14 Kasım 2024 Perşembe English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

18 MAYIS 2014 / SAYI 1469 7 “KARADENİZ, ACIMA SEN ŞAHİTSİN” “Deniz kenarında yedi yıl boyunca atılmış kemikler vardı. Kargalar erkek sakallarından ve kadın saçlarından yuvalarını kurarlardı. Deniz yedi yıl boyunca karpuz gibi insan kafataslarını atıyordu. Benim orada gördüklerimi düşmanımın bile görmesini istemem.” Bu sözler 1894 yılındaki Büyük Çerkes Sürgünü’nden 65 yıl sonra bölgeye giden Gürcü tarihçi Simon Canaşia’nın Şapsığ bölgesinde karşılaştığı sürgünün tanığı 91 yaşındaki bir Çerkese ait. Onların yaşadıkları trajediyi dünyaya anlatacak uluslararası lobileri yok. Ne Birleşmiş Milletler’de ne de dünyada algıları yöneten ulusların parlamentolarında seslerini dile getirecek senatör ve milletvekilleri dostları da... Anavatanlarından daha çok başka ülklerde yerleşikler. Ancak Çerkes diyasporasının yurttaşı olduğu ülkeler de dünyaya hükmeden değil hükmedilen topraklarda olduğundan tarihte yaşadıkları kırımı kendilerinden başka dillendiren de yok. Ne adlarını kendileri koydu ne tarihlerini kendileri yazdı. Kafkasya’nın kadim halkı Çerkesler bundan 150 yıl önce Rusların Kuzey Kafkas halklarını yenilgiye uğrattığı 21 Mayıs 1864 günü Çerkeslerin Yas Günü olarak kabul ediliyor. Savaşın sona ermesiyle Çerkeslere “ya Kuban steplerine ya da Osmanlı topraklarına göç” koşulu dayatıldı. Aylarca soğukta kendilerini taşıyacak gemileri bekleyen Çerkeslerin birçoğu açlıktan ve salgın hastalıktan ölürken, büyük bir kısmı da bir an önce gitmek için bindikleri küçük teknelere balık istifi doldurulduğu için Karadeniz’in karanlık sularına gömüldü. Kıyıya çıkanları bekleyen tehlike ise açlık ve veba salgınıydı. Göç yolunda 500 yüz bin Çerkes yaşamını yitirdi. Büyük Çerkes Sürgünü Rus edebiyatı ve resmine de konu olmuş büyük bir insanlık dramıdır. Pyotr Gruzinsky tarafından çizilen “Sürgün” tablosu en bilinen örneklerden. anayurtlarından kovuldular. Daha 16. yüzyıldan itibaren Karadeniz’e ve oradan da sıcak denizlere açılmak isteyen Ruslar, önlerinde tek engel olarak Kuzey Kafkas boylarını görüyordu. Kabileler halinde yaşayan Kafkas halklarını bölmek ve adım adım amacına ulaşmak isteyen Rusya önce bu bölgelere Kazak ailelerini yerleştirdi. Ardından da Kafkas boylarını Kuban ötesine göçe zorladı. Çarlık Rusyası ile üç yıl süren mücadele 21 Mayıs 1864’te Kbaada düzlüğünde Kafkas halklarının yenilgiyi kabul edip teslim olmasıyla sona ermiş ama Çerkeslerin çilesi bitmemişti. Çerkeslerin, Rus Çarına itaat edeceklerine dair söz vermelerine karşılık yurtlarında kalma istekleri Rus Çarı II. Aleksandr tarafından reddedilmiş ve kendilerine sadece iki seçenek sunulmuştu. Ya Kuban ötesindeki steplere göçecekler ya da Osmanlı halifesinin topraklarına... Kuban steplerine gitmeyi reddeden Kuzey Batı Kafkasya halkları Rus orduları tarafından süngü ile Karadeniz kıyılarına sürüldüler. Hayvanlarına ve yiyeceklerine el konan Çerkesler bir yandan da askeri ablukaya alınarak göçe zorlanıyordu. Bir yanda Rus askerlerinin süngüsü diğer yandan açlık ve veba karşısında direnci kırılan Çerkesler arkalarında atayurtlarını, mezarlarını ve anılarını bırakarak Osmanlı topraklarına doğru yola koyuldular. Rusya, Çerkeslerin tümünü yurtlarından kovmayı çok önceden planlamış ve daha Kafkas savaşı sürerken 1856 yılında Osmanlı ile anlaşmıştı. Bu anlaşmadan bir yıl sonra Osmanlı hükümeti bir göç kanunu bile hazırlamıştı. Göçün koşullarını görüşmek üzere Rus Generali Loris Melikov İstanbul’a gelmişti. Görüşmelerde varılan anlaşma uyarınca Rusya göçün bir an önce gerçekleşmesi için gemiler tahsis edecek Osmanlı da gönderilen Çerkesleri Rus sınırlarından uzak iç bölgere dağıtarak yerleştirecekti. Zira Rusya, kendi sınır bölgelerine yakın yerlere yerleştirilmeleri halinde Çerkeslerin yeniden yurtlarına dönüp kendilerine karşı direniş mücadelesine başlayacağından korkuyordu. Osmanlının Çerkesleri kabul etmesinin başlıca nedenleri ise savaşlar nedeniyle Müslümanların azınlığa düştüğü topraklarda Hıristiyan nüfusu dengelemek ve sınır boylarında savaşçı Çerkeslerden tampon bölgeler oluşturmak; her savaşta biraz daha azalan orduyu savaş deneyimi olan Çerkeslerle takviye etmek; Osmanlı’ya karşı ayaklanan azınlıkların üzerine Çerkesleri salmaktı. Ruslar tarafından Karadeniz kıyılarına sürülen Çerkesler aylarca soğukta aç, susuz kendilerini Osmanlı topraklarına götürecek gemileri bekledi. Rusya’nın tahsis ettiği gemiler on binlerce insanı Sinop, Trabzon, Samsun, İstanbul, Varna, Burgaz ve Köstence limanlarına ulaştırmaya yetmiyordu. Yanlarına ancak taşıyabilecekleri kadar yiyecek alabilen Çerkesler açlıktan kırılmaya başlamışlardı. Bu arada veba, tifüs, dizanteri salgınları baş göstermiş, ölümler katlanarak artmaya başlamıştı. O nedenle bir an önce gitmek için bulabildikleri küçük teknekelere doluşup yola çıkıyordu. Yıllarca Kafkasya’da köle ticareti yapan aç gözlü Osmanlı denizcileri bu kez de büyük vurgunu kaçırmamak için küçücük gemilerine yüzlerce insanı tıka basa doldurmaktan çekinmiyordu. Yol ücretini ödeyemeyen Çerkeslerden 30 yolcu başına bir çocuğu köle alacak kadar gözleri dönmüştü. Yol ücreti karşılığında alınan bu çocuklar köle pazarlarında satılacaktı. Osmanlı, Rus ve İngiliz belgelerine göre bu teknelerin bir kısmı aşırı yük nedeniyle battığı için yüzlerce Çerkes kıyıya ulaşamadan Karadenizin sularında can vermişti.. Rus Subayı A.P Berje, anılarında göç sırasında yaşanan trajediyi yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Novoroski Koyu’nda toplanan 17 bin dağlının (Ruslar Çerkesleri dağlı olarak adlandırıyordu) toplandığı kıyıda gördüklerimi unutamayacağım. Onların durumunu gören Hıristiyan olsun, Müslüman olsun ateist MİYASE olsun mutlaka çöker İLKNUR ve perişan olurdu. Kışın soğuğunda, kar yağmur altında, evsiz, yiyeceksiz ve giysisiz tifo ve çiçek hastalığının azizliğiyle tamamen mahkumdular. Annesiz bebekler açlıktan ağlaşıyor, ölmüş annelerin göğsünde süt arıyorlardı. Binlerce insan ölüp tükeniyordu.” Çerkesler gemilere tıka basa doldurulduğu için salgın hastalıklar hızla yayılıyordu. Gemi mürettebatı salgın hastalık yayılmasın diye hastalananları denize atmaya kalkışınca Çerkeslerle aralarında arbede çıkıyordu. Osmanlı kıyılarına çıkmayı başaranların durumu da farklı değildi. Rusya’nın “hepi topu 60 bin Çerkez gelecek” sözüne inanan Osmanlı yönetimi milyonu aşkın Çerkes gelince aciz kalmıştı. Trabzon, Samsun ve Sinop limanında haftlarca yerleştirilmeyi bekleyen Çerkesler ya açlıktan ya da salgın hastalıktan ölüyordu. Kişi başına bir tayın verildiğinden ölenlerin tayınını almak isteyen aileleri ölümleri gizliyordu ki, bu da hastalığın büsbütün yayılmasına yol açıyordu. Göçmenlere başlangıçta erzak yardımı yapan yöre ahalisi salgın hastalıktan ölenleri görünce kaçmaya başladı. Fırıncılar bile fırınlarını kapattığından göç bölgelerinde ekmek sıkıntısı baş göstermişti. Göçmen kampı olan yerlerde kocaman Çerkes mezarlıkları oluşmaya başlamıştı. Öyle ki, Çerkesler gittikleri yerlerde hiç olmazsa karınları doyar umuduyla çocuklarını satmaya başlamıştı. Göç olması halinde yardım vaadinde bulunan İngiltere ise sadece büsküvi ve peksimet yolluyordu. Osmanlı Çerkes boylarını yerleştirirken her bir aileyi bir ile gönderdiğinden aile parçalanmaları meydana geldi. Balkanlar’da Hıristiyan azınlığın ayaklanmalarını bastırması amacıyla savaşçı Çerkeslerin büyük bir bölümü bu bölgelerde ikamet edildi. Ancak 187778 OsmanlıRus Savaşı sonunda imzalanan Berlin Antlaşması’nda Rusya, “Slav Balkan Halklarının hamisi” olduğunu öne sürerek Çerkeslerin daha iç bölgelere gönderilmesi koşulunu dayattı. Çerkeslere yine göç yolları görünmüştü. Bu kez Ortadoğu topraklarına, Suriye, Ürdün, Filistin çöllerine gönderilen Çerkeslerin önemli bir kısmı göç yollarında yaşamını yitirdi. 1850’lerde başlayan Çerkes göçü aralıklı olarak 1910’lu yıllara kadar sürdü. Bir yaprak gibi, dillerini bilmedikleri topraklarda o diyardan bu diyara savrulan Çerkeslerin göç yollarında 500 bini yaşamını yitirdi. O nedenle Çerkesler kitlesel göçün başladığı 21 Mayıs gününü “Yas Günü” olarak kabul ediyor ve göç yolunda yitirdiklerini anıyor. l Uzun ince bir yol Z aman azalıyordu. Arkadaki değerlendirecek jüriyi centilmence saatin saniyeleri hızla geri selamlamaktı. Hep bir ağızdan sayarken ekibin ifadesi bayraklar elde tempo tutmaya gergindi. Sürenin bitişine tam 6 başladık. Bon Appétit Jury!: Afiyet dakika kala tabaklar getirildi. Ana olsun jüri!.. Jüri üyerinden biri yemeği tabaklamak için olması dayanamadı, başını kaldırdı ve gerekenden çok daha az bir elinde bayraklar şamata yapan zaman kalmıştı. Aslında bitişe 20 Türk taraftarların fotoğrafını çekti. dakika önce bütün servis Sonunda şamatayı kestik, AYLİN tabaklarının gelmiş olması nefesimizi tutup yüz ifadelerinden ÖNEY TAN gerekiyordu. Şef Gürcan Gülmez yemekleri beğenip ve yardımcı komisi Okan Öztürk beğenmediklerini anlamak için profesyonel bir serinkanlılıkla jürinin önüne jüriyi izlemeye koyulduk. gidecek tabakları itinayla, ama ne yazık ki Geçen hafta, 78 Mayıs tarihlerinde telaşla hazırladılar. Koçları olan şef Rudolf Van Stockholm’de yapılan Bocuse d’Or Avrupa Nunen ise sadece sözle gerekli uyarıları elemelerinde Türkiye ekibinin son yarışma yapabiliyor ama hiçbir şekilde elle müdahale dakikaları bu şekilde geçti. Ne yazık ki bütün edemiyordu. Hiçbirinin saate bakabilecek gayretler finale kalmaya yetmedi. Türkiye ekibi vakitleri yoktu. Kalan vakti ayarlayabilsinler diye 20 yarışmacı ülke arasından 17. olarak elendi. hep bir ağızdan bağırarak saniyeleri geriye Ancak buna da sevinmek gerek, sadece doğru saymaya başladık. Son saniye 12 ülkenin finale gitmeye hak kazandığı sıfırlandığında, son tabak da elden çıkmıştı. yarışmada bizim hemen önümüzde İtalya Sıra jüriye tezahürat yapmaya geldi. Bize ve İspanya gibi iddialı, dünyaca ünlü başarılı yakışacak olan centilmence yarışan ekibimizi şefleri olan ülkeler de elendi. Bocuse d’Or yarışması şefler dünyasında en önemli, en prestijli yarışma olarak kabul ediliyor. Bir anlamda şeflerin Oscar ödülü gibi... Amerika kıtası ve AsyaPasifik elemeleri ayrıca yapılıyor. Bütün finalist ülkeler yarışmaya adını veren efsanevi şef Paul Bocuse’ün de memleketi olan Fransa’nın Lyon kentinde büyük final için buluşuyor. 1987 yılından beri iki yılda bir yapılan yarışmanın en zorlu etabı Avrupa seçmeleri oluyor, Soldan sağa: Jüri üyesi Mehmet Gürs, yarışmacı şef Gürcan Gülmez, Türk ekibi koçu Rudolf van Nunen. Sol altta ekibin et yemeği sunum tepsisi. zira en iddialı ülkeler Avrupa’dan çıkıyor. Son yıllarda, İskandinav ülkeleri ezici bir şekilde bütün ülkeleri solluyor, bütün madalyaları silip süpürüyor, adeta sadece birbirleri ile yarışıyorlar. Ödülün çıkış nedeni olan, tam 46 yıldır sahip olduğu 3 Michelin yıldızıyla şeflerin şefi unvanını taşıyan Paul Bocuse’ün anavatanı Fransa bile İskandinav ülkerinin arasında kendine yer kapabilmek için deyim yerindeyse helak oluyor. Nitekim son Avrupa elemelerinde de İsveç, Danimarka ve Norveç ardından Fransa bile ancak dördüncü sıraya yerleşebildi. Türkiye, Bocuse d’Or yarışmasına bu yıl ilk kez katıldı. Bu zorlu maratona hazırlık geçen yıl Türk Mutfağı Derneği TMD çatısı altında kurulan Bocuse d’Or Akademi aracılığı ile yürütüldü. Metro Toptancı Market ana sponsorluğu üstlendi. Öztiryakilerin desteği ile Kâğıthane’deki Metro Market içinde Stockholm’deki yarışma mutfağının bire bir kopyası kuruldu. Bu yılki yarışmada mecburi kullanılacak malzemeler arasında belirlenen Baltık Denizi’nin bize çok yabancı saith balığı özel olarak İsveç’ten her seferinde taze taze getirtilip Türk ekibe sunuldu. Türkiye elemeleri geçen yıl yapılmış ve o zamanlar Four Seasons Sultanahmet’te olan, şimdi Raffles Oteli’ne geçecek olan Gürcan Gülmez Türkiye finallerini kazanmıştı. Mengen Aşçılık Okulu ve Bolu İzzet Baysal Üniversitesi mezunu olan Gürcan Gülmez ve ShangriLa’dan yardımcısı Okan Öztürk, The Marmara otellerinin şefi Rudolf Van Nunen ile antreman yapmaya başladı. Bu arada Metro grubunun danışmanı olan şef Maximillian Thomae ve Bocuse Akademi Türkiye’nin başı ve aynı zamanda bu sıfatıyla uluslararası jürinin Türkiye adına jüri üyesi olan Mikla’nın sahibi şef Mehmet Gürs de Türk ekibi hazırlayanlar arasındaydı. Metro grubu müdürü Kubilay Özerkan ve TMD başkanı ve sponsorlardan Tahsin Öztiryaki de şahsen her aşamayla ilgilendiler. Bu arada bu işin baştan beri olmasını sağlayan ve Türkiye elemelerine ev sahipliği yapan MSA Mutfak Sanatları Akademisi de unutulmamalı. Bu kadar çok kişinin ve kurumun koordinasyonu ve yarışmanın bütün yazışmaları gibi ağır bir yükü de Van Nunen’in asistanı Tülay Saygılı omuzladı. Ekip olabildiğince profesyonel bir şekilde hazırlandı. Şef malzeme aşinalığı kazanmak için İsveç’e, ana et yemeğinin pişme inceliklerini öğrenmek için İskoçya’ya gitti. Tam da bu noktada bir dezavantajı hatırlatmakta yarar var. Her yıl yarışmacıların mecburi kullanması gereken bazı mutlak malzemeler belirleniyor. Bu yılın malzemeleri az bulunur zorluktaydı ve maalesef bizim ilk katıldığımız yıla denk geldi. Saith balığına ek olarak Belon istridyeleri, kan, bağırsak ve İsveç süt domuzu mecburi malzemelerdi. Gene de ekibimiz efendice ve profesyonel olarak ezilmeden yarıştı ve bu zorlu etabı yüz akı ile bitirdi. Kazanan İskandinavlar ise bu işe yıllardır baş koymuşlar. Bu tür yarışmalar uzun ince ve zorlu bir yol. İlk adım atıldı, başarı ancak yıllar sonra biriken deneyimle gelecektir. Yeter ki Tahsin Öztiryaki’nin dediği gibi sürdürülebilirlik esas olsun. Uzun ince bir yolda ilk atılan adımı atanlara selam: Bon Appétit Türkiye ekibi! l aylinoneytan@yahoo.com C M Y B
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle