02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

8 ir süredir bütün dünya televizyonlarında, bütün belgesel kanallarında bir Göbeklitepe’dir gidiyor. Seçim çalış Bması için UrfaSiverek’e gittiğimde, ne yapıp edip ben de Göbeklitepe’ye kendimi atmıştım. İyi ki, atmışım hiçbir ören yeri beni bu denli etkilememişti. Tuhaf bir şey kendimi başka bir dünyada bulmuştum. Ama bölgenin diğer ören yerlerine, tarihi kiliselerine, ilk mason localarının (MÖ) kurulduğu Dara Harabeleri’ne, Harran Urfa yolunun üstündeki tüm görkemiyle insanın başını döndürdüğü Türkiye’nin tek Sin (Ay) Tapınağı’na haksızlık etmek istemem. Kısaca hâlâ Güneydoğu ve Doğu’ya gitmedinizse epey bir şeyler kaçırdığınızı söyleyebilirim. Ayrıca bir kez gitmek yetmez, defalarca gitmek gerekir, çünkü en çok buralar insanoğlunun müthiş macerasını size adım adım anlatır. nasıl keşfedildi? Bundan yirmi yıl önce Urfa’ya 20 kilometre ötede bulunan Örencik köyünden Şavak Yıldız tarlasını sürürken sabanı bir taşa çarpar, canı sıkılarak “ne var ne oldu” diye taşın yanına gidip şöyle bir eşeleyince, karşısına 40 santim boyunda bir erkek heykeli çıkar, heykelin erkeklik organı heykelin boyu kadar, Şavak usta utanır, heykeli kimseler görmesin diye bir battaniyeye sarıp eve getirir. Hemen saklar ama içine de bir kurt düşmüştür, dayanamayıp heykeli gene sarıp sarmalayıp bir at arabasına koyar ve üç saat sonra Urfa Müzesi’nin kapısından girer. Heykeli inceleyen uzmanlar hayretler içinde kalırlar, çünkü heykel milattan öncesine ait en eski yapılarından Mısır piramitlerinden, üç kat daha yaşlıdır. İşte Göbeklitepe’nin keşfinin böyle bir hikâyesi var. Ardından konusunda uzman Alman arkeolog Prof. Dr. Klaus Schmidt başkanlığında bölge kazılmaya başlıyor. AVCI KAVİMLER YAPTI Ve Göbeklitepe’deki dünyanın en eski tapınağı tüm ihtişamıyla ortaya çıkıyor, arkeoloji tarihi altüst oluyor. Çünkü Göbeklitepe’deki anıtsal yapılar günümüzden 12 bin yıl önce inşa edilmiş. Yani insanlar henüz avcı toplayıcı oldukları çağda. Kazı devam ettikçe muhteşem insan, hayvan heykelleri ortaya çıkıyor. Bölgedeki geçmişe ait bu hayal gücü herkesi şaşkına çeviriyor. Çünkü yeniden söylemek istiyorum, bu tapınak henüz yerleşik topluma geçmeden önce, kendi duygu ve düşüncelerini taşa döken avcı ve toplayıcı kavimler tarafından yapılmış. Ve korunsun diye de üstü örtülmüş. İstersen şaşırma! Babasının bulduğu heykelin arkeolojik bir deprem yaratmasına en çok şaşıran da şimdi Göbeklitepe’de görevli Abdullah Yıldız. Göbeklitepe’yi öğrenmek, görmek isteyen konukları keyifle gezdiriyor, boş vakitlerinde de gördüğü heykellerin, kalıntıların replikalarını yapmaya çalışıyor. Göbeklitepe’ye gitmek!Ölmyişaeldpeerıldnaeöcnanbkcieri 28 Nisan 2019 IŞIL ÖZGENTÜRK Özgentürk, Abdullah Yıldız ile... Göbeklitepe’deki heykellerden biri Günümüzün bilgisayarı Şanlıurfa İl Kültür ve Turizm Müdürü Aydın Aslan için, burası neredeyse kutsal bir yer. Her taşı tanıyor. Bölgeyi iklim şartlarından korumak için yapılan çatının uzaktan bakıldığında sonsuzluk işareti gibi göründüğünü o bana söyledi. İç içe iki daireden oluşan kazı alanındaki tüm heykeller de çakmak kullanılarak yapılmış. Göbeklitepe’nin tepesine çıkmak için yürürken Aydın Bey, bulduğu küçücük bir çakmak taşını gösteriyor: “İşte, o çağların bilgisayarı bu taş. Her şeyi bu taşla yapmışlar.” İçimden çevrede bol bulunan o küçük çakmak taşını almak geliyor ama Aydın Bey, asla izin vermez. Sormuyorum bile. YOLU AY TAPINAĞI’NA DÜŞÜRÜN Göbeklitepe Urfa, Maraş, Adana, Gaziantep, Adıyaman bölgelerinden geçip, tepeye ulaşan adına Bereketli Hilal denilen bölgenin tam tepesinde! Oraya çıktığınızda göz alabildiğine geniş bir alanı görüyorsunuz, bulutsuz zamanlarda Nemrut Dağı’daki Geç Hitit Dönemi’nden kalan heykelleri görmek mümkün oluyormuş. Yani dünyanın tepesindeyiz. Tepede Japon turistlerin kutsal kabul edilen bir dilek ağacına yaslanıp dua ettiğini görmek insanı tuhaf bir biçimde etkiliyor. Belli ki insanoğlu ağacı hep kutsal kabul etmiş, pagan kültürü her yerde. Önemli bir bilgi, mutlaka iç mekânlardaki sürekli dönen Göbeklitepe belgeselini ve animasyon filmi izleyin. Öyle ki, bir ara yanınızdan elinde çakmak taşı, hasırdan örülmüş giy Tepede dua eden Japon turist. sileriyle 12 bin yıl önce yaşamış heykeltıraşların, usul usul yürüdüğünü hissedebilirsiniz. Sonra yolunuz mutlaka Urfa Harran yolu üstündeki Sin (Ay) Tapınağı’na düşmeli. Pek çoğumuz dünyanın pek çok yerinde Güneş tapınakları görmüşüzdür ama bir de ay var. Yıllar önce rahmetli Rıfat Dedeoğlu bizleri oraya götürmüştü. Tapınağı bulabilmek için dönüp durduk, çünkü tabela bile yoktu sonra bir yakışıklı Arap bizi Sin Tapınağı’na götürdü. Bir tepe, tepeye çıktığınızda kocaman bir havaalanıyla karşılaşıyorsunuz. Alanın çevresinde yedi gezegenin küçük tapınakları var. Her biri de bir Tanrı tarafından korunuyor. Biz oraya vardığımızda dolunaydı ve ay öyle bir haşmetle havaalanının kenarından doğdu ki, o gece hepimizi ay çarptı. Biz orayı yazdıktan sonra da Urfa valisi teşekkür etti ve yola bir tabela kondu. Arkeolojiye küçük bir katkımız olmuştu, çok sevindik. Hepimize iyi yolculuklar. hMuayvdiurOLCAYBÜYÜKTAŞ buralardansana hüzün veren az önce yağmış bir yağmur, ıslak par İke taşlı dar, dik yokuşlar, yağ mur sonrası açılmış berrak hava, öyle ki baktığınızda karşı tarafı görüyorsunuz güzel aydınlık bir mavinin ucunda... Sonra o güzel sokaklar yokuş yukarı çıkıyor. Çıkarken sol tarafta büyüleyici bir amfi tiyatro görülüyor. Antandros Amfi Tiyatro... Şöyle biraz uzaktan bakıp yürümeye devam ediyoruz yağmur sonrası havada. Neden yağmur sonrasına vurgu yapıyoruz, çünkü yeşilleri o kadar taze, renkleri öyle canlı hale getirmiş ki yağmurun etkisi yok sayılsın istemiyoruz. Daha da çıkıyoruz yukarı, kafamızı kaldırıyoruz gökyüzüne bambaşka bir mavi. Ve ufukla gök arasında iki mavi arasında tatlı bir sonsuzluk hissi... İşte böyle bir atmosferde Edip Cansever’in dizeleri dökülüyor ağzımızdan... Mavi bir renk değil, huydur bende... Ve mavinin buralarda renk olmaktan çıktığını görüyoruz. Çınar altı çay Sözünü ettiğimiz yer tarihi 1500’lü yılların sonuna kadar uzanan Edremit’teki Altınoluk köyü... Köyün eski kısımlarında Rum ve Osmanlı mimarisinden kalma yapılar.... Altınoluk’ta illa görmeniz gereken iki yer var; Abdullah Efendi Konağı ve Antandros Antik Kenti kazıları... Bizim ilk durağımız olan konak, en az 1 1.5 saat ayırabileceğiniz bir yer. Vakti zamanında Midilli’de akrabaları olan bir papazın olduğu için papazlık da denilen konak, mübadele zamanında Midilli’deki mülklerini papazla değiştiren Abdullah Efendi’ye geçiyor. Konak restore edildikten sonra Tarihi Antandros Şehrini Kurtarma, Koruma ve Yaşatma Derneği’nin kullanımına verilmiş. Dernek üyeleri de hem kazılarla ilgili sunumlar, hem de çeşitli sergilerle konağı yaşanır kılmış. Birbirinden bağımsız üç bölümden oluşan konağın kapıları, merdivenleri, ahşap pehcere kepenkleri sizi hayran bıracak. Altınoluk, iki güzel mavi arasında, görkemli bir çınarın altındaki köy meydanında, berrak bir bardak çayın ne tadını ne de içtiğiniz manzarayı unutacağınız bir köy... ‘Kötülüğün ürküten hali!’ 1 Sosyal medya bağımlılığının bir nedeni gündemi yakalama telaşıysa, ötesi toplum dışı kalmaktan korkmak olsa gerek. Biz bu mecraların içine doğmadık, bu süreci kuramsal olarak tarif edenler çıldırtıcı bilişim esareti bize “göçmen” diyorlar. Ne denli çabalasak da, alışkanlıklarımız uyumlu değil sanal evrene. Onca bilgiyi ne yapacağını bilememek ayrı bilgi ayıklayıcı/kurgucu, sanal çevirmen türü meslekler doğacak sanırım bir de yalnızlaşmak ürküntüsü bu esaretin nedeni. Bireyin ruhunda nasıl hasar yarattığı ayrı tartışma konusu, toplumsal olarak etkileri derinden irdelemeye değer. Sabah erkenden uykunun en derin ve sıcak anında telefonu eline almak yeterince korkutucu; ancak, neredeyse tüm dünyanın kötülüklerine tanık olmak hemen fark edilmesi güç hastalıklara neden oluyor. Gün ışırken, umudu çoğaltacak yerde tutuklanma, tecavüz haberlerini görüyoruz/okuyoruz. Hakikat tüm yalınlığı ve dehşetiyle karşımıza dikilirken, bir yandan da yaşam direncini kırıyor. Kişiyi küçük, güçsüz hissettiriyor.  Endişe verici olan “kötülüğün sıradanlaşması” oysa… 2 O tto Adolf Eichmann Nazi Almanyası’nda Yahudi’leri gettolara gönderen, gaz odalarında ölüm kararını kırpmadan veren İnsanlığa karşı suç işleyen sorumlu SS idi. 11 Nisan 1960’ta yakalandı Kudüs’e getirildi, yargılandı. Herhangi bir ideolojik tavrı yoktu, sadece işinde yükselmek iste yen biriydi, olanlar hakkında söylediklerinin sıradanlığı şaşırtıcıydı. Mahkemeyi izleyen düşünür Hannah Arendt, “Kötülüğün Sıradanlığı” diye tarif etti gördüklerini. 3 B ürokrat olarak devleti kutsamanın konforuyla yukarıdan gelen emirleri bire bir uygulamak görevdi. Görevini yapıyordu Eichmann, bunun önüne geçmek, kuşku duymak için sebebi yoktu. Kim “insanlığa karşı suç işleyeyim” diye sabah işe diğer ki? Benzer duruma düşen herhangi biri, komşuları (Yahudi/Çingene) bir bir eksilirken neden kuşku duymaz, merak etmez, ses vermez? Arendt yanıtı veriyor: “Bazı açılardan çok zor olan sorunların, halkımızın daimi güvenliği için, bazen amansız sertlikle çözülebilmesi eşyanın tabiatı icabıdır” (altı çizilen yer yazara ait) Amansız sertliği görmezden gelinir kılan nedir? 4 K afanı öne eğerek yukarıda gökyüzü olduğunu bildiğin halde bakmadan gözleri yumarak yaşamak, çevre sorumluluğundan “muaf” olma hakkı verir mi insana? Sürekli zehirlenen havayı solumak zorundayken ve bunun seni hasta ettiğini bildiğin halde kayıtsız kalmak mesela! Bilişim çağının içinde kıvranırken hoş salt Instagram’da yaşayarak kendine görkemli bir çevre kurmak ve içinde aralıksız gülümseyen pozlar vermek mümkün/hakikatin bu biçimde kırılması ayrı beceri (mi desem?) Olanla, olunmak istenen arasına sıkışan ruh! 5 Y ahudileri gaz odasına gönderirken bir tür “mutlu ölüm” katkısı yaptığını düşünen görevli, eğer salt makine gibi davranma becerisi edinmişse, olanın korkunçluğundan başka biçimde kurtarır ruhunu; eve gelince sevinçle çocuğuna sarılıp köpeğini şefkatle sevenleri biliyoruz  artık mağdur olandır. Arendt bunu da altını çizer: “Böylece katiller, “İnsanlara ne korkunç şeyler yaptım!” demek yerine, ‘Görevlerimi yerine getirirken ne korkunç şeyler görmek zorunda kaldım, bu görevin omuzlarıma yüklediği yük nasıl da ağır!’ diyebiliyorlardı.” 6 “K olektif sorumluluk” tarifi, bireye düşen payı azaltıyor. Oysa toplumun parçası olarak bir yandan “hep beraber” suç işler olmak mümkünse de, o “kötünün” oluşma Hannah Arendt sına katkı vermek apayrı sorumluluk değil mi? “Ben sadece emir kuluyum” diyen işkenceciyi masum sayabilir miyiz? Etik sorumluluğun yanı sıra, siyasal olana da işaret ediyor Hannah Arendt; kaldı ki siyasal olmayan süreç yoktur, önemli olan burada yetki/sorumluluk dengesine oransal bakmak gerekir belki. Schindler’in Listesi filmi bireyin rolüne dair düşünmeye olanak veriyor, siyasal olana bireysel ne oranda karşı çıkılabilir? “Bugün pek çok insan ortak suç veya aynı şekilde ortak masumiyet diye bir şey olmadığını; böyle bir şey olsaydı, kimsenin suçlu veya masum sayılamayacağını kabul edecektik. Bu durum elbette siyasi sorumluluk diye bir şey de olmadığı anlamına gelmez; zira siyasi sorumluluk ne ahlak açısından yargılanabilir ne de bir ceza mahkemesinin karşısına çıkarılabilir.” 7 Sosyal medya şikâyeti kolaylaştırdıkça, sorumluluktan arındırır mı kişiyi? “Kötülük” haberini paylaşarak çoğalttıktan sonra, görev sonlanmış gibi hissetmek/davranmak aynı zamanda eylemsiz, itirazsız olmak anlamına gelmez mi? Kirazın dalda olmasını telefon ekranından bilen çocuğun salt imaj olarak algılayan, doğada karşılaştığında “hangisi gerçek?” ikircikliğini taşıması şaşırtıcı değildir! ABD’de bir ilkokul çocuğu arkadaşını bıçakla öldürdükten sonra: “Bir canı daha var sanıyordum” demişti. Bilgisayar oyunu ile yaşam arasında ayrım yapamayan insan yaratıldı. Bu insanı tanımıyoruz henüz “Kirazın dalda olmasını telefon ekranından bilen çocuğun salt imaj olarak algılayan, doğada karşılaştığında “hangisi gerçek?” ikircikliğini taşıması şaşırtıcı değildir!”
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle