16 Haziran 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

15 Nİsan 2018, PAZAR ÇAĞNUR ÖZTÜRK Diyalog SAYFA 7 THERAPIA ALPER HASANOĞLU Huzurlarınızda ‘Avlu’ dizisi Hayatın içinde ne varsa cezaevinde de o var Yönetmen Yüksel Aksu: Kadim vicdana kıymet ürettik ? Dizi çekmeye epey ara vermiştiniz Avlu’yu çekmeye nasıl karar verdiniz? Burada benim en çok ilgimi çeken ve motive eden Türkiye’de ve dünyada kadına yönelik şiddete popüler algıda bir duyarlılık yaratabilir miyim idi. Çünkü kadın cezaevi var ve kocasından sürekli şiddet gördüğü için yanlışlıkla, bir kazayla bir vurulma olayı oluyor, onu zamanla açacağız senaryoda. Ama meselesi; “kadının kocası tarafından gördüğü şiddet, kadınların kadınlara kadın cezaevinde uyguladıkları şiddet ile popüler kültürde bir duyarlılık bir farkındalık yaratabilir miyiz, keşke böyle yapmasak, keşke olmasaydı” dedirtebilmek. Tabii sonuçta bu bir Avustralya formatı. ? “Olay Türkiye’de geçmiyor” diye eleştiyorlar. Evet, biraz varoş, biraz distopik, biraz Türkiye ve dışı, zamansız bir dünya kurdum diye düşünüyorum. Kaldı ki Türkiye’de gerçek cezaevinde çeksen popüler bir dizi olarak yapamazsın. Şu günün dünyasında pozitif enerji geçiremezsin. Yani ben Mamak’ı bilen bir insanım. 80 döneminde E tipi cezaevlerinde ne tür dramalar ne tür travmalar yaşandığını bilen bir insanım. Yılmaz Güney’in Duvar filminin aklıyla düşünmedim Avlu’yu. Eski cezaevlerinden öyle ya da böyle parası olmayana çay ısmarlayacak birisi çıkardı. Bir mektup arkadaşı çıkardı. En kadim dostluklar kurulurdu. Bir ademoğlu serüveniydi eski cezaevleri. Modern cezaevi teknikleri özellikle Amerikan ve Alman icadı olan tek tiplik, yüksek standartlarda ama insanın olmadığı yerler. Dolayısıyla başka bir psikososyolojiyi hissetirmek istedim. ? Adalet Bakanlığı’ndan RTÜK’e giden mektup ile ilgili neler dersiniz? Normal. Adli personel, çalışanlar, bütün meslek grupları mesleklerinin etiği ahlakı konusunda duyarlıdır. Bu askerlerde de böyledir, doktorlarda da, öğretmenlerde de, din görevlerinde de. Türkiye’de o anlamda kurmacayla gerçeği ayırt edemeyen büyük bir kamuoyu var ama oradaki meselemiz şu bizim: Bir kamu kuruluşunu, devleti karşımıza alacak değiliz birincisi; ikincisi bir meslek grubunu rencide edecek şekilde popüler kültür olmaz. Bütün kurum ve kuruluşlarda, hayatta olduğu gibi, iyiler var kötüler var, azimliler var, oturaklılar var, dindar var, gayrimüslim var. Hayatın içinde ne varsa, bir cezaevinde de o var. Biz sonuçta Alcatraz’ı, Amerika’da bir cezaevinde korkunç bir şiddetten beslenen bir dizi yapmıyoruz. Bir kadın masalı kuruyoruz. Asıl derdimiz, bir kötü gardiyan resmetmek, bir sadist mahkum göstermek değil. Asıl derdimiz; kadim vicdana kıymet üretmek. Kadının kadına, erkeğin kadına, insanının insana şiddetinin kötü bir şey olduğunu söylemek. Avustralya formatlı Wentworth dizisinden uyarlama Star TV’de yayımlanan Avlu’nun Bosphorus Film Stüdyosu’nda kurulan epey farklı ve gerçekçi platosunu ziyaret edip dizi ekibiyle diziyi masaya yatırdık. Avlu dizisinde Demet Evgar (ortada), Nursel Köse (solda) ve Ceren Moray (sağda) başrolleri paylaşıyor. Ceren Moray (Azra): Beğenenlerin çoğu erkek ? Yine sıra dışı bir karakterle karşımızdasın? Evet, O Hayat Benim’deki Efsun’dan sonra yine müthiş bir macera benim için. Çünkü öncelikle bir kadın hikâyesi. Sonra da toplum mu suçluyu üretir; birbirinin içinde midir gibi bir sorgulama var. Ve biz bu durumu anlatmaktan ziyade, bu durumu ameliyat ediyoruz, epey derin. Böyle bir hassas durumun içindeyiz. Bir sürü kadının birbirleriyle dostlukları, birbirlerine karşı nefreti, tutkusu, biraz uzun zamandır görmediğimiz bir yerden bunu anlatıyor. Bu yüzden benim için ekstra heyecan verici. ? Dizi nelere iyi gelecek sizce? Dizi öncelikle bize çok iyi geldi. Çünkü toplumun her yerine, her sınıfına her kitlesine değmeye çalışan bir cast’ı var. Dolayısıyla oradan ya rarlanıp oradan hassasiyetler üretmek, birbirinden farklı birçok kadının kamera arkasında da birbiriyle anlaşması söz konusu oldu. Tabii seyircinin de çok hoşuna gidecek olan tarafı şu; uzun zamandır bir erkeğin kadını sevmesini, bir erkeğin neye öfkelendiğini, erkeğin neye delirdiğini izlediler. Şimdi bütün bunların sonucunda, kadınların bütün bunlara nasıl karşılık verdiğini nelere göğüs gerdiklerini izleyecekler. Bu da dolayısıyla erkeklerin öncelikle özeleştiride bulunacağı sonra da kadınların da hemcinslerine karşı neler yapabileceğini göreceği bir nokta. ? Tepkiler nasıl? Kendi çevreme baktığımda çok ilginç beğenenlerin yüzde 60’ı erkek. Bu, bir şeyleri doğru yapıyoruz, seyirciye de geçiyor demek. Çok anlamlı. Nursel Köse (KUDRET): Keriman öldü yaşasın Kudret! ? Paramparça’daki Keriman’dan sonra Kudret nasıl oldu? Sosyal medyada “Keriman öldü yaşasın Kudret” dediler:). Kudret çok başka, Keriman’ın tamamen zıttı, O ne kadar hareketliyse Kudret o kadar güçlü, dışarıda da içeride de eli kolu uzun, iktidar delisi bir kadın. O anlamda ilginç bir karakter. Çok severek başladı. Rüzgârda uçan bir nilüfer gibiydim, Yüksel Aksu’yla beraber karakteri oturtmak için ağır çalıştık. İnsanlar hakikaten karaktere inandıklarını belirttiler. ? Kudret’in şiddeti nasıl yorumlanıyor? Evet “insanlar izleyip etkilenir, şiddeti öğrenirler” gibi çekinceler var izlerken ama öyle şey olamaz. Biz TV izleyicisini “hayatı sadece TV’den öğreniyor”a indirgemeyelim. Herhalde diziyle gerçek hayatı birbirinden ayırt ediyorlardır. Tabii ki bu hikâye herkese uzak duruyor. Biz erkek hapishanelerini biliriz ama kadın hapishaneleri çok daha farklıymış onu gördük. Dışarıda tanıdığımız annemiz, bacımız, yengemiz, komşumuz Ayşe Teyzemiz’in içeride dar bir mekânda bambaşka karakterlere dönüşebildiğine ve içimizden başka insanların çıktığına şahit oluyoruz. Hakikaten dışarıda yaşadığımız hayat bambaşka günlük rutin. Bu ıssız adaya uçakla düşmek gibi, birbirinizin etini de yiyebilirsin aç kalırsan böyle bir ortam burası. Öyle bakmak lazım, kapılar kapandıktan sonra başka kurallar söz konusu. Orada da güçlü olan daha iyi şartlarda yaşıyor. Dışarıda lüks olarak çok görmediğimiz şeyler; bazen gökyüzüne bile bakmayı unutuyoruz özgürken; içeride iken bir sabunun olması bile ne kadar önemli adına bir farkındalık yaratıp seyircinin görmesini sağlıyoruz. ? Avlu ne açıdan farklı sizce? Kadın da belirli ortamlara itildiğinde gerçekten sınırlarını zorlayabilir, onun da hayatta kalma iç güdüsü var ondan da şiddet çıkabilir onun da fiziksel gücü var. Belki bunları düşündürtebiliriz. Ruhun labirentlerinde yolunu kaybeden algı Beş duyu beyne, düşünce ve duyguların kaynaklandığı ham maddeyi sunar. Duysal algı duyu organlarıyla çevreden gelen bilgiyi toplamaktır. Düşünsel algıysa bu duysal bilgilerin yorumlanması anlamına gelir. Bu ikisi arasında belli bir fark olsa da bazen birbirlerinden ayırmak pek de mümkün olmaz. Beyaz bir örtüdeki, görme duyumuzun algıladığı kırmızı leke izlenimleri, düşünsel algımızın kırmızı rengin bambaşka yer ve zamandan kaynaklanan kırmızı renk izlenimleriyle karışabilir. Yani duyusal izlenimlerimiz kişisel beklenti ve ihtiyaçlarımıza göre farklı algıların ortaya çıkmasına neden olabilir. Çalışma odamızın açık penceresinden hemen evin önündeki bir arabanın korna sesi odayı kapladığında bu basit duysal izlenimi içimizdeki huzursuzluk algısından ayırmakta zorlanırız. Çünkü yalnızca bir araba kornası duyuyor değilizdir, bu ses dalgalarının kulağımız aracılığıyla temporal bölgeye gönderilip bir sese dönüşmesini çalışma odamızdaki huzurun bozulması olarak algılayabiliriz, o andaki ruh halimize göre. Zaman zaman da duyularımız bizi aldatabilir. Olmayan şeyleri görüverir, hiçbir temeli olmayan duyguları hissedebiliriz. Esas olarak dünyayı olduğu gibi algılamamızı sağlayan duysal izlenimler, yeri gelir bizi kandırıverirler. Çölde görülen serap buna verilebilecek en klasik örnektir. Doğru bir duysal algı (belli bir uzaklıktaki kumdan güneşin yansıması), doğru olmayan bir düşünsel algıyla birlikte (ışığın parıldaması uzaktaki bir su birikintisi olarak yorumlanır) bizi yanlış bir sonuca götürür; çünkü o kadar susamışımdır ki, bu ihtiyacım bana ileride bir su olsa oraya gider susuzluğunu giderirsin demektedir. Descartes’a göre de duyularımızdan kaynaklanıyor gibi gözüken yanılgılar, aslında duysal bilgilerin düşünsel olarak yanlış yorumlanması sonucudur. Şeyleri, nasılsak öyle görürüz Çaresizce birkaç kilo vermek için diyet yaparken, açlığımız nedeniyle etrafımızdaki insanları hep yemek yerken görürüz. İçmeyi bırakmış bir alkolik, televizyonda izlediği filmlerde insanların durmadan içtiğini görür. Şeyleri oldukları gibi değil, biz nasılsak öyle görürüz. Bedensel durumumuz ruhsal durumumuzu etkiler ve bu da duyu organlarımızın neyi kaydedeceğini belirlemede rol oynar. Herakleitos da, duyulara sunulan şeylerin gelip geçici, yani akış halinde olduğunu, bu yüzden de duyulara bilgi konusunda güvenmemek gerektiğini söyler. Bu nedenle de Platon, “Bizi üşüten bir rüzgâr, bir başkasını üşütmeyebilir,” der. Algılarımız bizi yanıltabileceği için, gerçek bilgiye ulaşabilmek duyular aracılığıyla olamaz. Neden gerçek bilgiye ulaşmalıyız sorusunu da şöyle yanıtlar Platon; en üstün iyiye ulaşmak için ihtiyacımız olan şey gerçek bilgidir. Gerçek bilgi nesneldir, kişiden kişiye değişmez, herkes için her an doğrudur. Gerçek bilgi, “dışımızdaki şeyleri görmek değildir, içimizde olanı hatırlamak”tır. Platon’a göre ahlaklı olmak, en yüksek iyiye ulaşmaktır. En yüksek iyiyse mutluluğun kendisidir. İnsanın mutlu olmasının anlamı, zihinsel istek ve eğilimlerinin tam olarak karşılanması, yani zihnin doygunluğudur. Ruhun akılla ilgili bölümü kafada (beyin) bulunur ve asıl amacı bedensel arzu ve tutkulara gem vurmak, doymak bilmeyen haz isteğini kontrol altına almaktır. Çünkü insan ancak o zaman en üstün iyiye ve dolayısıyla mutluluğa kavuşur. Ama insanın duyular âleminden kopup en üstün iyiye ulaşabilmesi, duyular alemindeki güzellikleri görmesiyle mümkündür öte yandan... Çünkü insan bu dünyadaki güzellikleri görebilirse ancak ruh da gördüklerinin ardındaki güzellik kavramına ulaşmaya çalışır. Sinirbilim çalışmalarının da gösterdiği gibi, duyu organlarıyla gördüğü güzeli, ondan aldığı motivasyonla güzel olarak algılayabilmek, insanın kendini iyi ve dolayısıyla mutlu hissedebilmesinin ön koşuludur. Ayrıca estetiğin terapötik bir etkisi olduğunu da dipnot olarak belirtip bugün için susalım. (Not: Platon’la ilgili alıntılar Prof. Dr. Çiğdem Dürüşken’in ders notlarından.) Süreyya SU Varoluşçu düşüncenin babasını ölüm yıldönümünde sevgiyle anıyoruz Sartre ‘Yeryüzü’dür Hoş geldin ölüm JeanPaul Sartre, 38 yıl önce olup biten her şeyden so bugün dünyadan göç etti. Eğer rumlu saymakla mümkün cennete inansaydı, muhteme dür. O yüzden Sartre, dün len, sonsuzca uzanan kitap raf yanın neresinde sorun, şid ları arasında ve Simon de Be det, sömürü varsa, kendisi auvoir ile birlikte sonsuz bir ni, siyasi ve ahlaki bir du mutlu hayat isterdi. Çünkü çok yarlıkla müdahale etmek güçlü bir bilme istencine sa zorunda hissetmiştir. Anga hipti. Ona göre bilginin mülki je entelektüel olmanın gere yetle ilişkisi vardı ve dünyanın ğini her fırsatta kendi pra bilgisine sahip olmak demek dünyaya sahip olmak demekti. JeanPaul Sartre (19051980) tikleriyle göstermiştir. Sartre, Voltaire ve Belki kendi varoluşsal bulantısını aşmak için böy Rousseau’nun başlattığı ve 20’nci yüzyılda Zola le bir “entelektüel emperyalizm” projesi üretmiş ve Malraux’un sürdürdüğü güçlü Fransız entelek tir o... tüel geleneğini izler. Bu, kitlelere politik bilinç ta Sartre’a göre, bilinçli varoluş, insanı mutsuz ve şıyan, tipik aydın olarak entelektüel geleneğidir. rahatsız eder. Çünkü aslında varoluş saçmadır ve Sartre, Foucault’nun deyişiyle, mutlak hakikatin varoluşu anlamlı hale getirmek kendini dünyada bilgisine sahip evrensel entelektüelin son temsilcisi sayılır. Hakikatten aldığı cesaretle iktidarlara karşı amansız bir mücadele vermiş, sömürgeciliğe karşı direniş hareketlerine destek olmuştur. ‘Voltaire’i hapse atamayız! Sartre, 1960’ta Cezayir’deki Ulusal Kurtuluş Cephesi’ne destek vermiş ve Fransa’da tüm sol çevrelerin kahramanı olmuştur. Ama diğer tarafta aşırı sağın da günah keçisidir. Aynı yılın ekim ayında, aşırı sağcı militanlar sokaklarda “Sartre’ı kurşuna dizin!” diye bağırırlar. General de Gaulle ise (“Eğer halk idam cezası istiyorsa, siyasetçiler halkın bu isteğini yerine getirmeli” demek yerine !) bu tepkilere, “Voltaire’i hapse atamayız” diyerek şık bir cevap verir. Hükümetten ceza verilmesi önerisi geldiğinde de o meşhur sözünü söyler: “Sartre’a dokundurtmam. Sartre Fransa’dır”. Sartre, 1940’ların başından 1970’li yılların sonuna kadar tüm dünyada etkili bir yazar oldu. 1980’de ölümünün hemen ardından kendi ülkesi de dahil olmak üzere, Avrupa ve ABD’de hakkında bir suskunluk ve unutmaya terk ediş başladı. Bunun politik, toplumsal ve kültürel birçok nedeni var. En başta gelen neden, Sartre’ın artık geride kalmış bir dönemin temsilcisi olması. Küreselleşme ve postmodernizmle yeni bir evreye giren dünya için Sartre artık yaşlı. Çünkü Sartre, etkisini görselliğinden değil, kaleminden almaktadır. Bu yüzden görselliğin egemen olduğu dünya, Sartre’a göre değildir. Nitekim, bir gün ona “kitleniz kimlerden oluşuyor” diye sorulduğunda, “Öğrenciler, hocalar, gerçekten okumaya meraklı, böyle bir tutkusu olan insanlar”, diye cevap vermiştir. Yine de hala böyle tutkuları olan insanlar için Sartre düşünceleri ve pratiği ile bir model olmayı sürdürmekte. C MY B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle