Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
SAYFA 6 EŞİK CİNİ Mİne Söğüt OSMAN ELBEK 15 Nİsan 2018, PAZAR So?al?sğ?ul?ınk Neden çekip gitmiyoruz kıyılara? Çoğu insan hayatının bir döneminde çekip gitmekten bahseder. Ama çok az insan çekip gider. Aslen herkes özgürdür ama sistem, insanı asla özgür olmadığına inandırır. Kendi kurduğu ve istese dilediği gibi değiştirebileceği sisteme inanmak, insanın kendine, kendi gerçeğine inancını yitirmesinin ilk ve en büyük adımıdır. Arkası çorap söküğü gibi gelir. İnsan gidemez olur. Yaşadığı yerden, inandığı değerlerden, sahip olduğu nesnelerden, dahil olduğu topluluklardan... gidemez. Durur. Durdukça kök salar. Kök saldıkça katılaşır. Katılaştıkça saldırganlaşır. Zihnen ve bedenen hareket etmeyen insan tehlikelidir. Özgürlük, hiçbir zinciri olmadığı halde kendisine sanal zincirler yaratan ve bu zincirlerle hem bedenini hem de zihnini asla mutlu olmadığı ama değiştirmeye de kalkışmadığı bir hayata bağlayan insanın karabasanı oluverir. Özgürlüğe hevessiz insan İnsan, onun cazibesini zedelemek için elinden geleni yapar. Özgürlüğün sınırları olduğunu söyler. Özgürlükle taciz kavramlarını birbirine karıştırır. Ortaya çıkan durumun mantıksızlığını gölgeleyecek bahaneler üretir. Ve özürlüğe hevesi hızla tüketir. Özgürlüğe hevessiz insan... Durur. Olduğu yerde, kıpırtısız durur. Durdukça da durmayı güvenli sanmaya başlar, gitmeyi güvensiz. Bu arada bir hedefe dönüştüğünü kavrayamaz. Kolayca avlanır. Onu avlayan, yine kendi kendine ürettiği ve yücelttiği değerlerdir. Bu değerlerin en başında mülkiyet ve mahremiyet gelir. İnsan, savaşlarla ve cinayetlerle ve utançlarla dolu kara tarihini ve aynı kâbuslarla dolu olacak muhtemel geleceğini, ‘sahip’ olmaktan utanmak yerine onunla böbürlenmeyi ve her şeyi birbiriyle paylaşmak yerine her şeyi birbirinden sakınmayı tercih ettiği noktada yazmaya başlar. Sahip olduğu ve sakındığı şeyler için savaşır. Hiç utanmadan. Hiç gocunmadan. O yüzden sadece yenildiği zaman değil, kazandığı zaman da kaybeder. Devamlı kaybeder. Arkaya değil, önüne bakıp yola çıkmak Durduğu yerde, durduğu yere kıymet ver diği yerde. Tıpta yakın zamanlarda tanımı yapılmış bir hastalık var. Adı Dromomania. Dromania, Yu nanca Dromos’tan (koşan) ve mania’dan (de lilik) üretilmiş bir kelime. Bir çeşit, “yerinde duramama” hastalığı. Tıp literatüründe “Klinik seyahat bağımlılı ğı” diye tanım lanıyor. Kayda geçen ilk olay 1897 yı lında Fransa’da yaşanmış. Bir erkek yaşadığı Bordeaux’dan birdenbire yo la çıkıp kendi ni tutamayarak Prag’a kadar yürümüş. Bu hastalı ğa kapılanlar, hiçbir hazır Tom Hanks, Forrest Gump (1994) filminde Dromomania hastası bir genci canlandırdı. lık yapmadan, kimseye haber vermeden, birden bulunduğu ortamı, yaşadığı hayatı terk ediyor ve gidiyor lar. Hedefsiz... Herhangi bir yere... Gidiyor... Sadece gidiyorlar. Hani ekmek almaya diyerek evden çıkıp, izi sonra çok uzak ülkelerde bulunan insanlara dair anlatılan efsane hikâyelerdeki gibi... Bilimin ‘hastalık’ olarak tanımladığı bu karşı koyulamaz gitme isteği... Belki de bir hastalanma değil, aksine zihnin iyileşme emaresi. Yapılan tüm planlara, yüklenen tüm bek lentilere, hesaplanan tüm durumlara isyan eden ve önünü arkasını düşünmeden yollara düşen bir zihnin... Giderek... Çekip giderek... Sadece yola çı karak... Arkasına değil önüne bakarak... Sicili hiç de temiz olmayan bu sistemi hiçe saymasını ‘hastalık’ diye tanımlayan bu uygar lık da aslında bir barbarlık. ^¡^ Siz siz olun, düzene güvenmeyin ama dize lere güvenin. Şair Voznesenski, “Neden çekip gitmiyoruz kıyılara?” diye boşuna sormaz... Ve Ozan Ortaçgil, “Çözdüm, her şey çok basit, denize doğru” derken hiç boşa mırıl danmaz. İstanbul Tabip Odası seçimlerinde klientalizm, demokratik katılıma karşı Hekim, ‘yanaşma’ olmaz Ne iyi ki hayatta her şey değişiyor. Değişmeyen ve yerinde duran hiçbir şey yok. Çocuk serpilip boy atıyor, gencecik yüzde kırışıklıklar başlıyor, saça/sakala kırlar düşüyor... Tıp ve hekimlik serüveni değişiyor: Bir zamanlar kendilerini hekimlere tümüyle koşulsuz teslim eden insanlar artık bizlerden başka türlü bir hekimlik bekliyor ve talep ediyor. Öte yandan devlet aygıtı da değişiyor. Dünün “Emekli Sandığı” adını verdiği, özde “çocuk”larının eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi temel ihtiyaçlarını nitelikli biçimde bilâbedel karşılayan müşfik “baba” yakın zaman öncesinde öldü. Günümüzün “baba”sı girişimci... Dünkü “baba”nın aksine tüm “çocuk”larına alın teri, emek, helal kazanç gibi sorumluluk ve moral değerler aktarmak yerine, onları “yırtmaya” ve her ne şart altında olursa olsun kazanmaya teşvik ediyor. Sövgü, kötü muamele ve dayak ise dün olduğu gibi baki!.. İşte tam da böylesi bir zamanda Tabip Odaları seçime gidiyor. Hekimler, sağlık çalışanları ve yurttaşlar ne kadar farkında bilinmez ama seçimler hem sağlık çalışanları hem de toplum açısından hayati. Klientalist örgütlenme Klientalizm kavramının kökeni eski Roma’ya dayanır. Roma döneminde bir yurttaşın koruması altında bulunup ona hizmet etme yükümlüğüyle bağlanmış olan kişiye client (sığıntı ya da yanaşma) denmekteydi. Bu nedenle kavram olarak klientalizm, ağırlıkla “himayecilik” ve/veya “patronaj sistemi” anlamında kullanılmakta. Öte yandan söz konusu kavram asıl olarak “siyasal otoritenin dağıtım ölçütlerine göre sunulan birtakım hizmetler ya da mallar karşılığında siyasal destek talebinde bulunma”ya karşılık gelmekte. Ne acı ki, bu kavramın eski Roma’da ölmediğini ve modern dünyada şekil değiştirerek devam ettiğini görüyoruz. Örneğin; hangi siyasi iktidar olursa olsun onun yanında olmaya çalışma ve bu “yanaşma” nedeniyle ondan çeşitli statü ve/ya çıkarlar bekleme ya da isteme, bu kavram altında tanımlanabilecek bir tutum. Ama biliyoruz ki klientalizm sadece ödül anlamına gelmemekte, aksine ceza ya da gözdağı ver me de bu kavramsal yapı içerisinde kendisine yer bulabilmektedir. Dikkat edilirse klientalizmde ayırt edici nokta eşitsizliğin belirleyici olması. Yani bu ilişki tarzı iki arkadaş arasında yaşanamaz. Aksine bu ilişki mutlaka bir egemenin olduğu ve bu egemenin patronaj ilişkilerini var ettiği bir zeminde gelişebilir. Sağlık alanı açısından buna en somut örnek, hekimlerin meslek örgütü olan Türk Tabipleri Birliği’nin egemen güç olarak Beştepe’ye, Sağlık Bakanlığı’na ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’na “yanaşması” ve bu vesileyle kendi küçük çıkarları için istemde bulunmasıdır. Klientalizm kötü müdür? Elbette kötüdür. Her şeyden önce muktedire yanaşması nedeniyle onun antidemokratik tarzını onaylayıp meşrulaştırır. Öte yandan insan denilen varlıktaki onur vasfını tahrip eder. Daha önemlisi haklara dayalı bir reformun ger çekleşmesini önler. Antidemokratik yönetim biçimine ve hakları ortadan kaldıran uygulamalara karşı gelişecek olan toplumsal baskıyı ya yok eder ya da gelişen baskıyı başka bir zeminine kaydırarak onun kazanım gücünü engeller. Ancak sarkacın öte yanına savrulmanın da yanlış olduğu açıktır. Yani klientalizme düşmemek için egemenle hiç ilişki kurmamak, onu yok saymak ve tüm sorunların çözümünü bilinmez gele cekteki bir güne ertelemek de doğru bir tutum değildir. Yapılması gereken, klientalist örgütlerden daha çok emek harcamak, egemene yanaşmadan, onun emir komuta zincirine dahil olmadan ve ondan kendi küçük basit çıkarları için ayrımcılık talep etmeden herkes için güçlü hak temelli bir savunuculuk yapmaktır. Kuşkusuz bunu sağlayabilmek için sağlık çalışanlarının örgütlerinin gerçekten güçlü, temsil kapasitesi yüksek ve devlet aygıtından bağımsız olması gereklidir. Kartların yeniden karıldığı, merkezi devlet aygıtının otoriter yapısını yetkinleştirdiği, sivil alanın her geçen gün daraldığı ve sağlık ortamının liberalleştiği bu ülkede hekimler, sağlık çalışanları ve tüm yurttaşlar olarak geliştireceğimiz tutum geleceğimizi belirleyecektir. Siyasi iktidarın, Türk Tabipleri Birliği gibi kıyıda köşede “ele geçiremediği” birkaç örgütsel yapıyı da “arka bahçesi”ne çevirmesi durumunda, bu ülkede nefes alabilme ihtimalimizin iyice azalacağı; sağlık çalışanlarının can güvenliği, mesleki bağımsızlığı ve özlük haklarının; yurttaşların da sağlık hakkının iyice gasp edileceği ortadadır. O nedenle 15 Nisan 2018 tarihinde (bugün) gerçekleştirilecek olan İstanbul Tabip Odası seçimlerinde Demokratik Katılım Grubu’yla temsil edilen “siyasi iktidardan bağımsız olma” değerinin ülke genelinde hekimlerden onay görmesi, Türkiye’nin geleceği açısından sadece sağlık alanına indirgenemeyecek kadar yaşamsaldır. Barbaros Şansal Renklerle dans Gökkuşağı Sarı, turuncu, kırmızı, mor, mavi, yeşil ve pembe zannederdim renklerini, adı tayf ya... Fizik kanunlarına göre bir dizinde görünürdü yağmur ve güneş bir araya geldiğinde. Altından geçen “kız olur” diye kandırırlardı ama ne kadar peşinden koşsan da baktım ki hayalini kurmazsan hepsi nafile... Öylesine bir öğleden sonraydı. Hiçbir özelliği olmayan sıradan bir öğleden sonra. Bahar yağmuru sanki kubbe çizmişti gökyüzünde. Son derece doğal bir doğa olayı idi aslında. Neruda’nın dizelerindeki gibi kıvrak dans çalımları ile kemerini çözercesine belirivermişti aniden semada. Hafif meltemin sesi ise ıslıklı bir neşeli melodi üflüyordu kulaklarımda. Avludaki tahta banka oturmuş, dalmıştım ardındaki bilinmeyen muammaya. Baktım, baktım, baktım. Kafam bomboş, gözlerim odaklı ama nefesim bir hayli korunaklı... Derken bir halka daha beliriverdi ilk halkanın ardında, daha da büyük, daha da görkemli. San ki korumak ister gibi bir öncekini... Sonra gri bulutlar kapattı kenardan sızan güneşin sıcak yüzünü. Yavaş yavaş kaybol du gökkuşağı. Yağmur damlaları irileşti. Sıklaştı. Sağanak çoktan başlamıştı. Nasılsa kalkamadım o an tahta banktan. Saçlarımın arasından, ensemden aşağı doğru süzülmeye başladı ıslak ve serin sular. Önce omuzlarım ıslandı, ardından diz üstü kısımları bacaklarımın. Yağdıkça yağmur, kalmadı benliğimde sanki kirlenmiş tasalarım. Yıkandıkça yıkandı kentin isli kiri üstümden başımdan. Serinlik sarınca tüm bedenimi, bir ürperme geldi yüreğimin ta en derin saklı kalmış ucundan... Bulutlar, yağmur, gök gürültüsü ve şimşekler... Verandada o gün tek başımaydım ve hayallerimde hâlâ asılıydı tüm gökkuşağındaki renkler. Se Çalıntı zaman sim ki, fırtınalı dakikalar kadar kısa olsaydı keşke fırtınalı hayatlar. Keşke altından geçebildiğimizde değişseydi hemen tüm yanlışlar. ^¡^ Süresini ölçmemiştim tahta banktaki tek başıma yağmuruna sarıldığımdaki o eşsiz hazzın. Bir nefes esrarlı sigara çekmişçesineydi zihnim, metaforik ve dalgın. Zamanın adını yazmak bana düşmezdi, hızla değişirken gün. Derken bir çocuk bağırtısı ile geliverdim kendime. Kaybolan sessizlikte beni kendimden geçirircesine. Sonra, bir bir yakalamaya çalıştım renkleri yapış yapış ve ıslak çevremdeki yerlerden. Sarıyı hemencecik çamurdan aldım elime; turuncuyu paslı demirden kazıdım benliğime. Kırmızıyı kurdeleden çaldım ve koydum cüzdan cebime; moru ise kavganın darbe izlerinden kaçırırcasına sakladım göğüs kafesimde. Yeşilin yaprağı çoktan düşmüştü yerdeki gökyüzünün mavisini yansıtan o su birikintisine... Tek tek topladım hepsini ve yerleştirdim gökkuşağındaki eski yerli yerine. Çocukların neşeli bağırtıları susmasın, canhıraş çığlıklara dönüşmesin diye. Koşarak altından geçip geçmişim öbür tarafa yine o gün. Bedenim cansız ama hayallerim capcanlı onlar yaşadıkça özgür yarınlarda adında olmayan kara sürgün. Çocuklarımız, çocuklarınız ve çocukları. Gökkuşağının ardında değil berisinde kollayın ve öğretin doğruları!.. Ünsal Hoca aramızda... TV’nin “tarihi yeme yöntemleri” oldukça zengin... Bunların en bilineni “Tarih”i bugünün insanının merak ettiği, ilgi duyduğu, korktuğu, sevdiği, olumlu bulduğu, aradığı şeyleri öne çıkaracak biçimde verenidir. Bugünün insanı, bugünkü reeltoplum yaşamının etiği içinde insanların birbirleriyle ne gibi “değerler” için yarışıp kavga ettiğini, insanın insandan neden ve ne için korktuğunu, insanın insan karşısındaki toplumsal konumunun nedenlerini nasıl “biliyor” ise; bugünün insanı “aşk” deyince, “başarı” deyince, “erk” deyince, “mutluluk” deyince, “eğlenmek” deyince ne anlıyorsa, TV’nin belgesel/tarih dizilerinde de bunları bulmaktadır. Öyle ki Kleopatra, Roma dünyasındaki iktidar kavgaların dan yararlanarak kendi Sami kökenli hanedanının saltanatını korumaya çalışan “kendince mahir” bir hükümdardan çok, Nil Nehri’nde “Aşk Gemisi” ile döneminin V.I.P’lerini gezdiren bir “turizm acentası” ya da her gördüğü koyda çimmeden duramayan bir “sefahat çiçeği” olarak verilmektedir. Bu yolla, “popüler” bir tarih dizisini seyreden TV izleyicileri, “Tarih”i değil, “kendilerini”, “kendi zamanlarını” seyretmiş; hayatın hep aynı olduğuna; tarihin değişmez bir durağanlık olduğuna; geçmiş ile bugün arasında kayda değer bir değişiklik olmadığına; geleceğin de farklı olmayacağına inandırılmış olur. (Ünsal Oskay, “‘Yıkanmak İstemeyen Çocuklar’ Olalım”, YKY, 2000, s. 144145) Nepal C MY B