Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 ‘Gezen tavuklara’ neden imreniyorum? H ayatıma, daha doğrusu çoğumuzun hayatına bakıyorum. Kendimize orta sınıf desek, ülkede orta sınıf kalmadı. Fakirler ve zenginler olarak ikiye ayrılıyoruz sanırım. Haline şükret diyen çıkacaktır da zaten şükrediyoruz, öyle kodlanmış kafalarımız. En kötü durumdan, olaydan bile “bir hayır” çıkarmak üzerine kurgulanmışız. Mesela işten atılsak, “Tahta kapı kapanır, altın kapı açılır” falan diye avutuyoruz kendimizi. Oysa hayatımız gerçekten hayat mı? yAŞAMIN NERESİNDEYİZ? Ben de dahil pek çoğumuz ancak günlük bir hayat sürüyoruz. Geleceğe yatırım falan gibi düşünceler bizlere uğramıyor. İmkanlarımız, kazançlarımız buna müsait değil. Küçükken bir şey istediğimde memur ailesi olduğumuz için genelde ebeveynlerimden “Aybaşı gelsin bakarız” gibi umut veren mesajlar gelirdi. Ya da evin az pahalıca bir ihtiyacı karşılanacaksa aybaşı beklenirdi. Ben şimdi aybaşı gelmesin istiyorum. Bu ayı atlatmışsam önümüzdeki ay kazançtan çok borç getirecek demek oluyor. Kirası, faturası, taksidi, osu busu... Peki tekrar sormak istiyorum, yaşamın neresindeyiz biz? “Modern köleler” adlı klişeyi kullanmayayım diyorum ama “cuk” oturuyor. Bakıyorum, işten eve, evden işe... Bir daha bakıyorum diyeceğim de sıkılacaksınız. O yüzden bakmıyorum. Vallahi güzel hayat Ama diyeceğim o ki, hani şu “gezen tavuklar” var ya, onlar sanırım bizden iyi yaşıyor. Bir kere doğada, bayağı geniş bir alan içinde dolaşıyor. Yemek için buldukları da doğasına göre. Bu durumda eminim keyif alıyordur yediğinden içtiğinden. Böcek olsun, bitki olsun, geze geze yiyor. Vallahi güzel hayat. Karşılığında da öncelikle yumurta veriyor ki bu da zaten doğasında var. Diyeceksiniz ki sonu kötü oluyor. Evet ama sonuçta hepimizin sonu aynı olacak. Hiçbirimizin yarını garanti değil. Mesela bizler kent denen ve güya modern yaşamın merkezi olan bir alanda yaşıyoruz. Hava kirliliğinden tut da yediklerimiz, içtiklerimiz hiçbiri sağlıklı değil. Mesela gezen tavuğun yediği böcek organik. Ama gezen daha doğrusu işten eve, evden işe “gezen insan” olarak bizim organik yiyeceklere falan da ulaşmamız pek imkânlı değil... Ya trafikte tüketiyoruz ömrümüzü ya koca koca binaların arasında. Gerçekten sıkıcı bir hayat yaşıyoruz. Gezen tavuğa imreniyor olmam da bu sebepten. Hani kafeslerde tutuluyor, antibiyotikle şişiriliyor falan diye acıyoruz ya sanayi tipi üretilen tavuklara. İşte düşününce, onlardan pek de bir farkımız olmadığı ortada aslında. 15 EYLÜL 2019 Nemrut’ta günü nasıl batırdık? FİGEN ATALAY Nemrut Dağı’nda günün doğuşu ve batışı neden izleyenlerde derin etkiler bırakıyor? Bu sorunun cevabını bulmak için Adıyaman’dayız. Adıyaman’a gidip Nemrut’a çıkmamak olmaz. Ama karar vermek lazım: günü batıralım mı? doğuralım mı? Önce gün doğumunu izleyelim dedik ama otelden 02.30’da çıkmak lazımmış, zor geldi, vazgeçtik, günbatımını görmeye karar verdik. “İkisini de isterim” derseniz, tek yapmanız gereken Nemrut’a çadırınızla çıkmak ama yanınızda kışlık giysiler, battaniyeler filan alarak. Önce günü batırır, sonra kamp alanında yayılır, birkaç saat uyuyup gün doğumunu izler sonra da medeniyete inersiniz. hırkasız gitmeyin Nemrut Dağı ören yeri, Adıyaman’a yaklaşık 90, Kâhta ilçesine ise 43 kilometre uzaklıkta. Yani Adıyaman’da bir işiniz yoksa ve amacınız sadece Nemrut’u görmekse Kâhta’da kalmak daha mantıklı. Biz Adıyaman’dan Nemrut’a, Kommagene Krallığı’nın yazlık yönetim merkezi olan Arsameia ve Cendere Köprüsü’nde kısa molalar vererek iki saatte gittik. Kışın hava koşulları nedeniyle çoğunlukla kapalı olan yolun son 15 kilometresi çok virajlı. Araçla Nemrut Müzesi’ne kadar gidiliyor. Buradaki tesiste tertemiz bir tuvalet ve cafe var. Buradan sonra 5 TL ödeyerek “shuttle” araçlarla yaklaşık 2 kilometrelik bir yol daha gidiyorsunuz. Asıl zorluk minibüsten inince başlıyor. Tırmanma kısmına geçmeden hava durumu bilgisi vereyim. Biz gittiğimizde Adıyaman içinde derece 40’a yakındı ama ne kadar uyarılsanız da o sıcaktan sonra Nemrut’taki sert bir rüzgârın eşlik ettiği soğuk havaya şaşırmamak imkânsız. Nemrut’ta derece 24 civarıydı ama sürekli sert bir rüzgâr olunca hissedilen hiç abartmıyorum 15’e fi lan iniyor. Yazlık hırkam yetersiz kaldı, kapüşonlu kışlık mont giymiş, üstüne bi de şalını sarmış yerli ve yabancı turistler, öngörüleriyle gözümde çok büyüdü. yüzler güneşe dönük İçinde Kommagene Kralı I. Antiochos için yapılan anıt mezarın bulunduğu kırma ve çakıl taşları yığılarak oluşturulan tümülüs ile Doğu ve Batı teraslarına ulaşmak çok kolay değil. 800 metre tırmanma yolu var. Aralıklarla konulmuş banklarda bir sefer kısa mola vererek merdivenleri çıktık, geldik Doğu Terası’na. Burada 10 metre yüksekliğindeki tahtlar üzerinde sıralar halinde oturmuş dev Tanrı heykelleri bulunuyor. Heykellerin yüzleri güneşe doğru bakıyor. Adıyaman Kültür Müdürlüğü’nün sitesindeki bilgilere göre, bu terasta sırasıyla Kommagene Krallığı’nın gökyüzü hâkimiyetini temsil eden koruyucu kartal, krallığın yeryüzü hâkimiyetini temsil eden koruyucu aslan, Kommagene Kralı I. Antiochos, Kommagene, Zeus, Apollon ve Herakles heykelleri yer alıyor. Tahtların arkasında 237 satırdan oluşan Kral Antiochos’un dini ve sosyal içerikli vasiyeti (Nomos) bulunuyor. Terasın kuzey ve güneyinde Kommagene Kraliyet ailesi bireylerinin kabartma stelleri var. “Stel de neymiş?” derseniz “dik bir biçimde zemine yerleştirilen dar levha, mezar taşı” diye bir açıklama bul dum, umarım yeterli olur. Yine bu terasta heykellerin önünde ateş sunağı ve onun yanında oturur biçimde bir aslan heykeli bulunuyor. Nemrut’ta güneşin doğuşu adından da anlaşıldığı gibi bu terastan izleniyor. 180 metrelik bir tören yoluyla Batı Terası’na geçiyoruz. Birazdan güneşi batıracağımız bu terasta, tahtlarında oturan dev Tanrı heykelleri ile Kommagene Kralı I. Antiochos’un heykeli ve tanrılarla tokalaşma kabartmaları var. Aslan horoskop kabartmasının üzerinde yer alan ay ve yıldızlardan milattan önce 7 Temmuz 62 tarihi okunuyormuş. Bu da Kral I. Antiochos’un tahta çıkış tarihiymiş. aklımda deli sorular Tümülüse ve heykellere arkamızı dönüp güneşi batırıyoruz. Muhteşem manzarada yarım saatlik bir ayin bu. Bü tün yorgunluğa, üşümeye değiyor. Tırmanış bittikten hemen sonra, nefes nefese oturacak yer ararken ettiğimiz “bir kere yeter, bir daha da gelmem buraya” sözümüzü günbatımını izlerken geri alıyor, gün doğumunu izleme planları yapmaya başlıyoruz! Günü batırdıktan sonra aklıma “tümülüsün altında gerçekten anıt mezar var mı?”, “varsa niye ortaya çıkarılmıyor” soruları üşüşüyor, yetkili yetkisiz çevremdeki herkese soruyorum bu soruyu. Aldığım cevap özetle, “tümülüsün içinde anıt mezar olduğu kesin ancak zarar vermeden mezara ulaşmak şimdilik imkânsız. Denemeler oldu ama başarılı olunamadı”. Seni sevmek dünyayı sevmek değil mi? 1 Çok zaman oldu okuyalı, yazmak için not almıştım, unutmuşum Soren Kiergeard’ın “Baştan Çıkarıcının Günlüğü”nü. Filozofların edebi metinleri her zaman ilgi çekici olmaz. Mektup, günce türleri anlatıma farklı olanaklar sağlar. Romanın sınırları genişler. Geleneksel anlatıların yetmediği durumlarda arayış başlar. Aslında hep vardır. Değerli bir tartışmadır, “yazarın düşüncesinin romanda ne oranda göründüğü”! Bana kalırsa deneme, şiir, mektup, günce iç içe geçerek, anlatının önüne bariyer koymadan, postmodern bataklığa düşmeden, verilen yapıtlar keyifli, yaratıcıdır. Elbette eklektik olanlardan söz etmiyorum. 2 Filozofun aşk, gençlik, kadın –elbette durduğu yerden erkek yaşlılık, kışkırtma, erotizm üstüne düşünmesine tanık oluyoruz. İnsan kendini ne ölçüde nesnel gözler, buna da bakıyor sanırım. Bir genç kadının “baştan çıkarılması” hangi duygunun, itkinin sonucudur? –Hep söyledim psikanaliz bilimden çok edebiyata yakın Şöyle diyor bir yerde; “Bir bilmeceydi o, kendi çözümüne kendine sır olacak şekilde sahipti, bir sır, bütün diplomatların sırları buna kıyasla nedir ki, bir muamma ve yeryüzünde onu çözecek o kelime kadar güzel ne olabilir ki? Lisan denilen şey nasıl da belirleyici, nasıl da gebe: Çözmek, burada nasıl da bir ikilem var; bu kelimenin geçtiği tüm kombinasyonlar ne de güzel, ne de sağlam duruyor! Ruh zenginliği bir muamma olduğuna göre dilin bağı çözülmedikçe ve dolayısıyla muamma çözülmedikçe bir genç kız da bir muamma olarak kalır.” 3 Aşk duygusu gençliğe yakışıyor. Bunun üstüne düşünürken: “Âşıkken yazmamak gerek” demiştim. Duygunun gücü, esrime yaratır. Kuşkusuz bilimin bu olağandışı duygunun kaynağı üstüne somut veriler ortaya koyması can sı Soren Kiergeard kıcı. Psikiyatrik müdahale ile ruhu soğutmak mümkünmüş meğer. Yine de güçlü duygunun yüreğimizi yakmasına olanak tanımalıyız. Yaraların varlığı dilin incelmesini sağlar. Her yaşın ayrıdır tarifi. Bunu bilir de, genellemeden kaçamayız. Bazen “aşk” isteği yaşama tutunmak için gençlik aşısıdır. “Âşık olmak ne güzel, âşık olduğunu bilmek ne ilginç. İşte fark burada. Onun bir kere daha gözlerimin önünden kaybolduğu düşüncesi canımı sıkabilir; lakin bir bakıma beni memnun da eder. Onun zihnimdeki resmi gerçek görüntüsüyle ideal görüntüsü arasında bocalar, sendeler durur. Şimdi bu resmin bana görünmesine ses çıkarmıyorum; çünkü o ya gerçek ya da gerçeğe dayalı olduğu için kendine mahsus bir büyüsü var...” 4 Bir yerde “onun bu şehirde olduğunu bilmek yeter” diyor yazar. Kiergeard bizimle mi konuşuyor acaba, sürekli işittiğimiz o iç ses, nedense söz konusu romancı filozof olunca “hakikat” tartışmasına da dönüyor. Sevgilinin adımlarının izi ni sürmek, aynı şehirde olarak, aynı havayı solumak; hele de şimdilerde olduğu gibi, bir de sonbaharsa, dekor, mizansen uygundur. İnsanın her yaşta bu tahayyüle ihtiyacı var. Genç kızı kışkırtmak için türlü oyunlara girişmesi bundan Johanness’in. kahramanımızın adı “... aşk hakkındaki şahsi görüşüm, her aşk ilişkisinin en fazla altı ay süreceği ve en uç noktaya kadar tadı bir çıkarıldı mı o ilişkinin sona ermeye mahkum olduğudur. Bütün bunları kendimden biliyorum, ayrıca havsalaya sığabilen en yüksek hazzın sevilmek, dünyadaki her şeyden fazla sevilmek olduğunu da biliyorum. Bir kızı elde etmek için edebiyat yapmak bir sanat, elden çıkarmak için edebiyat yapmak ise bir sanat şaheseri. Lakin ikincisi esas itibariyle ilkine tabi.” 5 Bir yerde: “Seni sevmek dünyayı sevmek demek değil mi?” diye soruyor yazar. Kahramanla yazarı bir görmek doğru değil gerçi, nedense bu kitapta o ayrımı yapamıyorum. Dedim ya, önüme konan metin felsefeci elinden çıkma. Tartıştığı konuları, muhtemelen diğer kitaplarından da bildiğim için, hep temel “saçma”, “varoluşçuluk” üzerinden okuyorum. Doğrusu bu: Tutku, gücü arttıkça, aşk oldukça yaşamı sevmeyi sağlar ve bazen de tersi olur. Kopar yaşamdan kişi. İlginç bulduğum şu tarife bayıldım: “Aşk kimse kuşkulanmadığı sürece bir anlama sahip olur; aşk hariçtekiler sevgililerin birbirinden nefret ettiklerini sandığında mutluluktur.” 6  şıklar kimsesizdir. Birbirinden başkasının gözüne görünmek istemezler. Dünya küçülür, veya bu yolla büyür. Eşit rollerde, tonlarda aşk bulunmaz. Biri ötekine tutkunken, diğeri, olasılıkla üzerine boca edilen tutkuya kapılır. Yer değişikliğine de sıkça rastlanır elbet. Genç kız sonunda öylesine bir mektup yazıyor ki, olan biteni anlamak için sıkça okumak gerek. Fetih tamamlandıktan sonra ne olacak? Kimse kim senin mutlak sahibi ya da galibi değildir aslın da, yalnız yara bir kez kanadı mı, hele bir de kapansın istenmiyorsa sızlar durur: “Johannes! Sevgilinin Sana “benim” demiyorum; hiçbir zaman benim olmadığının farkındayım ve bu düşünceyle bir zamanlar ruhumu avutmuş olmanın ce adımlarının izini sürmek, zasını çok ağır çektim; buna rağmen sana yine aynı şehirde “benim” diyeceğim; benim baştan çıkarıcım, benim sahtekârım, benim düşmanım, benim katilim, benim bedbahtlığımın kaynağı, benim olarak, aynı havayı neşemin mezarı, benim mahvoluşumun uçuru solumak; mu. Sana “benim” diyorum ve bana da “senin” ve bu sana olan derin hayranlığımın önünde bir zamanlar gururla eğildiğinde kulağını okşamış hele de şimdilerde olsa da şimdi kulağına bir lanet gibi geliyor ol olduğu malı, sonsuza dek sürecek bir lanet. Niyetimin peşinden gelmek olduğunu sanarak sevinme veya bir hançer kuşanacağımı eğlenceni körükle gibi, bir de sonbaharsa, mek için! Nereye istersen uç, ben yine de seninim, dünyanın en ücra köşesine git, ben yine de seninim, binlerce başkasını sev, ben yine seninim, evet, ölüm saati geldiğinde ben seninim. dekor, mizansen uygundur... Sana hitap ederken kullandığım dil bile senin olduğumu ispata yeterli olmalı. Bir insanı al datmak için öyle ileri gittim ki benim içim her şey oldun, şimdi de bütün irademi senin esi rin olmak için kullanacağım. Seninim, senin, senin, senin lanetin. Senin Cordelia’n” 7 Aşk birbirinin “Mahrem Çekmece”sine sığma becerisidir.