Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
8 12 MAYIS 2019 doyMuaravniyreota Gazeteci Ali Boratav’ın, 450 küçük koy ve deniz mola noktasını anlattığı kitabı, “Mavi Yolculuk Rehberi: Gökova’dan Kekova’ya Türkiye Kıyıları ve 12 Adalar”, Denizler Kitabevi’nden çıktı. 1300 fotoğraf ve 260 haritanın yer aldığı rehbere ilişkin güncellemeler de her yıl 1 Ocak’tan itibaren, www.maviyolculukrehberi.com adresinden yapılacak. Kitapta, koyların binlerce yıllık tarihi, doğası, çevre özellikleri ve koruma sorunları, coğrafi ve iklimsel özellikleri, misafirperver insanları, körfezlerin ve adaların kültürel yapısı, mutfakları, lezzet durakları ve denizlerinin sırları anlatılıyor, efsanelerine değiniliyor. Ali Boratav, tüm gezginlerin yararlanabileceği kitabını özellikle de amatör denizciler için hazırladığını söylüyor: “Kitaba, nispeten ıssız sayılabilecek 100’e yakın mavi yolculuk durağı ekledim. Eski güvenilir limanlardan bazıları kentleşti, bazılarında deniz kirliliği arttı, bazıları turizm gibi nedenlerle amatör denizcilere kapandı. Bazılarında çok sevdiğimiz tesisler artık yok, yeni tesisler açıldı. Bu güncellemeleri yaptım, temiz yüzme molası duraklarını gezginlere önerdim.” NERESİ VAR? Gökova Körfezi: Halikarnas Balıkçısı’yla mavi yolculuğun başladığı cennette 77 eşsiz mavi durak. Doğa ile baş başa kalmak için ideal adres. Hisarönü ve Yeşilova Körfezleri: Son yılların moda rotası. Yaz aylarında herkesin toplandığı 93 küçük koy, temiz denizler ve çok az teknenin uğradığı gizli mola noktaları. Marmaris Körfezi: Karia ve Lykia’nın buluştuğu eşsiz bir coğrafya. Körfezdeki 53 küçük koyun en güzelleri Bozukkale’ye uzanan batı kıyılarda yer alıyor. GöcekFethiyeBelceğiz Körfezleri: Baştan çıkarıcı bir coğrafya. Birbirinden güzel 81 küçük koyda mavi safarinin sırları. KalkanKekova Kıyıları: Keşfedilecek 39 küçük koy var. Bölgenin yıldızı Kekova, tüm dünya denizcilerinin de gözdesi. 12 Adalar: İnanılmaz denizleri, sempatik tavernaları, suyun iki yakasını da seven insanlarıyla bir huzur bölgesi. Türk denizcilerinin olağan rotalarından biri haline gelen adalar bölgesinde yaşam ve 107 küçük koy. İstanbulluların yanından geçip görmediği tarih Hürmüz’ün sarayı: Bukaleon SirkeciFlorya sahil yolunun üzerinde, Bizans imparatorlarından kalan bir sahil sarayı yükselir. Yıllardır önünden geçen pek çok İstanbullunun bu sarayın varlığından haberi yoktur. Çatladıkapı mevkiinde, sahil surlarıyla adeta bütünleşmiş, yanı başındaki imparatorlar iskelesi ve fener kulesinin kalıntılarıyla bir dönemin ihtişamını gösteren Bukaleon Sarayı’dır bu. Bukaleon’la asıl tanışmam 1993’ün yaz aylarında oldu. İstanbul Üniversitesi’nden yeni mezun bir sanat tarihçisi olarak, sahil surları ve Bukaleon’u kurtarma ve restorasyon çalışmalarında görev aldım. Hayli zor bir işti ama bir o kadar da heyecan ve gurur vericiydi. LALEHAN UTKAN Saray, aslında boğa ve aslan anlamına gelen Bukaleon adını, hemen sASANİ PRENSİNİN İSTEĞİ İlk yapılarını İmparator Büyük Konstantinos’un 4. yüzyılda yaptırdığı ve 12. yüzylı sonlarına dek Doğu Roma imparartorlarının ikamet ettiği “Büyük Saray” kompleksinin yapılarından biridir Bukaleon Sarayı. Tarihi kaynaklarda Prens Hormisdas’ın 4. yüzyılda inşa ettirdiği saray olarak geçer. Hormisdas, asıl adı Hürmüz olan ve babası 2. Hürmüz’ün saray çalışanları tarafından düzenlenen suikastla ölümü sonucu taht hakkı elinden alınarak hapsedilen Sasani prensi. Uzun yıllar hapis kaldıktan sonra karısının yardımıyla kaçmış, Bizans’a sığınmış ve Hıristiyanlığı kabul ederek Hormisdas adını almış. Hormisdas, İmparator Konstantinos’tan İran’daki evini hatırlatan bir saray yaptırmak için izin istemiş, saray ve çevresi uzun yıllar Hormisdas Mahallesi olarak anılmış. Saray iki yüzyıl sonra İmparator Justinus’un malı olmuş, o da bu yapıyı yeğeni Justinianus’a hediye etmiş. İmparator Justinianus, henüz konsülken bu sarayda yaşamış. Bukaleon Sarayı, 13 Nisan 1204’te İstanbul’u ele geçiren Latinler tarafından da kullanılmış, Flandre Kontu Boudin, Ayasofya’da taç giydikten sonra bu sarayda kontlarla yemek yiyerek tahta oturmuş. YOL, YANGIN, YERLEŞİM... Fetihten sonra, saray arazisi yerleşime açılmıştı. 1870’te yapımına başlanan Rumeli Demiryolu sarayın tam üstünden geçirilmiş, 19111912’de demiryolu çift hale getirilirken sarayın batı cephesi ve kara tarafında kalan bölümleri tamamen ortadan kalkmıştı. 1912 yılındaki yangınla saray arazisindeki ahşap evler ortadan kalkmış ve birdenbire Büyük Saray’ın bazı bölümleri ortaya çıkmıştı. Ancak bu önemli saray arazisi 1950’li yıllarda yeniden yerleşim alanı olmaktan kurtulamamıştı. Bukaleon Sarayı’nın olduğu bölgeye geldiğimizde, elimizde eski kaynaklarda bahsedilen tarihçeden ve sarayın arazisini yurt yanındaki iskelenin mermer rıhtımı üzerinde bulunan bir boğa ve aslanın mücadelesini gösteren heykel grubundan almıştır. Bu heykelden günümüze bir şey ulaşmamıştır ne yazık ki. edinmiş, derme çatma kulübelerle buraya yerleşmiş evsizlerden başka bir şey yoktu... Yüzey temizliği ile başlayan çalışmalar, Bukaleon Sarayı’nın batı bölümündeki ve İmparator İskelesi’ndeki kazılarla devam etti... Batı pavyonunda açılan, birbirine kemerli bir kapıyla geçit veren iki odanın, kazıların yarım kalması sebebiyle olası mozaik döşemeli muhteşem zeminlerini göremedik. Kim bilir neler yaşanmıştı bu odalarda yüzyıllar önce, kimlerin kulağına neler fısıldanmış, hangi kararlar dökülmüştü imparatorların dudakları arasından... Yüzyıllar sonra dokunduğumuz o tuğla duvarlar, kaç imparator ya da imparatoriçenin sırlarını saklamıştı kim bilir. 1994 yılının bahar aylarında, İmparator İskelesi’nin içinde bir açma daha yaptık. Sonuç muhteşemdi. Zemine inecek vaktimiz olmasa da tarihçilerin bahsettiği, toprakla örtülü olduğu için varlığı kesinlik kazanamamış olan mimari bölümlerin bir kısmı ortaya çıkmaya başlamıştı. Osmanlı Dönemi’nde örülerek kapatı lan kemerlerin içindeki sütunlar, sütunların kaideleri, kırılan parçaları, demiryolu yapımıyla gelen toprağın içinden çıktıkça, herkesi tarifi imkânsız bir heyecan sarıyordu. Binlerce küçük parça kırık dökük olsalar bile sırayla gösteriyorlardı kendilerini saklandıkları yerden. Seramik parçası, damgalı tuğlalar, kim bilir sarayın hangi binasının korkuluk levhaları, taş ikonaların parçaları, sütun başlıkları, çini kaplama parçaları, birer birer çıkıyordu atık toprağın içinden. Her gün özenle, seve okşaya temizlediğim parçaların en özel olanları da İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin salonlarında yerini alıyordu. ORTAK HAYAL MÜZE OLMASI Büyük Saray, Avrupa’nın ilk yüksek okulunun da kurulduğu yer ol muştu. 5.yüzyılda da İmparator 2. Theodosius’un saray çatısında kurduğu ve 31 adet kürsüsüyle laik eğitim merkezi olan bir yerdi bu okul. Okulun en ünlü öğrencilerinden biri de Konstantinos Kyrill’di. Devrinin en ünlü aydınlarından biri olan Kyrill, Kril alfabesinin yaratıcısı olarak tarihe geçecekti. Çalışmalar yarım kalmasaydı hangi ezberler bozulurdu bilemiyoruz. İstanbul’daki diğer tarihi mekânlar gibi, Bukaleon Sarayı’nın da bir an önce sakladığı sır örtüsünden arınarak sanatseverlere bir Bizans müzesi olarak kapılarını açması hepimizin ortak hayali. ‘Sokrat, Gizli Çekmece’ye girse!’ 1 Sokrates, öğrencisi Phaidros ile Atina kapılarına doğru yürüyüşe çıkar. Elbette Platon’un “Diyaloglar”ından öğreniyoruz bunu Doğa güzelliğine hayranlıkla bakar Sokrates. Öğrencisi, “Şu bir gerçek ki, sen ne site hudutları dışında seyahat etmek için ne de eğer yanılmıyorsam, surların dışına çıkmak için terk edersin siteyi” deyince Sokrates öğrencisini onaylar ve “Biraz anlayışlı ol bana karşı, dostum, ben öğrenmeyi seviyorum, biliyorsun. Kırlar ve ağaçlar bana hiçbir şey öğretmiyor anlamına gelmez bu, ama sitedeki insanlardan daha çok şey öğreniyorum ben.” diye yanıt verir. 2 Ahmet Oktay: “Dağ taş gezen, tarihi mekânları dolaşanlardan değilim” demişti bana. Eğer geziye çıkacaksa sanat yapıtlarını izlemek istediğinden söz açmıştı. İnsan görmek, dillerini bilmesem de yüzleri ne bakmak, davranışlarını izlemek isterim ben de. Tiyatro, bale, müzikle iç içe olmak, kültürleri tanımak mutlu ediyor. Suçluluk duyardım bir ara, ar tık itiraf ediyorum ki şehir tutkunuyum, doğa gezile ri bana göre değil. 3 Sokrates soru sormak için yaratılmıştır, şöyle desek yanlış olmaz “insana dair ilk soruyu o sordu!” Yaş ilerledikçe “varlık/anlam” sorunu belirginleşir sanırım. Gidilecek zamanın azalması, iz bırakma arzusunu tetikler. Bundandır belki yaşamı kaleme almak, “buradan ben de geçtim” diyerek ses vermek arzusu. Ahmet Oktay “Gizli Çekmece”sini açmıştı biraz zaman. Der ki: “Yaşanmış bir yaşam, sırf bu özelliğinden ötürü önemli bir yaşamdır da hiç kuşkusuz. Çünkü yaşadım demek, son kertede bildim/bilmek istedim, duydum/duymak istedim demektir ki, bilinçli bir yönelişi gösterdiği ya da imlediği için önemsenmeyi gerektirir.” Ahmet Abi’nin sözleri herkes için geçerli olmasa gerek. Sokrates’ten haberi olmaksızın, itaat güdüsüyle sürülen yaşamdan “bilmek veya bilmek istemek” çıkmaz. Boşuna yer kaplar o kişi demek istemem, ancak yazdıklarını okumak için gerekçe bulmak güçtür. Varlığı, yokluğu üstüne kendi emek vermemiş birine biz neden gereksinim duyalım? 4 Uzun zaman önce okumuştum “Gizli Çekmece”yi. İçsel bir tartışmayı sürdürüyordu Ahmet Oktay: “Yaşadıklarımı yorumlarken belirgin bir umutsuzluk yansıtıyor ya da olayları dramatize ediyormuş görünüyorsam, bilinçli bir kötümserliğin her zaman safdil ve teslimiyetçi bir iyimserlikten daha kurtarıcı/özgürleştirici (emancipator) olduğuna inandığım içindir.” Zaman iyimserlikten alıkoyar insanı; sürüldükçe, olumsuz tanıklıklar, duygular, düşünceler birikir. İnsan bir kez düşünme becerisi edindikten sonra, geri dönülmez yola girer. Temkinli olmak öğrenilir, yaşamdan ders çıkarmak dediğimiz düş kırıklığını öngörülür kılarak yok etmektir. Genç insanın büyük çöküntü yaşaması iyimserliğinden midir? 5 Ahmet Oktay ortak noktası “intihar” olan pek çok iz bırakmış sanatçıyı, yazarı şiire dönüştürüyor. Zweig, Beşir Fuad, Mayakovski, Benjamin… Bazen yaşama duyulan büyük tutkudan doğar ölüm! Öylesine aç, doyumsuz ve kanarak yaşamak ister ki insan, sonlu yolculuğu kavrayamaz; itiraz etmenin yoludur iradenle ölümü seçmek. İntihar yalnız doğumun, yalnız ölümün şiirli imgesi olur… Olağan sayamayız ölümü seçmeyi, insan ancak felsefe yoluyla bulur kendi ölümünü. Kimi zaman teslim olmamak için düşmana; bazen doruğunda bırakmak için yaşamı, en güçlü seçenektir intihar! Her insan aklında en az bir kez öldürür kendini. Çünkü biliniyor artık: tek içgüdü değil yaşam içgüdüsü. … Edemediğimiz ve edebileceğimiz tüm intiharlar ateşten gözleriyle bakıyorlar yolun üstündeki bir semender gibi 6 “Yaşamın dökümünü ne sıklıkla yapar kişi?” ya da herkes benzer kaygıyı duyar da, arada bir: “Nereden geldim nereye gidiyorum, daha ne kadar yolum var?” diye düşünür mü? “ENVANTER Çok az şey saklamışım yaşamımda; ne bir fotoğraf var ilk aşklardan ne bir mektup; dostlardan beş on tane. Şunları yazmış Stockholm’den Demir Özlü 1983’te: “Rahmetli Çiğiltepe’nin oğlunu gördüm geçenlerde Helsinki’de, sürüyorum geçmişin izlerini”. Hangi izlerin peşinden gittim ben içimde bir mahşer beklentisi? Çok az şey biriktirmişim yaşamımda, hiçbir andaç yok babamdan, verdiği mineli çakmağı unutmuştum bir Amerikan Bar’da; Ah umursamaz gençlik! sımsıkı tutsaydım şimdi avcum ısınır mıydı acaba? … Anonim bir kimlik olacağım; bir sahaf dükkânında yıllar sonra satılmış kitaplarımı karıştıran okur bilmeyecek satırların altını benim çizdiğimi, geçmişe ve geleceğe karışa karışa. İthaf sayfalarını da yırtmalıyım yavaş yavaş; yığınla düş kırıklığı, yanılış, yüzünü görmediklerim var, yazdıklarını sevmediklerim. Küskün ölenler oldu bana, kimlere küskün öleceğim ben acaba?” 7 Bir yerde şöyle diyor Ahmet Oktay “Gizli Çekmece”de: “Yazar gibi hissetmiyordum kendimi, yazar taklidi yapan biriydim. Yaşamıyordu ürettiğim metinler. Sözcükler dışsal şeylerdi. Hakikat ve yapıt sorunuyla karşı karşıya gelmiştim. Sözcükleri kullanıyordum kullanmasına ama hepsinin işi boştu. İnandırıcılıktan yoksundu. Sanatsal/şiirsel hakikat ile gündelik yapıp etmelere ilişkin hakikat, ayrı şeylerdi; biliyordum elbet. Ama şiirin ve sanatın, son kertede yine de hakikat sorunuyla bağlantısı vardı. Yapmalığı, yapmacıklığı içinde bir hakikat.” Bu duyguyu tanıyorum. Sahici olmak, yaşamdan süzerek biriktirdiklerini herhangi bir süsleme yapmadan sunabilmek en büyük arzusudur yazarın. İyi işçi olmak, çok çalışmak, eleştirel gözü korumak, zorlamadan kalemi, doğasını uygun akmasına izin vermek gerekir. Ahmet Abi “yazar taklidi” diyor, şimdilerde bolca “müsveddelere” rastlıyoruz.