’nde kızak çekmeleri iyi mi; faytona koşulmaları korkunç ama tıbbi deney hayvanı olarak kullanılmaları mı iyi? Atlar insanlarına da çok bağlıdırlar. 20 yıldır Heybeliada’da yaşamış, 14 yaşına kadar fayton çekmiş ve 13 yıldır da emekli olarak yaşayan Nazlı at, İBB onu aldıktan üç gün sonra ölmezdi yoksa. Atlar, insanlarıyla, onurlu bir şekilde çalışabilirler. Bu bir sömürü değil, yoldaşlıktır. Atla insanın yoldaşlığı. At, bağ kurduğu insanla her şeyi yapmaktan keyif alır. Yeter ki onun temel yaşam ihtiyaçlarını göz ardı etmeyelim. Rahat hareket edebileceği alan, bir sürü ile yaşamak, sosyal olmak ve çalışmak. İnsana ne kadar da benziyor. Marmara İletişim Nişantaşı kampusu tarih oldu ŞAFAK ÖZLEM Binamız şimdi yok. Mahalleli buranın deprem toplanma alanı olmasını istiyor. Ünsal Oskay was here!* Şu günlerde yürek ağızda sınav sonuçları bekleniyor. Bundan yirmi iki yıl önce, ben de aynıydım; bir ayağım yerde, biri de gökte... Kumar oynamak gibiydi bizimki. Sınava bile girmeden tercih yapmak! Maç başlamamışken Barcelona Real Madrid’ i 31 yener demek gibi bir şey! Tercihlerin son gününden bir akşam önce babamın çok sevdiği Alican amcanın evine gitmiştik. Alican amcanın oğlu nereleri yazdığımı sordu. Hemen hemen hepsi öğretmenlikti. “Marmara İletişim’ i de yazsana” dedi. “Orada şahane bir ortam vardır.” Ertesi gün yazdım gitti. O zamana kadar gördüğüm tek ve son ‘ortam’ da lisede arkadaşlarımla hamburgerciye gitmek olmuştu. Derken sınav sonuçları açıklandı. Milattan öncesinden bahsediyorum. İnternet filan evlere teşrif etmemiş... Yıl 1998. So nuçlar mektupla eve geliyor, ama telefonla da öğrenebiliyoruz. O gün babannemin yazlığındayım. O güne kadar bana sonsuz güveni olan babam sabah beri uğraşıp sonunda numarayı düşürmüş. Duyduğu tek şey ‘......sinema.....’ Kızının bilim insanı, doktor hiç değilse iktisatçı olacağına inanarak bu günlere gelen babam ‘sinema’yı duyunca, annem seslenmiş: “Kızın sinemayı kazanmış, setlerden toplarsın artık.” Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü. Puanı 478 küsur.. Şimdi bile, sektörde doğru düzgün çalışmadığım halde; mezun olduğumdan iliklerime kadar gurur duyduğum bir okul. Okulun isminin tamamını ve aldığım puanı öğrenince babam beni affetti... Annemle birlikte kayda gittik. Ayaklarım yerden kesiliyor, her fırsatta televizyonda Tayfun Talipoğlu’nu izliyorum, büyük hayallerim, içimi içimden taşıran umutlarım var. Ve fakat, sora sora Nişantaşı’nda okulun yerini buluyoruz, amanıııın, o nasıl bir okul? Benim doğup büyüdüğüm apartman bile daha ihtişamlı sanki. Yüzüm düşüyor. Gri ve badanasız binadan içeri giriyoruz. Sağda solda, ileride arkadaşım olacak kimseler dolaşıyor, bilmiyorum. Ve okul başlıyor. Sudan çıkmış balık gibiyim. Alışayım derken bir yıl geçiyor. Pek çok sınıf arkadaşım ‘toplu halde’ geziyor. Bense yine tekim, aslında tek gibiyim. Nişantaşı ve Bağdat Caddesi entelijansiyasından birkaç arkadaşım var. Onlar en popüler markaların indirimlerini kovalarken, harçlığım yettiğince hamburger yiyoruz birlikte. ‘Ortamlar’ pek değişme miş sanki... Öyle böyle ikinci sınıfa geçiyorum. Hâlâ üniversite hayatına alışamamışım. Ne kadar kulüp varsa hepsine girip çıkıyorum. Olmuyor. Tutunamıyorum. (Sanırım şimdi o kulüpler de yok.) Taa ki bir gün, deprem bahane edilerek, kampusun boşaltılması, büyük sermaye gruplarından birine satılması sözü ayyuka çıkana kadar. O sıralar okulda bir oturma eylemi başlatılıyor. İşte o zaman aradığım direncin damarını buluyorum. Elimde kitabım, başımda berem ve boynumda atkım ve ben kantinde oturmaya başlıyoruz. İşte Marmara İletişim’in ruhunu o günlerde solumaya başlıyorum. Arkadaşlarım da eylemde, biliyorum ve mutluyum. Haftaya anlatmaya devam edeceğim... * Ünsal Oskay buradaydı