02 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 8 NİSAN 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Çingeneler zamanı Çingeneye çingene diyemeyen bir dünya sorunlu bir dünyadır. Bir kelimeyi dilden olduğu gibi atarak ve yerine daha “temiz” bir kelime yakıştırarak günahlarından arınabileceğini zanneden sistem; Sadece kendini değil sizi de fena halde kandırır. Kendi kirli zihninizin öcünü kelimelerden alabileceğinize sakın ikna olmayın. Zaten buna edebiyat, sanat ve hatta hayat izin vermez. Şimdiye kadar yazılmış şiirler, çekilmiş filmler, takılmış isimler sizi engeller. “Çatal karam çingenem” yerine, “Çatal karam, Roman vatandaşım” demenizi; Ya da “Çingeneler zamanı filminin ismini, “Roman vatandaşlar zamanı” diye çevirmenizi; Hele hele Çingene palamuduna Roman palamudu adını takmanızı men eden mantık neyse... Sokaktaki Çingeneye Çingene demenizi men eden de aslında aynı mantıktır. Çingene gerçek bir kelimedir. İçi doludur, tarihi zengindir, anlamı kıymetlidir. Bu kelimeyi lügatten çıkartarak, çingenelerin makus kaderini değiştiremezsiniz. Sadece onları tarih boyunca hor gören, onlara eziyet eden, onlara tahammül edemeyen ve bu gerçeği da asla kayda geçirmeyen sinsi insanlığın kirli sicilini temizlersiniz. Ve böylece o büyük ve kolektif günahı bir kez daha işlersiniz. Toplumsal zihniyetin sorunlu kodlamaları yüzünden kirlendiğine inanılan bir kelimeyi lügatten çıkartmak, tecavüze uğramış bir kadını başına gelen yüzünden cezalandırmakla aynı şeydir. Çingene kelimesi ni, böyle bir dil hilesine kurban verdiğinizde kelimenin taşıdığı tüm olumlu anlamlar kaybolmuş, olumsuz anlamlar da onaylanmış olur. Ortada korunması ve yeniden daha doğru tanımlanması gereken köklü bir değer olduğunu unutarak işin kolayına kaçmak; Yarayı iyileştirmez tam tersine derinleştirir. Israr edilmesi gereken Çingene’nin muhteşem bir kelime; Ve Çingenelerin de muhteşem bir halk olduğu gerçeğidir. Onların kadim kültüründe korunan farklı varoluş değerleri üzerinden anlaşılabilecek ve tanımlanabilecek bambaşka dünya vardır. Mevcut sistem size yapay değerler dayatarak, çingenelere ait bu dünyayla bağlarınızın koparılması için elinden geleni yapar. Bir halkı kendi gerçek isminden utanması gerektiğine ikna ederek kültürel bir soykırıma imza atacak kadar hadsiz davranır. Çingene kelimesinin toplumda düşük değerleri temsil etmesinin ve dile bir küfür gibi yerleşmesinin sorumlusu olan sistemdir. Onun kurduğu dil tuzaklarına iyimser bir yaklaşımla hemen düşerseniz; Silin ‘Romanlar Günü’nü! Çingeneye roman vatandaş denilerek bahşedilen saygınlığın gerçek bir saygınlık olmadığı hatta saygısızlık olduğunu asla kavrayamazsınız. Çingenelerin kültürel dilde kalıplaşmış “kötü” imajını onaylamış olursunuz. Oysa değişmesi, çöpe atılması gereken çingene kelimesi değildir. Hâlâ sahip çıkmaya devam ettiğiniz o tehlikeli ve ayıplı kültürel değerlerdir. Çingeneler... Tarih boyunca hiçbir zaman devlet kurmak istemeyen; Her türlü düzeni reddeden; Bağımsızlıkları uğruna türlü aşağılanmalara göğüs geren; Yaşadıkları zor hayatlara eğlenceyle direnebilecek kadar güçlü ve akıllı olan; Dahil oldukları tüm coğrafyalarda hor görüldükleri halde yakın zamana kadar kendi muazzam kültürlerinden hiç ödün vermeden yaşamaya direnen; Ve –iyi ki kimselere benzemeyen çok kıymetli bir halktır. Bazı kelimelerin kutsal bir dokunulmazlığı vardır. Onlara dokunursanız kadim bir büyüyü bozarsınız ve güçlü bir hikâyeyi yıkarsınız. Yerine koyduğunuz zorlama kelimelerle daha sorunlu bir dünya kurarsınız. Çingene o kelimelerden biridir. Çingene bir küfür değil bizzat şiirdir. Açın bakın takvimleri; bugün için takvimlerde “Dünya Romanlar günü” yazdığını göreceksiniz. Silin üzerini o cümlenin. Yerine büyük harflerle “Çingeneler zamanı” yazın. Ve daha iyi bir dünyada yaşamak istiyorsanız, çocuklarınıza Çingenelere dair öğrenmeleri gereken her şeyi en baştan bambaşka bir şekilde anlatın. Sağlık bakanlığı koltuğuna oturup tüy diker gibi ‘bunların hepsi tıp’ demek... Hacamat, sülük, muska Bir toplumun kültürel arka planında yer alan kimi uygulamaları insanların kendiliğinden talep etmesi başkadır, o yöntemlerin kutsallık zırhı eşliğinde bir “hakikat rejimi” olarak topluma dayatılması başka. Bir toplumun yaşam dinamiğinde kendisini yıllardır devam ettiren tıbbi girişimleri düzenlenmek başkadır, o uygulamaları akla/bilime alternatif olarak siyaseten desteklemek ve bilimsel bir metotmuş gibi sosyal güvenceye almak başka. Hele ki bu girişimleri bilimsel metodolojiyi rehber edinen hekimlere uygulatmaya kalkışmak bambaşka. Hele ki tüy diker gibi Sağlık Bakanlığı koltuğuna oturup “Geleneksel tıp, modern tıp diye ayırmaya gerek yok. Bunların hepsi tıptır” diyebilmek bambaşka… Öte yandan hemen her konuda ortadan ikiye bölünmüş bir ülkede sorunların sadece bir yanını görmek derde deva olmuyor. Bu nedenle ötekine “kara cahil” deyip derdini evrene, pozitif düşünceye ve yıldızların hareketine bağlayıp enerji aktarımlarında derman aramayı da konuşmak gerek. Benzer biçimde yelpazenin iki kutbuna karşı çıkarken insanı kültür dünyasından kopararak alıcılara, sitokinlere, hormonlara indirgeyen bilimcilere de söz söylemek gerek. Hasılı kelam hemen her konuda olduğu gibi “ÇinvatSırat Köprüsü”nden keskin ve ince bir hatta yürümek gerek. Ve sıklıkla yapılanın aksine bu yürüyüşün ana aksını da “öteki”nin karanlığını konuşmak değil, kendimizle yüzleşmek oluşturmalı. Değişen bilim Biliyoruz ki bilimde doğrulara biat edilmez. Yanlışlama ile yol alır bilim. Bu nedenle tartışma ve tartışmanın var ettiği çoğulluk bilimin vazgeçilmez koşuludur. Ancak öksüz de değildir bilim; çerçevesi vardır. Çünkü bilim insanı, kuram aracılığıyla düşünür. Geçerli yeni bir paradigma (açıklama anahtarı) kurulana kadar eski paradigma hükmünü sürdürür bilimde. Ama unutmayalım ki paradigmalar bilimi tutarlılığa yaklaştırdığı oranda körleştirir de... Üçüncü bin yılın her değeri fiyata, her yeri işletmeye indirgeyen miyop bakış açısı günümüz bilimini de etkilemekte. Ölçülemeyenleri yok sayan ve dünyadaki her şeye “kaynak” olarak bakan bir hastalık kaplamış dört bir yanı. “Neden” sorusundan vazgeçerek sadece “nasıl”ın peşine düşülmüş bir bilimsel faaliyet ödüllendirilmekte dünyanın dört bir yanda. Hiç kuşkusuz tıp paradigması da bu baskıdan azade tutamamıştır kendisini. Gerçekten, yakın zamana kadar her şeyden önce “zarar vermeme”ye odaklıydı tıp paradigması. İnsan sağlığını korumak öncelikti. Mümkün olduğunca insan ömrünü uzatmayı hedeflerdi. Ama şarlatanlığa kapı açmazdı. Mucizelerin olmadığını bilirdi. Mucize doktorlar, mucize ilaçlar, mucize tetkiklerin tümünün katışıksız yalan olduğunu idrak etmişti. Daha önemlisi insanıhastayı bir bütün olarak görmek, hastalanan bedeni ve ruhu iyileştirmek, mümkün olamadığı durumlarda ise acıyı dindirmeye çalışmak temel amaçtı. Hekimlik ise her şeyden önce hikmet sahibi olmak demekti. Biraz filozofluktu. Biraz sanattı. Biraz teknik mühendislikti. Çokça vasıflı emekti. Çokça değer üretimiydi. Çokça sosyal bir temastı. Ustaların öncülüğü ve kolaylaştırıcılığında kazanılan bir meslekti. Bilgi denizi Yakın zaman öncesine kadar tıp pratiği farklı bilgi kaynaklarının tümünden besleniyordu. Her bir kaynak, bilgi nehrinin vazgeçilmez kollarıydı. “Gündelik Bilgi”, “Dini Bilgi”, “Teknik Bilgi”, “Sanat Bilgisi”, “Bilimsel Bilgi”, “Felsefe Bilgisi”, tıp bilgisi denizine açılan güçlü nehirlerdi. Bir zamanlar tabipler biraz filozof, filozoflar da her zaman biraz tabipti. Ama heyhat; fayda, verimlilik, maliyet, ciro, zarar kavramları onun varoluşunun temellerini kökünden sarstı. Çıkar uğruna doğanın dili olan matematiği, düşünebilmenin yolu olan mantığı bile kovdu uhdesinden. Tıp paradigmasının temel öznesi insandı ama gelin görün ki sosyoloji, tarih, antropoloji ve felsefe gibi insan bilimlerine bile yüz vermiyordu. Artık hikmet sahibi değildi. Artık sadece doktordu. Ve birey, kendisini makine gibi algılayan bu tıp pratiğinden hızla ötelere savruldu. Hacamat, sülük, muskaya… Eğer bir geleceği olacaksa tıp pratiğinin, eğer hâlâ kıymeti harbiyesi olacaksa hekimliğin, değişimi sahiplenen bir özgürlüğü; insanı basit bir çarkın dişlisi olarak görmeyen bir etkileşimsel aklı; matematikten mantığa, tarihten antropolojiye kadar insana ve doğaya dair her şeyi bünyesine alan bir sistematiği ve en önemlisi insan deneyiminin tümünü kendisine katan bir işleyişi yeniden var edebilmelidir. Aksi halde köhnemiş statükosunda yanıp gitsin! Yeniden küllerinden doğmak için... Barbaros Şansal Çalıntı zaman Renklerle dans İstihdamın renkleri 1 Nisan akşamı geç saatlerdi. Sosyal medya mecrası Twitter’da her zamanki gibi futbol ve savaş arası ötüşler karışmış, araya biraz seviyesiz siyasi üslup sıkışmıştı. Ekranımda rengârenk iletiler birbirlerinin peşi sıra akıyordu. Şarkıcı türkücü takımına sporcu gazeteci tafrası bulaşmış, bu yüzden kimi kapışıyor kimi atışıyordu. Ortamı değiştirmek, biraz da veri derleyebilmek için aşağıdaki iletiyi yazıverdim. “T.C.’deki işlerimizi yürütecek eleman arıyorum. En az 3 dil, 10 yıllık geçerli pasaport ve tüm geçerli vizeler, askerlikle ilişkisi olmayan, dinsiz, 24 yaşını geçmemiş. İyi görünümlü, şık giyimli. Özel araç sahibi. Üniversite mezunu, doktoralı. Çocuksuz ve 5 yıl iş tecrübeli. Son adresinde 5 yıldır ikamet eden….’’ ^¡^ Bir anda yorumlar yağmaya başladı. 245 bin kişi bakmış ve 560 kişi yorum yapmıştı. İçlerinde, ünlü bir profesörden bana önerilen matematik dersinden tutun da kendine jigolo mu arıyorsun diyenlere; bu şartlarda sadece Hawkins vardı diyenden, şartların bazısı tutuyor ne olur beni işe al diyenlere dek… Bu fırtına karşısında sıra devamı olan iletiye gelmişti. “Maaş, artı SGK, artı özel sigorta, yılda en az 5 uluslararası seyahat ve konaklama, 7000 Avro maaş, artı prim. Haftada 25 saat mesai, artı saat başı 50 Avro fazla mesai ödemesi tarafımızdan karşılanacaktır” Bu iletiyi ise 111 bin 193 kişi okumuş, sadece 171 kişi yorum yapmıştı. ^¡^ Birkaç saat geçmemişti ki telefonum titremek ten kendine gelemez oldu. İş için eşini boşamak isteyenden bu nitelikteki biri sana niye kölelik yapsın diyene, sizi takip edenlerin yüzde 90’ı zekidir diyenden sinkaflı küfür edene… Ama öyle olmadı, yüzde 90’ı okuduğunu anlamadı. Kimse mesleğin ne olduğunu sormadı. Paranın rengi gözleri kör etmişti. Daha fazla uzatmanın manası yoktu. Telefon numaramı bilen tanıdıklarım bile duymuş, mesajlar atmaya başlamışlardı. Bilgilendirme iletisinin tam zamanıydı: “Bir saatlik süre doldu. Yorumlar için teşekkürler. Sosyal deneyin sonuçlarını @CumhuriyetPA7AR’da ‘İstihdamın renkleri’ adlı makalede okuyabilirsiniz” Okuyan sayısı 71 bin 18, yorum yapan ise sadece 16 kişiydi. Toplum okumuyordu. Resimaltı bile okumadan hayallere kapılmıştı. ^¡^ İletiyi silmeden önce tüm yorumları tek tek okudum, doğru renkte ve gerçek kimlikle yazanlara cevap bile verdim. Gün neredeyse ağarmaktaydı. İstatistikler korkunçtu. Yüzde 20’ye yakını eşini ailesini hatta cinsel yönelimini bile değiştir mekten bahsediyordu. Oysa iletide cinsiyet belirtilmemişti, medeni hal de. Yüzde 30’a yakını çoktan dinden çıkmayı göze almış, yüzde 40’tan fazlası eksiklere rağmen taleplerde bulunmuş, yüzde 99’u ise, ne iş yapacağını bile sormamıştı… ^¡^ Gecenin laciverti sabaha döndüğünde yazımın sonuna gelmiş, 5’inci kahvemi içmiş en sonunda, hüzünlü bir şekilde Twitter’in ötüşen sosyal medyasını betimlemiştim. Tabii çoktan engellediğim yaklaşık 500 bin kişi bu imkândan bihaberdi. Türkiye için asla gerçek bir istatistik olarak belirlenemezdi. Renklerin kaderi zaten TÜİK, TÜFE ve TEFE idi. İstihdamın renklerini asıl onlar belirlerdi. İşin en acı tonu, bu topraklarda böyle nitelikli kimsenin yetişemeyeceği gerçeği idi. Dünya tarihinde ise 12 kişi bu zirveye gelebilmişti. Ekrandaki yazıların çıktılarını alıp iletiyi sildim. Aziz Nesin’in oranını çoktan yeniden renklendirmiştim. Evet, belki bazılarının biraz zamanını çaldım ama kimsenin emeğini çalmadan… C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle