Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
2 Ayfer Tunç’un kurduğu edebiyat evreni ironik, melankoli dozu yüksek, umutlu bir karamsarlığa sahip, muzip ve de mizahi. Kendi deyişiyle hepsinin mayasında hayata olan büyük iştahı ve insan hikâyesine olan merakı var. Umut ise her şey ve hiçbir şey! Tunç için gerçek umut “bize rağmen doğan umut” ve en sancılısı da umudu yitirmemek için sahte umutlarla oyalanmak. 18 MAYIS 2014 / SAYI 1469 Yerine koyamayacağımız tek şey zaman Edebiyatta çeyrek yüzyıl, dile kolay. Ağırlığı var bir kere bu cümlenin. Sizde neye karşılık geliyor peki? Doğrusunu isterseniz bir soru halinde sorulmadıkça edebiyatta 25 yılı geride bıraktığım aklıma bile gelmiyor. Bu süre içinde ortaya çıkan toplamın fena olmaması hoşuma gidiyor elbette. 25 yıl benim için durup bir geriye bakma molası, o kadar. Zamanla aranızda nasıl bir ilişki var, tüm bu sürdürülebilir ağrılar bir yana. Sürekli zamana yetişmek derdini aşabildiniz mi? Bir yanımla zamana çok bağlıyım, zamanın yerine koyamayacağımız tek şey olduğunu bilmek beni ürkütüyor. Ömür belli sayıda nefesten oluşuyor. Kaç nefes hakkımız olduğunu bilmiyoruz. Oysa nefes alıp verirken bunun bilincinde değiliz. Zamanı boşa geçirmişsem eğer, bir de zamanı boşa geçirdiğim için üzülerek zaman geçiririm, böylece boşa geçen zaman daha da büyür. Bir de gündelik hayatın içinde bizi sınırlayan, hayatımızı bölen, işaretleyen zamanlar var ki, işte zamana yetişmek sorunu orada düğümleniyor. Zamana yetişmek derdini aşamadım ben, aşmaya da niyetim yok, üretimin zorlayıcı gücü bu benim için. l İyi ki yazabiliyorum! zaman düşündüğüm oldu, ama hatırı sayılır bir İlk kitabınız “Saklı” 1989 yılında cevap bulduğumu söyleyemem. yayımlandı. Yazarlık sürecinizdeki en Cevabını duymaktan korktuğumuz büyük kırılma neydi, ya da en keskin viraj? soruları sormaktan çekiniriz. Umutsuzluk Daha önce edebiyatımın anlamlı başlangıcı sarmış olsa da dört yanı. Umut yitirmemeli Mağara Arkadaşları (öykü, 1996) kitabımdır öyle değil mi? demiştim. Ondan önceki iki kitabım Saklı Bazen umutsuz olmak iyidir, dibe vurmamızı (öykü 1989) ve Kapak Kızı (roman 1992) ve vurduğumuz dipten aldığımız güçle edebi arayışlardı. Sesimi, meselemi, temel yükselmemizi sağlar. Umut yapaylaşabilir temalarımı henüz bulmadığım, ama aradığım çünkü ve yapaylaştığı ölçüde zararlıdır. Gerçek kitaplardı. Mağara Arkadaşları ile başlayan umut benliğimizden ve bize süreçten bugüne dikkate rağmen doğan umuttur. değer bir kırılma yaşadığımı Umudu yitirmemek söyleyemem, değiştim için sahte umutlarla demek daha doğru olur oyalanmanın bir engel sanırım. Kitaplarım bazı olduğu kanısındayım, okurlar için birbirine yaşıyorsak umudumuz benzemiyor gibi görünse de var demektir. Umutsuzluk aslında temel temalarımın, dönemlerinde gerçekleri kullanmayı sevdiğim ironi, görmek, hayata gerçek melankoli, karamsarlık, değerini vermek mizah gibi unsurların varlığımızdaki umudu zaten değişik miktarlarda açığa çıkaracaktır. Demek bileşimidir. Ortak noktaları istediğim umutsuzluğun diz ise hayata olan büyük boyu olduğu zamanlarda iştahım ve insan hikâyesine gerçeğe dokunmak, olan merakımdır diyebilirim. Ayfer Tunç 1989 yılında gerçeği görmek, kendimize Yazmasaydınız, Cumhuriyet gazetesinin karşı dürüst olmak, sahte yazamasaydınız neler düzenlediği Yunus Nadi umutlarla gerçekten yapardınız? Öykü Armağanı’na “Saklı” kaçmak veya İyi ki yazabiliyorum! oyalanmaktan çok daha ile katıldı ve birincilik Yazamasaydım ne doğru bir yol. l yapardım diye zaman ödülü aldı. A BAZEN UMUTSUZ OLMAK İYİDİR en iyi şekilde okura tercüme ediyorsunuz. Bu bir tür arınma ve yıkanma mı sizin için? Yazmak arınmadan çok bir çaresizliğin dışa vurumu. İnsan gençken yaşanacak yılları yaşanmış yıllarından daha fazladır. Dolayısıyla umut canlıdır. Yaşlandıkça yarına düşen pay azalır, umut da aynı oranda gücünü kaybeder. Kendimi bildim bileli bu ülkenin onurlu ve huzurlu bir beraberlik içinde yaşayacağı günlerin geleceğine inandım ve bekledim. Ama o günler gelmedi. Geçen yıllar bana her toplumsal kırılmanın yeni sorunlar, yeni çatışmalar, yeni olumsuz durumlar getirdiğini gösterdi. Dolayısıyla yazmaktan başka elimde bir şey yok. Benim için bugünü dünden farklı kılan, dünyanın genel gidişatının da hiç parlak olmaması. İletişim olanakları bu düzeye gelmeden önce dünyanın böylesine gaddar, adaletsiz, haksız, sesini duyuramayanların, muktedirlerin elinde oyuncak olduğu bir yer olduğunu, bu kadar kuşku götürmez ve ağır biçimde göremiyorduk. Kendimi dünyanın her yerinden gelen çığlıklar karşısında etkisiz, ufacık, edilgin hissetmemin çaresizce karşılığıdır yazdıklarım. Belki vicdanıma bir nebze pansuman oluyor, duyarsız kalmanın utancını bir parça gideriyor ama çığlıkları sona erdirmiyor. geçmiş bir halde karşımıza çıkar. Öte yandan yfer Tunç, Türkiye coğrafyasındaki korkunun yaptırdıkları bir bedel ödemeyi de edebiyatın en sahici ve sivri gerektirir. Bu bedeli ödemekten kaçındıkça, kalemlerinden. Yazdıklarından hayat yalanın yalanı doğurması gibi, korku da damlıyor. Melankoliyle umudun doz aşımı belki yeni korkuları doğurur. Pek çok sosyal de yazdıkları. Ama ne de olsa zehri bilimcinin defalarca söylediği gibi, Sovyetler panzehirden ayıran dozu. Biz de edebiyatta Birliği dağılmadan önceki iki çeyrek yüzyılı deviren Tunç ile kutuplu dünya korkuların sistem küçük bir zaman yolculuğuna tarafından sürekli canlı tutulmasıyla çıktık. yönetiliyordu. O dünya çöktü Yazdıklarınız yaşadıklarımız. ve yeni dünya korkunun daha Ama kendimize söylemekten rafine bir rol oynadığı, İslamofobi, bile korktuklarımız. Peki, nedir ötekileştirme gibi unsurlarla yeni bu uçurumun kenarında olma tehditler ürettiği bir yer haline geldi. halimiz? Bizim toplumumuzda da korku, Korku bir tehdit algısı oldum olası muktedirlerin, gelişmiş durumunda insanların ve ALİ DENİZ Batı toplumlarına göre daha yoğun, hayvanların hayatta kalmak USLU daha haşin ve sınırsız biçimde dürtüsüyle kapıldıkları, canlı kullandığı, son derece etkili bir kalmayı sağlayan hayati bir silahtır. Yakın siyasi tarihimiz korku tarihidir. mekanizmadır. Ama bu, korku duygusunun Yaşı uygun olanlar hatırlar, 80’leri ve 90’ları neredeyse masumane bir tanımıdır ve hayati “80 öncesine döneriz” tehdidi ve korkusuyla dediğimiz anda da gereklilik hali doğurur. geçirdik. 80’den sonra doğan kuşaklar için bu Oysa toplumsal düzen içinde yaşayan insanlar soyut korku anlam ifade etmez olunca yeni için korku çok daha karmaşıktır. Toplumsal korkular üretildi, üretilmeye de devam ediyor. hayatta korku saf haliyle bulunmaz. İktidar, Bazen kendimizi uçsuz bucaksız bir inkâr, haksızlık, güç ilişkileri, erdemlerden umutsuzlukta buluyor gibiyiz. Siz de bunu vazgeçme gibi duygu ve durumlarla iç içe Üzerimize biçilen roller, başarı kriterleri ve bedenimize yapışan üniformalar. Bunu fark ederek yaşamak zor, bilmiyormuş gibi yapmak da riyakârlık. Böyle olunca da büyük kandırmacaya dönmüyor mu hayat? Eski dünya düzeni hakkında bildiklerimiz yeni dünya düzenini biraz daha anlamamıza yarıyor. Eski dünya yoksun, yoksul ama erdemlerin ve insanlık birikiminin bir nebze daha değerli olduğu, yarın fikrinin böylesine solgun olmadığı bir dünyaydı. Bugünden baktığımızda zaman zaman temelsiz veya vahşi görünse de, insanlığın duyguları vardı. Yenimaddi dünya toplumsal hayat içindeki insan ilişkilerini tüketim kabiliyetine göre yeniden düzenledi. Dünya bugün bir gezegenden çok, satış/pazarlama kavramlarıyla yönetilen muazzam bir pazar yeri. Üniversitede, ekonomi dersinde anlamakta en çok zorlandığım ilke ekonominin ahlakı içermediği olmuştu. Ekonominin temel ilkeleri ürkütücüdür ama aynı oranda aydınlatıcıdır. Ekonomi bilimi paranın ahlakı yoktur der. Ahlakı olmayan bir maddeye erişmek hayatın temel ve yegâne amacı haline gelmişken ahlaklıymışız, erdem sahibiymişiz gibi yapmak, kendimize zorlama manevi değerler edinmek, ama kriz anlarında bu değerleri kolayca elden çıkarmak, böylece ikiyüzlü ve omurgasız bir hale gelmek ruhumuzu onulmaz ölçüde hasta ediyor. l Sistem gücünü düşman yaratmaktan alıyor Düşman yaratmak ve sürdürülebilir linç üzerine gayet başarılı bir coğrafya burası. Belki de siyasi gelenek demeli. Herkes tarafını ve pozisyonu belirliyor böyle olunca da. Böyle daha ne kadar yaşarız? Biz sürekli düşman yaratan ve sisteminin işleyişi gücünü düşman yaratmaktan alan, 600 yıllık Osmanlı tarihine yaslanarak kendini büyük ulus olduğuna inandırmış ama düşmansız yapamayan, resmi tarihini de var oluşunu da düşman ile mücadele etme üzerine inşa etmiş bir toplumuz. Bu yüzden kendimizi hep uçurumun kenarında hissediyoruz. Gerçekten büyük ulus olmak istiyorsak korkularımızla yüzleşmemiz gerekir. Ama yapmıyoruz, yaptıklarımız da kozmetik çabalardan öteye gitmiyor. Biliyoruz çünkü, korkularımızı kurcalamaya başlarsak kökü derinlere giden günahlarımızla karşılaşacağız ve büyük bir yalanın içinde yaşadığımızı göreceğiz. Böyle daha ne kadar yaşarız? Bilmiyorum ama bizi geleceğin bir yerinde altüst oluşlar bekliyor olmalı. Kendine rağmen yaşamak zor, çok zor. Siz kendinizle ne kadar çarpıştınız. Ya da zafer ve mağlubiyetten öte nelerle çözdünüz bunu? Edip Cansever’in, ki benim de edebiyatımı bir anlamda borçlu olduğum şairin dizesidir: “Bir gün herkes kendisi olsun.” Cansever bunu söylerken yaşamanın aslında bir kendi olmak mücadelesi olduğunu vurguluyordu. İnsan değişir çünkü, canlı olan her şey değişir. Hücrelerimiz yaşlanır, dolayısıyla her gün yeni biriyizdir. Ama her gün yenilenen bu “ben”e karakterini veren temel nedir? İnsanın kendini tanıması öldüğü an sona erecek bir süreç. Benim için hayat bir zaferler ve mağlubiyetler silsilesi değil, zafer veya yenilgi siyasal tarihe yakışıyor, insan hayatına değil. Zaferler bizi daha insan, hayatımızı daha değerli yapmaz, yenilgiler de bizi değersiz kılmaz. l Kutsiyet kolektifinden kutsal aşka DENİZ ÜLKÜTEKİN B ugünlerde en çok merak edilen konulardan biri muhafazakâr seçmenin algısı ve tercihleri. İlgili sorulara ışık tutabilecek bir hikâye, yazar ve senarist Mustafa Çevik’in elinden çıktı. Aşka Sığınmak, bir cemaat gönüllüsü olarak Kiev’de öğretmenlik yapmaya giden Arif’in kutsal aşkı bekleyen Lina’yla buluşmasını anlatıyor... Konusu itibariyle kitabınızın zamanlaması çok manidar… Aşka Sığınmak romanı gerçek hayatta yaşanan ve şahit olunan olaylar esas alınarak kurgulandı. Birkaç yıl önce taslak olarak yazılmıştı. Zamanlaması konusunda haklısınız. Bilinçli bir tercihti. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, asla siyasi bir taraf değilim. Ancak içinde yaşadığım toplumun son zamanlarda bütün hücrelerine kadar politikaya batmış olmasından rahatsızım. Her türlü düşüncenin içi boşaltılmış, fikirsiz, ruhsuz ve felsefesiz bir siyaset hüküm sürmekte. İnançlı bir insan olmama rağmen, din eksenli siyaseti de, din eksenli ticareti de reddediyorum. İnsanların din üzerinden kullanılmalarına, aldatılmalarına, sömürülmelerine, birey olmanın önüne katı setler çekilerek köleleştirilmelerine karşı çıktığım için bu romanı yayımlamaya karar verdim. Kimin nereye, hangi cemaat ya da fraksiyona ait olduğu benim için önemli değildi. Arif karakteri gerçek hayatta var olduğu ve yaşadıklarına benim de birebir şahit olmamdan dolayı romanda yer aldı. Kendi muhafazakâr mahallemdeki yanlışlıkları, samimiyetsizlikleri, ikiyüzlülükleri sorgulamak bir yazar olarak daha dürüst ve namuslu bir davranış gibi geliyor bana. Romanda da bu sorgulanıyor. Kim daha dürüst, kim daha namuslu? Düşündüğü gibi yaşayanlar mı, yoksa düşündüğünün aksine hareket edenler mi? Bir önceki kitabımda Hoca Ahmet Yesevi’yi anlatmıştım. Anadolu insanına eğer dini bir rol modeli aranıyorsa, dini yaşayış ve algılayış biçimimizin mimarları, H. Ahmet Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaşı Veli var. Onların hiçbirisi siyasetle de ticaretle de uğraşmadı. Bu roman hikâyesiyle, insanların hiçleşmesine, anlamsızlaşarak gitgide bir nesneye dönüşmesine karşı çıkıyor. Bu hikâyeyi hikâye haline getiren çelişki işin neresinde? Kolektif bir yapıdaki bireyciliğe bireyin en güçlü duygusu olan aşkla yanıt vermek mi? Yoksa daha toplumsal gerçekçi çelişkiler mi bizi hikâyeye sürüklüyor? İnsanın ihtiyaç duyduğu güçlü duygulardan bir tanesi de aidiyet duygusudur. Kolektif bir yapı içerisinde insanlar kendilerini daha güvende hissediyorlar. Toplumsal yabancılaşma da işte tam burada başlıyor. Yalan ve yanlış grupların elinde yönlendirilen bireyler, bağlılıklarının güçlendiği oranda körleşmekte ve köleleşmekteler. Haliyle ait olduğu dünyaya dair her türlü olumsuzluğu sorgulamadan ve görmezden gelerek, ötekileştirdiklerine karşı kin ve nefret duyguları gelişiyor. Çelişki burada. Kendisi iyi insan olmaya çabalamadan, ait olduğu grubun kutsiyetine inanarak, toplumun öteki bütün fertlerini aşağı tabaka olarak gören varlıkların kibri gözlerinin önüne bir perde gibi iniyor. Yok ve yoksun olduğunun farkına bile varamıyor Mustafa Çevik’in son romanı Aşka Sığınmak, dini bir cemaatin çevresinde yaşanan olayları konu alıyor. Bir cemaat gönüllüsü olarak Kiev’e giden Arif, okuyucuyu muhafazakâr bir çevrede yaşananları sorgulamaya yöneltiyor. C M Y B insan. Kendinden olmayan herkesi ve her şeyi reddeden insancıklardan oluşan topluluklar, toplumun bilinci haline getirilmeye çalışılıyor. Birey olamadığı halde bireycilik taslamak, aidiyetlerine atfettikleri kutsiyet, kin ve kibri doğuruyor. Tıpkı günümüzde olduğu gibi… Körü körüne bir yere ait olmak, birey olmanın önündeki en büyük engeldir. Ya bir taraftan olursun, ya da yok olursun, dayatmalarıyla karşı karşıya kalan insanı koruyabilecek, beynindeki bütün duvarları yıkabilecek tek güçlü duygu sevgi ve aşktır kanımca. Başkalarını, kendisinden farklı düşünen ve yaşayan insanları da sevmeye başladığı zaman ancak özgürleşir, birey olmaya adım atar insan. Hikâyemizdeki Arif karakteri de işte bu çelişkilerin ve arada kalmışlığın sancılarını çekiyor. Hayatının merkezine aşkı yerleştirdiği zaman ancak birey olabiliyor. Hikâyenizdeki dört ana karakteriniz hakkında konuşursak, toplumsal açıdan hangi değerleri temsil ediyorlar? Hikâyede yer alan dört ana karakterin her birinin farklı boyutları var. İlki hepsi gerçek hayattan alınma. Farklı zamanlarda yaşamalarına rağmen kurguda aynı zaman dilimi içerisinde bir araya getirildiler.Toplumsal açıdan, karakterlerin her birine farklı anlamlar yüklemek mümkün. Farklı kültür ve inançlara ait olan dört insanı bir araya getiren duygular sevgi ve dostluk. Ayrıştıran şey ise bilinçaltına yerleşen korkularla birlikte samimi ve dürüst olamamak… Arif, arada kalmışlığı; Ulvi, sorgulayan iç sesi; Karla, arayışı; Lina aşkı sembolize ediyor. Bunların yanında samimiyetle söylemek gerekirse bu dört karakter aslında bir bütünün parçaları, yani romanda tek bir ana karakter var, o da yazarın kendisi. Bir insanın bölünmüş zaman dilimleri içersinde yaşadığı farklı duygular ve tecrübeler bir araya geldiğinde ancak gerçek kimliği oluşabiliyor. Ya da şimdiki zamandaki ben olabiliyor. l