Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 2 8 NİSAN 2018, PAZAR Her şey Mİrgün Cabas Gerçeklerle işimiz bitti. Bize haber değil, cephane lazım Zırva, dünyayı nasıl ele geçirdi? Size bir haberim var: Cumhurbaşkanı, sekiz askerin şehit olduğu gün Tanzanya’da davul çalmadı… Bir haber daha: Alevi çocuklar, Doğu Guta'da kafese konulup gezdirilmedi. Ayrıca YPG, 30’dan fazla Türk askerini rehin alıp teşhir etmedi, dört yaşındaki çocuğun yalnız başına Suriye'den Ürdün sınırına yürüdüğü de doğru değil… Ama eminim ki yukarıdakilerden en az birinin doğru olmasını isterdiniz. Siz mesela, cumhurbaşkanına o kadar kızgınsınız ki, aleyhine olabilecek böyle bir hata yapmasını isterdiniz değil mi? Böyle bir şeyin olmasını isterdiniz ki siyasi görüşünüz keskinleşsin, siyasi imanınız tazelensin, kavgada hasımlarınıza çekeceğiniz bir silah olsun… Ama bunlar doğru olmadığı gibi, CIA’nın yeni başkanı Gina Haspel’i Irak’ta işkence yaparken gösteren fotoğraf da yok. Baş ağrısı şikâyetiyle hastaneye giden 84 yaşındaki hastanın “beyinsiz çıktığı” iddiası da doğru değil. Birbirine sarılan yaşlı romantik çiftin fotoğrafı Üsküdar’daki Marmaray durağında çekilmedi. İşin ilginci, bunlar doğru olmadıkları gibi, yanlış da değiller… Peki ne derseniz, bunun adı zırva. Doğruyanlış zıtlığının dışında bir üçüncü kategori olarak üretilip yayılan, “alternatif gerçekler”. Gerçekle işimizin bittiği, gerçeğin kimsenin işine yaramadığı bir dönemde kanaatlerimiz güçlensin, çelişkiler keskinleşsin diye ortaya atılan malzemeler. Üretenin de tüketenin de ihtiyacına cevap veren cephaneler. Mevzu milli meseleler de olabilir, tırı vırı magazin de… Önemli olan yargılarımızı güçlendirmesi, okuyana “Ben demiştim!” dedirtmesi, kendimizi ait olduğumuz safta daha rahat hissettirecek yeni bir gerekçe vermesi. Artık hiçbirimizin hayati konularda nesnel habere ihtiyacı yok. Hepimiz kendimize yetecek kadar doğruyu zaten biliyoruz ve öğrendiğimiz hiçbir yeni gerçek bizim görüşümüzü, tarafımızı değiştirmemizi sağlayamaz. Çünkü tarafımızı seçtik, argüman silahlarımızı kuşandık ve tıpkı bizim gibi, “bilmesi gereken her şeyi öğrenmiş” hasımlarımızla karşılaşmaya hazırız. Bayıl ya da nefret et! Hepimiz bu zırvalara bayılıyoruz. Bayılmayanların, hâlâ gerçeğin ve doğrunun peşinden giden eski moda münasebetsizlerin ise işi çok zor. Çünkü internet hızında yayılan bu “alternatif gerçekler” yedi canlı. Bunlarla mücadele etmesi beklenen, sorumluluk sahibi yayın organları ise gazete ya da tv hızında. Ayrıca siz yalanlamak için gündeme getirdikçe bunların yayılımına katkı yapmış oluyorsunuz. 126 bin kullanıcının Twitter’daki 10 yıllık faaliyetlerini değerlendiren ve Science dergisinde geçen ay yayımlanmış bir araştırmaya göre, bu tür “üretilmiş malzemeler”, gerçeklere kıyasla altı kat hızlı yayılıyor. Çünkü bu malzeme “ya bayılalım ya da nefret edelim” diye üretiliyor ve insan doğası bu ajitasyon tuzaklarına çok kolay düşüyor. Üstelik “şehitlerin olduğu gün cumhurbaşkanının neşe içinde davul çalması” ihtimali bizi öyle ajite ediyor ki, bunu Facebook’ta duvarımıza post etmek, öfkeyle retweet’lemek için dayanılmaz bir arzu duyuyoruz. Bunu üreten biz olmadığımız için yayılmasına aracılık ettiğimiz şeyin yalan olması ihtimali vicdanımızı rahatsız etmiyor. Hatta doğru olup olmadığı bile umurumuzda olmuyor. Eğitim, cahilliğini bilenler içindir Bu hafta açıklanan bir başka araştırmaya göre (Açık Toplum Enstitüsü) Türkiye kamuoyu, 35 Avrupa ülkesi arasında, yalan habere karşı en savunmasız ikinci toplum. (Savunmasız değil, düşkün demek lazım belki de.) Bizden daha kötü, Makedonya var. Araştırmayı okuyunca benim anladığım şu: Kendini zırvaya kaptırma şehveti coğrafi bir eğilim. Güneyde yaşayıp gün ışığına fazla maruz kalanlarda daha çok görülüyor. Zira bu araştırmaya göre, Finlandiya, İsveç, Hollanda Danimarka, Almanya gibi ülkelerde zırvaya kapılma eğilimi daha azken, Türkiye’de zirvede. Ben bunu, güneyliliğe, güneşte gevşemeye, “bazı şeyleri çok da şey etmeme alışkanlığına” bağlama eğilimindeyim. Ama araştırmacılar bunun da araştırmış. Diyorlar ki, bunu adı medya okuryazarlığı. Yani neyin gerçek neyin zırva olduğunu tespit etme eğitimi. E bir şeyin içinde eğitim geçiyorsa, o bizde yüksek çıkacak değil herhalde. Çünkü malum bizim iyi olduğumuz konu “güçlü duygular ve tam tanımlayamadığımız hisler”dir ve eğitim, cahil olduğunu bilenler içindir. Örneğin Finlandiya devleti, gerçekle zırvayı ayırt etmeleri için vatandaşlarını öyle bilinçlendiriyor ki, bu ülkede yaşayanlar, Rusların son yıllarda ata sporu haline gelen, seçim manipülasyonlarından en az etkilenecek seçmenler olarak tanımlanıyor. Yalanlara inan, kimseye güvenme Yalanlara kapılmaya en yatkın olanlara (yani bize) baktığınızda başka özellikler de görüyorsunuz. Yalan haberlere en çok inananlar, bir ucunda “başkalarına güvenirim” diğer ucunda “kimseye güvenmem” seçenekleri olan ankette, kimseye güvenmediklerini söylüyorlar. Bu toplumların parlamentoya, yargıya da güvenmediği görülüyor. Aynı insanlar medyaya, uzman görüşlerine de saldırganca bir şüpheyle yaklaşıyorlar. Toplumsal kutuplaşmanın tarafı haline geliyorlar, her türlü tartışma zemini ortadan kalkıyor. Bir başka tespit de bir ülkedeki eğitim kalitesi ve basın özgürlüğü ile kandırılma ihtimali arasında bir bağ olduğu yönünde. Bağın nasıl çalıştığını tahmin etmişsinizdir… Tabii bunlar, bütün dünya bizi çılgınca kıskandığı için hakkımızda uydurulmuş zırvalar da olabilir. Bir ülkenin medyasının yüzde 90’ı yanılıyor olabilir mi? (Yalanı doğrudan ayırmak ve medya okuryazarlığınızı ilerletmek için teyit.org’u takibe alın.) İletişim ve sosyalleşme karşılığında hem tüketici hem üretici konumundayız Facebook bizimle kazanıyor Siber uzay Emre Tansu Keten Geçtiğimiz haftalarda patlayan bir skandal Facebook’u yine gündem haline getirdi. Cambridge Analytica şirketinde çalışan Christopher Wylie’nin haber uçurması (“whistleblowing”) üzerine, şirketin milyonlarca Facebook kullanıcısının “psikografik” profillerine ulaştığı, bunları da Trump’un seçim kampanyası için aktif olarak kullandığı ortaya çıktı. 270 bin kullanıcıya yapılan kişilik testleri sonucu katılımcıların siyasi ve kültürel tercihlerine yönelik ayrıntılı veri elde eden şirket, bunlarla yetinmeyip, izinsiz bir şekilde, kullanıcıların arkadaşları hakkındaki (toplamda 50 milyon kişi!) verileri de depolamıştı. Elde böylesine işe yarar bir veri toplamı olunca, kişiye özel propaganda malzemeleri üretilmiş, herkesin nabzına göre şerbet verilmişti. İzleyici reklamcıya satılıyor Skandalın ortaya çıkmasının ardından yapılan eleştiriler, sosyal medya mecralarının kitlelerin algılarını yöneten bir enformasyon silahı olarak kullanılabileceği üzerinde durdu. Facebook’un, elinde tuttuğu devasa gözetim imkânını politik amaçlarla kullanması ilk defa açığa çıkmış olsa da en başından beri farklı bir amaçla çalışmadığını, tam da buradan para kazandığını söylemek gerekiyor. İletişim bilimci Dallas Smythe, 1977 yılında kitle medyasındaki programların değil, bu program sayesinde ilgisi çekilen izleyicilerin “meta” olarak üretildiğini iddia ederek bir hayli ses getirmişti. Ekran karşısına kilitlenmesi sağlanarak meta haline getirilen izleyiciler, son aşamada reklamcılara satılıyordu. Aradan uzun yıllar geçip, sosyal medya orta ya çıkınca, artık içerik üretmeye de gerek kalmadı. Çünkü artık içeriği de izleyiciler/kullanıcılar üretiyor!.. Asıl müşteri, pazarlamacılar Örneğin Facebook, bize sadece içeriksiz bir platform sağlamakta. Onun içeriğini oluşturan, fotoğraf yükleyip mesaj paylaşan bizleriz. Bunun yanı sıra, diğer kullanıcıların yükledikleri içeriğin peşinde saatler harcayan da yine bizleriz. İyi bir içerik oluşturmak ve çok tık almak için yüzlerce profesyonel çalıştıran haber sitelerini düşündüğümüzde, Zuckerberg’in büyük bir zahmetten kurtulduğunu söyleyebiliriz. Bize böylesi hoş bir platformu bedelsiz olarak sunan Facebook tam da Analytica skandalında ortaya çıkan işleviyle para kazanıyor! Diğer bedelsiz büyük sosyal medya mecraları gibi, kullanıcılarının bilgilerini reklamcılara satarak büyüyor. Beğendiğimiz bir fotoğraftan, yaptığımız bir paylaşımdan, üye olduğumuz bir gruptan, gezdiğimiz bir sayfadan hakkımızda veriler topluyor, bunları depoluyor, sonrasında tanımlıyor, ardından çözümlüyor, en son aşamada ise verileri birleştirip reklamcılara satıyor. Böylece reklamcılar, hedefi on ikiden vuran reklam kampanyaları ile oldukça etkili bir şekilde tüketiciye ulaşıyorlar. Yani, iletişim ve sosyalleşme olanağı karşılığında emeğimizi verdiğimiz Facebook’un hem tüketicisi hem de üreticisi konumundayız diyebiliriz. Şirketin bize sunduğu teknolojik hizmetleri tüketirken, aynı zamanda şirket için değer ve kâr üretiyoruz. Kitlesel özgözetim Şirketin asıl müşterisi ise pazarlamacılar oluyor. Zuckerberg kârı alırken, bize ise sadece maddi olmayan “kazanç”lar düşüyor (Bu konuda ayrıntılı bir okuma için bkz., C. Fuchs, “Dijital Emek ve Marx”, Notabene Yayınları, 2015) “Facebook gözetimi kitlesel özgözetimdir” diyor Fuchs. Platforma üye olurken onayladığımız sözleşme, aslında büyük oranda hakkımızdaki verilerin kullanılmasına izin veriyor. Ancak buna karşı ses çıkarmak için, bu verilerin politik alanda kullanılmasını beklememize gerek yok. Böyle bir sözleşmeye mahkum olmamıza da gerek yok. 2 milyarı aşkın insanın tercihleri, alışkanlıkları, yaşam tarzları hakkındaki bilgilerin bir şirketin elinde olması zaten başlı başına büyük bir problem. Analytica olayı, bu olgunun yaratabileceği tehlikelerin çok küçük bir örneği. Bunun karşısında sosyal medyayı toptan reddetme romantizmine kapılmamız, yeni medyanın “başka bir dünya” isteyenlere sunduğu olanakları da reddetmek anlamına gelecektir. Onun yerine, ilk olarak gizlilik hakkımızı, hakkımızdaki enformasyonun ne zaman, nasıl ve ne oranda üçüncü kişilere iletileceğini belirleme hakkımızı talep et memiz daha mantıklı görünüyor. İkinci olarak ise, internetin kamusal bir hak olarak tanınması, bu alanın kapitalistlerin yönetiminde değil kamusal çıkarlar için yeniden tasarlanması için mücadele vermemiz kaçınılmaz görünüyor. Sosyal medyanın geleceği, kâr ve hak arasındaki bu mücadeleyle şekillenecek. Facebook’un içeriğini oluşturan, fotoğraf yükleyip mesaj paylaşan bizleriz. Diğer kullanıcıların yükledikleri içeriğin peşinde saatler harcayan da yine bizleriz. C MY B