Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
4 18 MAYIS 2014 / SAYI 1469 Emekçi olmayı çok iyi bilirim Fox TV’nin yeni sayılabilecek dizisi Not Defteri’nde Suna’yı oynayan Ebru Özkan, oyunculuk kariyerinde ilk defa böylesi bir karaktere hayat verdiğini söylüyor. Fakir bir mahallede işçi olarak çalışan Suna’nın Özkan’la kesişen yönleriyse çok fazla. Kadın gibi kahraman lazım DENİZ ÜLKÜTEKİN Eklemek istediğiniz başka bir şey var mı? Bir oyuncu olarak, daha fazla derinlikli kadın karakterlerin yazılmasını isterim. Hikâyelerin çoğu erkek kahramanlar üzerine. Güçlü derinlikli kadın karakterler çok az karşımıza çıkıyor. Ancak bir kadın kahraman yaratıldığı zaman bile ona erkeksi özellikler yükleniyor. Bu nasıl kırılabilir? Bu da toplumun yarattıklarından biri. Kadın, erkeksi bir duruşa zorlanıyor çünkü. Aslında insana özgü bir tavır sergilediğimde bile, örneğin; ben masaya yumruğumu vurduğumda “erkek gibi” diye tasvir ediliyorum halbuki ben Ebru gibi vuruyorum o masaya, Ebru masaya yumruğunu vuruyor. Bu erkeğe özgü davranış biçimi değil ki? Peki bunu yönetmen ve senaristlerle konuştunuz mu? Böyle naif sohbetler açıp, birbirimize hak verip konuyu kapattığımız sohbetler oldu, hak veriyorlar tabii. Var mı böyle bir proje? Yaza bir sinema projemiz var. Oradaki kadın karakter çok özel bir kadın, sürpriz olsun şimdi, söylemeyeyim. l E bru Özkan, Fox TV’de yayın hayatına başlayan Not Defteri dizisiyle oyunculuk kariyerinde yeni bir sayfa açtı. Hayat verdiği Suna karakteri, önceki rollerinden çok farklı. Öte yandan, Özkan hayatıyla kesişen noktaları çok fazla. Özkan’la Suna’yı konuşmaya başladık, konu döndü dolaştı, metropol hayatının insanlara verdiği zararlara kadar geldi... Nedir sizin için Suna’yı bu kadar özel kılan? Daha önce oynamadığım bir karakter. Yaşadığı ortam, bulunduğu kültür, Suna’nın İşçi ve emekçi oluşu, küçük bir atölyede çalışıyor olması, diğer karakterlerimden ayrılan en büyük özelliklerinden biri. Daha önce yine güçlü ve çalışan kadınları oynadım ama üst sınıftan karakterlerdi. Bu sefer patronu değil de bir işçiyi canlandırıyorum. Özel ve çok keyifli bir kadın. Kendi geçmişinizde Suna’nın hayatıyla kesişen anlarınız var mı? Tabii, olmaz mı? Göçebe bir yaşamım oldu. Nevşehir, Ankara, iş dolayısıyla şu anda da İstanbul. Bu yaşam içinde kavrularak büyüdüm. Emeğin nasıl bir şey olduğunu iyi biliyorum. Öğrenciyken ben de çok farklı işlerde çalıştım. Mesela kitapçıda çalıştım, sigortacılık ve garsonluk yaptım. Bir otobüs şirketinde bilet kesmişliğim bile vardır. Bu işler ve koşulları, detayları, ilişki biçimleri hayatı tanımak adına büyük avantaj oldu benim için... O zamanlar bunları düşünmüyorsunuz tabii ki, ama yıllar sonra, şu an tüm o tecrübeler Suna’da bana geri dönüyor. Suna’nın bir de edebiyat sevgisi var. Bu hayatından bir kaçış mı? Bence hayal dünyasıyla ilgili, benim de öyledir. Edebiyat hayal dünyamı geliştirir. Suna; okudukça hayata karşı farkındalığı artan, sorgulayan aynı zamanda satırların arasında kaybolarak, sonra kendine ve çevresinde olanlara yeniden yeni bir açıyla bakan bir karakter. Muhtemelen bir oyuncu, içgüdüsel olarak sanatın her dalıyla ilgilidir. Değil mi? Mutlaka... Sanatın tüm dalları zaten iç içedir. Mesela ben, resim yapmayı da seviyorum. Resim yapıyorum diyemeyeceğim, ama “deniyorum” demek daha doğru olur. İlerletmek de istiyorum açıkçası. Çalışmadığım dönemlerde yoğunlaştığım ilk alan resimdir. Resim yaparken rahatlıyorum... Genel olarak Not Defteri’ni nasıl değerlerdirirsiniz? Bir mahalle hikâyesi anlatıyoruz. Metropolde sıkışmış insanların yaşamlarını, ayakta kalma çabalarını; çocukların aileleriyle ve birbirleriyle olan ilişkilerini, hayal kırıklıklarını umutla yoğurarak vermeye çalışıyoruz. Mahalle kültürü iki ucu keskin bıçak gibi. Bir yanda paylaşım değerleri var, ama baskıcı bir yanı da olduğunu söyleyebiliriz sanırım. Elbette. Tam da bizim dizideki mahallemiz gibi. Mahalleden mahalleye değişir tabii. Geçmişinizle kesişen noktalardan biri de mahalle kültürü. Kafanızda ne canlanıyor? Çok güzel anılar canlanıyor. İlişkilerin sıcaklığı ve samimiyetini hatırlıyorum ve bunu seviyorum. Büyük şehrin getirdiği yalnızlaşmanın, tedirginliğin, telaşın dışında, içten, paylaşımcı, biraz korumacı belki, çokca kucaklayıcı bir yaşam var mahalle kültüründe. Kendiyle, ailesiyle, komşusuyla ve ekmeğiyle yoğrulan bir çevre aklıma geliyor. İstanbul’a geldikten sonra kendinizde bu değerlerin deforme olduğunu gördünüz mü? Hem aşk hem insan ilişkileri anlamında soruyorum. Bende bir deformasyon olmadığını düşünüyorum. Daha çok kazazede olduğum zamanlar oldu. Bu da beni olgunlaştırdı ve çevreme daha uyanık gözlerle bakmamı sağladı. Her karşılaştığım durumda farkındalığım arttı. Metropol, insanı nasıl biri olmaya zorluyor? Bu o kadar karışık bir durum ki, herkes birbirini bir şey olmaya zorluyor. Aslında sorun burada bence. Genel kalıplarıyla düşünürsek, çok çalışmaya zorlanıyoruz, kadın olarak, çok güzel olmaya zorlanıyoruz. İnsanların çok kalabalık olması, ilişkilerin samimiyetini zedelemeye başlıyor. Kimse kimseye güvenmiyor artık. Günümüzde, translara, çocuklara karşı işlenen nefret suçlarının hepsi birer zorlamanın sonucu, kendine benzetmeye çalışmanın, “ötekine” olan tahammülsüzlüğün çeşitli yansımasını görüyoruz her yerde. Nefret cinayetlerinden bahsetmişken iktidarın kullandığı konuşma tarzının da bunda etkisi var sanırım. Her alanda bu erk geçerli. Fakat onları yetiştiren de kadınlar. Toplumu çıkmaza sokan da bu ya. Çocuğu yetiştiren aile ve bakış açısıyla ilgili aslında her şey. Kendisini de her anlamda sıkıştıran erk ile uzlaşmış, onu kabullenmiş kadınlar var ne yazık ki ... Böylesi bir erklik söylemi içerisinde sanatçının duruşu ne olmalı? Tam tersi işler yapmalı. Medyanın da bu konulara daha fazla konuşma alanı tanıması gerekli, sanatçı hayatının her alanında bu nefret dilinin uzağında durmalı. Çünkü konuştuğumuz dil bizim evimizdir. Kim evinin kirli olmasını ister. l denizulk@gmail.com Müziğim eklektik; melez müzik yapıyorum ALİ DENİZ USLU G ökçe’nin yeni albümü “Matruşka” renkli, hareketli ve umutlu. Albümün hayat dolu melodilerine trompet, yaylılar, darbuka, keman ve armonika keyifli bir şekilde uyum sağlıyor. Gökçe eklektik ve melez bir müzik yaptığını söylüyor. Mayasında rock olsa da bir şarkı farklı melodilerle hızlı geçişlere sahip. Yani hiçbir şarkı başladığı gibi bitmiyor. Gökçe şarkılarındaki erkeklere “gider” yapan kadını da koruyor. Bir önceki albümden bugüne neler değişti, “Matruşka”yı neler besledi? Matruşka’yı hayat ve içimdeki farklı kadınlar besledi. Matruşka doğurganlığı temsil ediyor. Dünyaya nasıl bakıyorsam, yaşıyorsam, hissediyorsam gene en sade ve yalın biçimde geldiği gibi dinleyicimle paylaştım. Ne fazla taştım ne fazla edebi cümleler kullandım. Bu albüm içimdeki sinirli, sabırsız, vicdanlı, duygusal, merhametli, hayvansever kadınlara bir gönderme niteliğinde oldu. Sürprizli ve deli dolu oldu, küçük hikâyelerim var gene. Müzikal yolculuğunuzda farklı duraklarda durmayı seviyorsunuz. Bazen de kısa aralar veriyorsunuz. Dünya müziğini takip edip, kendi sevdiğim melodileri paylaşmasını seviyorum. Gökçe’nin bir müzik stili soundu oluştu mu derseniz evet oluştu. Balkan etkili ama içinde rap, r&b, rock gibi farklı müzik türlerinin etkileşimlerinin de kullanıldığı eklektik bir tarz. Melez bir müzik yapıyorum. Rock kalıplarını sürekli zorluyorsunuz, kendi tavrınızda burada oluşuyor sanırım. Müzikteki derdiniz nedir? Derdim hep daha iyisini bulabilmek. “Müzisyen olarak bir adım kendimi nasıl ileri taşıyabilirim” için çabam. Rock kalıplarını da kullanıyorum başka türleri de. Eklektik müzik bu. Tek bir çizgide değil farklı müzikleri de kullanmayı seviyorum. Bir şarkı rock başlayıp Balkan devam edip rap ile kucaklaşabilir. Bu karışımı müzikal direktörüm Alen Konakoğlu ile dengeli bir şekilde birleştiriyoruz. Bir yandan da müziğiniz dansa eğlence ve harekete bir çağrı gibi. Ben en çok dinlerken bundan keyif alıyorum. Ben de böyle biriyim. Ailem de böyledir. Özellikle anne tarafım bir araya geldiklerinde eğlence maksimumda yaşanır. Çok eğlenceli ve hayat doludurlar. Genetik kodlarımda yer alan bir durum. Her şeyi uçlarda yaşıyorum. Ortası yok bende. Üzgün olduğumda kimseye görünmem, telefonları açmam, bütün gün evden çıkmam. Akustikte ayrı bir tat veriyorsunuz. Şöyle komple bin “unplugged” gelir mi ilerde? Tabii ki olacak! Yavaştan çalışmaya başladık. Yeni şarkılar, şarkı seçimi nasıl evrildi? Söz yazımınızda belirgin bir değişiklik var gibi ayrıca. Araba kullanırken radyo dinlemeyi çok seviyorum. Bir sene önce yoldayken ve tam sıkıntıdan patlarken radyoda karşıma “Iko Iko” çıktı. Dinlerken o kadar pozitif hissettim ki yeniden yorumlamaya karar verdim. Bir de albüm için “Her Şey Bitmedi Bitemez” isimli 1970’lerdeki şarkıyı Selçuk ve Rana Alagöz’den alıp yeniden yorumladım. Bunu üç yıl önce bir arkadaşım yemek yediği kafede duyup hemen beni aradı. “Gökçe bu şarkı tam senlik” dedi. Dinleyince bayıldım şarkıya. Stüdyoda okurken gözlerim doldu. Daha önceki albümlerimde de cover çalışmam oldu. Şarkılarımda hep erkeklere “gider” yapan bir kadın var. Çıkış şarkım “Çık Git Hayatımdan”da olduğu gibi. Bu albümde bir de şarkı söyleme konusunda biraz daha nağme yaparak söyledim. Türk sanat müziğini çok seviyorum. Şarkılarınız rock formunu koruyor ama alaturka ve bu coğrafyanın ruhunu hiç ıskalamıyor. Sevdiğim müziği kendi sevdiğim gibi yapıyorum. Tamamen doğal. İçimden geldiği gibi. Dışavurumu bu şekilde oldu. Ben düşünmeyi çok sevmem. Bir şey çok ellenirse doğallığını kaybeder diye düşünürüm. Bazı şarkılarımı piyano ile yapıyorum, bazılarını enstürmansız bazılarını da davulcu olduğum için ritm üstüne yapıyorum. Bir de trompet, yaylılar, darbuka, keman ve armonika! İnanılmaz bir uyum. Balkanları çok seviyorum. Kalbimin yarısının oraya o kültüre ve müziğe ait olduğunu düşünüyorum. İlk albümden beri duymayı sevdiğim trompet, darbuka, armonika gibi enstürmanları şarkılarımda ve sahnemde kullandım. Zaten uzun yıllar davul çaldım ve bir kız grubumuz vardı. Onlarla çeşitli denemelerimiz oldu. Şu sıra o stilde bir işin içinde olabilecek yeterli zamanım olmadı. Ama yakında tekrar bir şeyler yapmak istiyorum. İlerisi için yoldan çıkma ihtimaliniz var mı? Ya da çok başka bir ürün verip herkesi şaşırtma fikriniz? Evet herkesi şaşırtacak projelerim olacak. Ben bir albümü stüdyoda bitirdiğimde hemen diğer albümü çalışmaya başlarım. Adı, konsepti ve sounduna kadar her şey hazır. l Gökçe’nin yeni albümünün adı “Matruşka”. Bu albüm, Gökçe’nin içindeki farklı kadınlardan beslenmiş. Bir anlamda da doğurganlığı temsil ediyor. Müziği de dansa ve eğlenceye bir çağrı. Her şeyi uçlarda yaşadığından “Ortam yok benim!” diyor. C M Y B